top of page

"" için 225 öge bulundu

  • Nehna Ekibini Tanıyalım – Ferit Tekbaş

    Nehna ekibini tanıyalım serimizin son hafta konuğu Ferit Tekbaş. Tekbaş, Samandağ doğumlu, bugün Almanya’da yaşıyor. Zaman içerisinde aldığı seminerlerle kendini teoloji konusunda geliştirmiş. Daha önce Antakya Rum Ortodokslarının kültürünü korumak amacıyla kurulan ZeROCha’nın kurucu ekibinde yer alan Tekbaş, Oryantal Hıristiyanların Merkez Konseyi’ndeki (ZOCD) görevini sürdürüyor. Kendisiyle parçası olduğu bu sivil toplum yapılanmalarını ve Nehna‘nın parçası olmaya giden süreci konuştuk. Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu Öncelikle okuyucularımıza kendini tanıtabilir misin? Ferit Tekbaş kimdir? 1966 yılında Hatay’ın Samandağ ilçesinde doğdum. Üç yaşında iken, annem ve babam o zamanda çok insanın yaptığı gibi fakirlikten kurtulmak için çocuklarını geride bırakarak Almanya’ya misafir işçi olarak gittiler. Fakat ben ve abim, babaannemin ve amcamın yanında kaldık. Orta ikiye kadar Samandağ’da okudum. Benim jenerasyondan birçok çocuk, böyle anne-babasız büyüdü ve çoğu psikolojik bir trajedi yaşadı diyebiliriz. Bende de öyle oldu. Ben ve abim ancak 1980 yılında Almanya’ya gidebildik. Orada da, anne-babamla beraber olmanın sevinci ile Türkiye’deki çevremden ve arkadaşlarımdan kopmanın sonucu olan büyük üzüntüyü ve huzursuzluğu birlikte yaşadım. Almancayı öğrenmek için bir senelik Alman-Türk sınıfına katıldım. Bu okulu bitirdikten sonra meslek okuluna gittim. Meslek okulundan sonra birkaç yıl çalıştım. Eşimle tanışıp evlendikten sonra çalıştığım iş yeri kapandığında, kendi işimizi kurduk. Uzun bir zaman kendi işimizde çalıştık ve eşim okulunu devam ettirmek isteyince, mecburen ben de işimizden vazgeçerek yeni bir meslek öğrendim. Bu mesleği takriben 25 senedir icra ediyorum. 2005-2007 arasında birçok teoloji seminerine katıldım ve bu alanda eğitim gördüm. Üniversitede teoloji bölümü okumadım ama teolojiyi iyi bilir sayılırım. Neden teoloji eğitimi alma ihtiyacı hissettin? 2005’e kadar ateist sayılırdım. Babam hastalandı ve kendisi Adana’da özel bir hastanede yatarken, ona birkaç haftalığına bakmak için Adana’ya gitmem gerekti. Orada şu anda anlatmak istemediğim, insan beyninin çözemeyeceği mucizeler yaşadım. 2006’da sevgili babamın vefatından sonra tüm inançları araştırmaya başladım ve sonuç olarak atalarımın inancını, yani Ortodoks Hıristiyanlığı seçerek Rabbimiz İsa Mesih’e tekrar iman ettim. Daha sonra Hıristiyanlığı öğrenmek için birçok seminere katıldım. Kendi çabalarımla, evde okuduklarımla teoloji konusunda kendimi geliştirdim. Daha sonra, internetteki en büyük Hıristiyanlık forumlarından birinde moderatörlük yaptım. Orda oldukça çok tecrübe kazandım. Demek isterim ki, teoloji eğitimi almama rağmen, Hıristiyanlığı en çok bu forumda öğrendim. Şunu da belirtmek isterim, hatırladığım kadarıyla, benim dedem Mişel Terik El Dunya (eskiden Suriye topraklarına bağlı olduğumuz için soyadlarımız Arapça idi) 1900’lerin başında New York-Bridgeport’taki kilise cemiyetinin kurucu üyelerinden biriydi. 1915 Olayları’ndan sonra dedem ailesini görmek için Samandağ’a geri döndü. Ancak maalesef ailesini ölmüştü. Daha sonra, uzun bir zaman dedem Samandağ’ın kilise cemaat başkanlığını yürüttü. Senin akraban da olan rahmetli Can Beylunioğlu’nun başkanlık sürecinde babam da kilise yönetimindeydi. Anlayacağınız, ben kiliseye hizmet eden bir aileden geliyorum. Belki de Rabbimiz bana mucize olarak gönderdiği işaretlerle beni tekrar babamın ve dedemin yoluna soktu. Sivil toplum aktivitelerinde de sıkça yer aldığını biliyorum. Almanya’daki toplumumuzun önemli kuruluşlarından Köln’deki Antakya Rum Ortodoks Hıristiyanlarının Kültürünü Geliştirme ve Koruma Merkez Konseyi’nin (ZeROChA e. V.) kurucularındandın. ZeROChA ne amaçla kuruldu? ZeROChA, öncelikle Antakya Patrikhanesi’ne bağlı olan halkımızın sanat ve kültürünü korumak, gençlerimizi teşvik etmek, tarihimizi araştırmak ve savaş mağdurlarını desteklemek amacıyla hayırsever bir dernek olarak kuruldu. ZeROChA ilk zamanlarda çok iyi adımlar attı diyebilirim. Kendi halkımızın kökenini araştırmayı hedefledi ve bu bağlamada tarihçilerin ZeROChA için kaleme aldıkları bir kitapçık ortaya çıktı. Şimdiye kadar halkımız arasında süren Rumluk-Araplık tartışmalarına cevap verebileceğini düşünerek bu kitabı çıkarmış ve desteklemiştik. Son zamanlarda yoğunlaşan tartışmalarda görüldüğü gibi bu sorun hala çözülmemiş gibi görünmektedir. Halen birçok kişi, bizim Türk, Arap veya Rum olduğumuzu iddia ediyor. Ayrıca ZeROCha olarak çok beğendiğim bir projeyi daha gerçekleştirmiştik. Suriye Savaşı esnasında Suriye’ye gönderilmek üzere, Almanya’dan arasında çok değerli eşyalar, tıbbı cihazların da bulunduğu 70 bin avro değerinde bir konteyner ayarladık ve gönderdik. Bu konteynerin yanı sıra hatırısayılır bir miktar para da toplandı. Bu konteyneri ve topladığımız maddi yardımı, Antakya Patriğimiz Yuhanna Yazıcı Hazretleri Köln’e geldiğinde ona teslim ettik. Beğendiğim diğer bir projemiz de kültür, sanat ve edebiyat alanlarında isim yapmış kişilerle röportaj yapmaktı. Bu röportajların birisini de seninle yapmıştım. Senin de yazarları arasında olduğun Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabı hakkında sohbet etmiştik. ZeROChA konseyindeyken paralel olarak Almanya’nın Oryantal Hıristiyanların Merkez Konseyi’nde (ZOCD), Antakya Rum Ortodokslarını temsilen yer aldım. Daha sonra ZeROCha’da yapılan yeni seçimlerde aday olmadım. Ancak ZOCD’daki görevimi sürdürüyorum. Oryantal Hıristiyanların Merkez Konseyi‘nde (ZOCD) yakın zamanda seçimler yapıldı. Nasıl bir süreç yaşandı? Bu vesileyle, bize biraz da bu oluşumdan bahsedebilir misin? 30 Ekim’de konseyde yeni seçimler vardı ve ben tekrar adaylığımı ilan etmiştim. Yeniden seçildiğimin haberini burada size de vermiş olayım. Takriben dört senedir ZOCD yönetiminde işimi zevkle ve severek sürdürüyorum. Önümüzdeki iki senede güzel projeler gerçekleştireceğimize inanıyorum. ZOCD çatısı altında, çeşitli Oryantal Hıristiyan mezheplerden oluşan yönetim kurulu üyeleriyle el ele çalışabiliyoruz. Görevimiz Almanya’da medyada ve siyasi arenada Oryantal Hıristiyanların sesini duyurmaktır. Burada farklı Hıristiyan toplumlarının temsilcileri kendi mezheplerini daha üstün görmeden Almanya’da bulunan Oryantal Hıristiyanların çıkarları doğrultusunda çalışıyorlar. Geçmişte bu anlamda büyük adımlar atabildik. Suriye ve Irak’taki savaşlar esnasında, orada zulüm gören ve azınlık kabul edilen Hıristiyanların Almanya’daki sesleri olduk. Başkanımız Simon Jacob, defalarca hayatını riske atarak, savaş bölgesine Alman televizyonlarıyla giderek çekimler yaptı. Almanya’da sesimizi bu şekilde duyurabildik. Ortadoğu’da bulunan dini azınlıklar arasında, Ezidi halkından sonra en çok şiddete maruz kalan Hıristiyanlardır. Irak’ta Hıristiyan nüfus neredeyse yok olma tehlikesi altındadır. Buna yönelik olarak Simon Jacob da bir kitap yazdı. Ayrıca Antakya, Altınözü ve Samandağ’ı da ziyaret ederek kitabında bizim toplumumuz hakkında da bilgilere yer verdi. Oryantal Hıristiyanlar hakkında mevcut olan sorularını cevaplamak için birçok Alman siyasetçiye de danışmanlık yaptık. Tabii ki, çok güzel işler yapabiliyoruz, fakat bu bizim için yeterli olmuyor ve daha büyük hedeflere ulaşmak istiyoruz. Misal, ZOCD altında Almanya’da çalışabilecek ve bizim Oryantal Hıristiyanların çıkarlarları için uğraşacak birçok dernek ve cemaatin de bize katılmasını bekliyoruz ve hedefliyoruz. Nehna’nın oluşum sürecinde çok önemli katkıların var. O zaman ismi belli değildi ama ben ve bugün ekipte olan birkaç kişiye böyle bir platform kurma fikriyle gelmiştin. Biz bunları konuştuk aramızda ama okuyucularımız için soruyorum. Senin aklına böyle bir platfom kurma fikri nasıl geldi? Üç sene kadar önce aklıma bir platform ya da e-gazete kurma fikri geldi. ZeROChA’nın üstlenmeye çalıştığı kültürümüzü koruma amacı ile ZOCD’un Hıristiyanların sesi olma hedefini birleştirme fikrim vardı. Birinci hedefim, bize ait olan bu fevkalade kültürü tanıtmaktı. Eski çağlara gidersek, medeniyet Batı dünyasından çok daha önce Anadolu ve Ortadoğu’da mevcuttu. Biz de bu güzel kültürün bir parçasıyız. Dolayısıyla bunu tanıtmak, insanlarımızın bu anlamda medyada sesini duyurmak istiyordum. Ancak doğru bir ekip gerekiyordu bu proje için. Seni ve Mişel Uyar’ı eski çalışmalarımızdan tanıyordum. Ketrin Köprü’yü ismen tanıyordum. Emre Can Dağlıoğlu ve Can Terbiyeli’yi de sizler önerdiniz. Sizlere güvendim ve güvenerek iyi bir karar verdiğimi bugün görebiliyorum. Kısa süre içerisinde beklediğimden daha fazla çalışma yaptık. Platform hazırlıkları ve özellikle web sitesinin son haline gelmesi uzun sürdü. Bu noktada web sitemizi yapan Gülçin Turna’ya da teşekkürlerimizi sunmak isterim. Ancak daha sonra hızlıca yayın yapmaya başladık. Bu sitenin kurulmasında senin de çok büyük payın olduğunu okuyucularımıza söylemek istiyorum. Sitenin kuruluşunda gece gündüz demeden çalışan bilhassa sen oldun. Sana bunun için kendim ve diğer arkadaşlarımız adına teşekkür ederim, Anna Maria. Öte yandan kurucu ekipte yer alan diğer arkadaşlarımıza ve bize yazar olarak katkı sunan ve ileride sunacak tüm yazarlarımıza teşekkür ediyorum. Bu platformu kuran ekip Antakyalı Ortodokslardan oluşmasına rağmen, övünerek söylüyorum ki, aramızda başka dinden insanların mevcut olması ve bizi desteklemesi, bu projenin aslında şimdiden başarıya ulaştığının kanıtıdır. İşte Antakya kültürü budur! Nehna için şimdiden çok değerli röportajlar gerçekleştirdin. Nehna’da ilerleyen zamanda ne gibi yazılar kaleme almak istiyorsun? Başka röportajlar olacak mı? Almanya’da bulunan büyük bir topluluğumuz var. Kilise cemaat başkanlarımızla röportajlarımız olacak. Bununla beraber bizim toplumdan, Avrupa ve diğer ülkelerde yaşayan, kültür, sanat, edebiyat ve tarih konularında çalışmalarıyla tanınan insanlarımızla sohbet edeceğim. Bu röportaj serisine, geçtiğimiz haftalarda Nehna’da yayınladığımız röportajla, Almanya’nın ikinci devlet kanalında sunucu olan Mitri Şirin’le başladım. Başka isimlerle devam edeceğiz.

  • Nehna Ekibini Tanıyalım – Anna Maria Beylunioğlu

    Nehna ekibini tanımaya Anna Maria Beylunioğlu’yla devam ediyoruz. Anna Maria, profesyonel şeflik eğitimi almış bir siyaset bilimci, “Mutfaktaki Akademisyen” adlı web sitesinin sahibi. Şu anda üniversitelerde hem din ve siyaset ilişkisi hem de yemek, siyaset ve toplum ilişkisi üzerine dersler veriyor. Antakyalı Ortodokslara dair akademik yayınları da bulunan Anna Maria’yla gelecekteki akademik çalışmalarını, Nehna ekibine nasıl katıldığını, platformun oluşum sürecini ve gelecekte Nehna’yı nerelerde görmek istediğini konuştuk. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Sevgili Anna Maria, halkımızın çoğu seni tanıyor ama tanımayan okurlarımız için kendini biraz tanıtır mısın? Ben 1983 yılında Samandağlı ve İskenderunlu bir ailenin çocuğu olarak Mersin’de doğdum. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler alanında lisans eğitimi almak için geldiğim İstanbul’da kaldım, o zamandan beri bu şehirde yaşıyorum. Üniversiteden mezun olduktan sonra uzun yıllar Bahçeşehir Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalıştım. Bu sırada yüksek lisansımı İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Türk-Yunan İlişkileri odaklı bir Uluslararası İlişkiler Programı’nda tamamladım. Bu dönemde kimlik kartlarında din hanesinin varlığını din, toplum ve siyaset perspektifinden Türkiye ve Yunanistan’ı karşılaştırarak çalıştım. Daha sonra İtalya’da Sosyal ve Siyasal Bilimler alanında doktora yapma şansı elde ettim. 2017 yılında doktoramı bitirdim, ancak daha sonra akademiye inancımı yitirdiğim bir dönem oldu. Bu süreçte bir süre akademiye ara verip uzun dönem profesyonel aşçılık eğitimi aldım. Ancak çeşitli sebeplerle akademiye geri dönme kararı aldım. Akademik alanda din-devlet ilişkileri, din özgürlüğü, Türkiyeli azınlıklar konularına kafa yormaya devam ediyorum, çeşitli üniversitelerde din, siyaset ve toplum dersi veriyorum. Ancak uzun yıllardır yemek, toplum ve siyaset konuları da ilgimi çekiyor, bu konuda okumalar yaparak geçiyor vaktim. Bilenler bilir bir yemek blogum var, adı “Mutfaktaki Akademisyen”, aşçılık eğitimimi aldıktan sonra akademiye geri dönme konusunda beni motive eden “Yemek, Toplum ve Siyaset” adlı bir ders tasarlamak olmuştu. Şimdi bu dersi de veriyorum üniversitede. Beylunioğlu ailesini Hatay’da ve Mersin’de yaşayan halkımızdan hemen hemen tanımayan yokur. Bu durum hayatında bir kolaylık sağladı mı? Evet, Beylunioğlu ailesi özellikle Antakya’da bilinen bir aile. Alber Beyluni, Ojen Beyluni, Alfred Beyluni, Can Beyluni hep bizim aileden. Babamın dedeleri ile farklı derecelerde kuzenler. Ancak bir kısmı ben doğmadan çok önceleri Türkiye’den ayrıldılar, bazıları da vefat etmiş. Ojen Amca ile Alfred Amca’yı çok iyi hatırlıyorum gerçi. Şu anda Türkiye’de Beyluni soyadlı çok aile kalmadı. Sadece bizim çekirdek aileden söz edebiliriz. Özellikle İstanbul’a geldiğimde ve akademik hayatımda karşılaştığım Antakyalılar soyadımdan beni tanıdıklarını hep ifade eder, tanıdıkları Beylunileri sayar ve o kişilerle yakınlığımı sorarlardı. Bu durum bana kolaylık sağladı diyemem, çünkü ben genellikle hep kendi çabamla bir yerlere gelmeye çalıştım. Aksi de ruhuma aykırı olurdu sanıyorum. Ancak, din özgürlüğü ve dini/etnik azınlıklar konularına eğilen akademik çalışmalarımda, Hıristiyan olmamın yanı sıra, Beyluni soyadımın da bir güven yarattığını hissettiğimi inkâr edemem. Doktoranı İtalya’da yaptığını söyledin. Şanslısın. Evet, İtalya’nın Floransa kentinde bulunan Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nde Sosyal ve Siyasal Bilimler alanında Prof. Olivier Roy’un danışmanlığında doktora yaptım.  Türkçeye “İslami ve Seküler Değerler Arasında Din Özgürlüğü: Türkiye’deki Hıristiyanlar” şeklinde çevirebileceğim doktora tezimi 2017 yılında savunarak doktorayı tamamladım. Floransa gibi zihin açıcı bir şehirde doktora yaptığım için ben de kendimi şanslı hissediyorum. Doktora dışında bana çok şey kattı Floransa. İtalyancaya ve İtalyan yemek kültürüne sevgim bu şehirde gelişti. Yemek-kimlik ilişkisi üzerine burada düşünmeye başladım. Yeri başkadır benim için. Seni bir yazar olarak tanıyordum. Akademisyen arkadaşlarınla birkaç kitap yayınladın. Bana bu kitaplardan biraz bahsedebilir misin? Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabımızı 2018 yılında istos Yayınları’ndan çıkardık. Bu kitapta yazılmış bir makalenin yazarlarından biriyim ben. Kitapta Haris Rigas’ın tarihsel, ben ve Özgür Kaymak’ın politik-sosyolojik, Şule Can ve Zerrin Arslan’ın politik ve Polina Gioltzoglou’nun da antropolojik bir perspektiften Antakyalı Ortodoksları anlattığı makaleleri mevcut. Bu kitap içinde yer alan makalemizde Antakyalı Ortodoksların -kilisenin değil, insanların- bugün kendilerini sosyolojik anlamda nasıl tanımladıklarına ve İstanbul Rumlarıyla ilişkiselliklerine değindik. Daha sonra yine istos’tan Kısmet Tabii… adlı kitabımız çıktı bu yılın ilk aylarında. Bu kitapta da İstanbul’da bulunan Rum, Yahudi ve Ermenilerin, gerek kendi aralarında ama çoğunlukla Müslümanlarla yaptıkları evliliklere odaklandık. Yeni bir kitap yazmayı planlıyor musun? Çok yakında değil. Malum ikiz kızlarım var, üniversitede dersler veriyorum ve şimdi bir de Nehna var. Ama niyetim var. Yakın zamanda farklı dinden insanların bir arada yattığı Mersin Mezarlığı’nda, mezarlıktaki şehitlikle komşuluk yapan rahmetli dedemin ve anneannemin yattığı aile mezarının kapısına yeni cenaze girişini engelleyecek şekilde bir duvar ördüler. Aile olarak bu sorunu çözmeye çalışırken Türkiyeli gayrimüslimlere dair ötekileştirme ve ayrımcılık karşımıza çıktı. Seküler bir ülkede sadece Müslümanların hassasiyetlerinin dikkate alınmasına bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak şaşırmıyorum, fakat yine de bu konu, yani mezarlık meselesi çok önemli. Toplumsal bir barıştan bahsedeceksek ileride, mutlaka bu konuda da adımlar atılması gerekiyor. Ferit Tekbaş ve Anna Maria Beylunioğlu Aynı zamanda profesyonel aşçılık eğitimi aldığını söyledin. Aşçı olmaya nasıl karar verdin ve bunun Antakya mutfağıyla bir bağlantısı var mı? Şu anda aşçılık yapmıyorum maalesef. Ancak aşçılık eğitimi alarak çok doğru bir karar verdiğimi düşünüyorum. Hikayesini anlatayım. Kendimi bildim bileli yemek yapmakla çok, iyi yemek yemekle daha çok ilgiliydim. Ancak 2011 yılında doktoraya başladığım yıllarda stres atmak için her bulduğum fırsatta kendimi mutfağa atar olmuştum. Sık sık annemi, babamı ve nenelerimi arayıp yemeklerin geleneksel şekliyle nasıl yapıldığını sormaya başladım. Böylece Antakya yemeklerini yeniden keşfediyordum. Güzel yaptığıma inandığım yemekleri de eşimin tavsiyesiyle bir blogda toplamaya başladım. Bu blogun ismi zaman içerisinde “Mutfaktaki Akademisyen” oldu. İtalya’dan dönmeye yakın akademiye inancımı yitirmeye başladım, öyle ki, tamamen bırakmayı düşündüm. Tek istediğim şey aşçı olmaktı. İstanbul’da bir aşçılık okulunda uzun dönem profesyonel aşçılık eğitimi aldım. Stajlarımı çok iyi yerlerde yaptım, fakat buradan da mezun olurken kalıbıma sığamadığımı hissettim, istediğimin aşçı olmaktan da fazlası olduğunu düşündüm. Bir süre gönüllü olarak yemekle ilgili sosyal projelere katkı sağladım. Bunlardan en önemlisi de sanırım Suriyeli mültecilerin gıda girişimciliği üzerinden topluma entegrasyonunu destekleyen bir girişimdi. Daha sonra ikiz çocuklarıma hamilelik sürecinde profesyonel mutfaktan uzak kalmam gerekti. Şimdi üniversitede yemek ve siyaset üzerine ders veriyorum. Aynı zamanda bir Slow Food üyesi olarak çeşitli projelerin içinde yer almaya devam ediyorum. Bir Antakyalı olarak yemek ve siyaset üzerine düşünmeyi seviyorum, ileride bu akademik yayınlarımı yemek ve siyaset konularında yapmak istiyorum. Nehna projesi fikrimi ilk sana ve Mişel’e anlatmıştım. O zaman da halkımızdan genç, dinamik, bu alanda tecrübeli kişiler arayışındaydım. Sana sorduğumda senin biraz tereddütlü davrandığını hatırlıyorum ama daha sonra Nehna için benden fazla heyecanlandın. Bunun nedeni neydi? Sen bana ve Mişel’e konuyu açmadan çok daha önce, Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabını yayına hazırladığımız yıl, Mişel ve Ketrin’le toplumumuza dair gerek kültürel, gerek de güncel sorunlara dair çalışmalar yapılması gerektiğini ve bunun büyük bir eksik olduğunu konuşuyorduk. Kitabımız yayınlandıktan sonra da seninle yollarımız kesişti. Online gazete fikrini bana açtığında, dediğin gibi, biraz tereddüt ettim. Bunun çeşitli sebepleri var tabii. Öncelikle yayıncılık benim daha önce tecrübe ettiğim bir alan değildi. Bu konuda aktif bir rol üstlenebilecek gücü görmemiştim kendimde. İkincisi, bir ekip kurmak gerekiyordu, bu ekibin anlaşması, ortak bir noktada buluşması çok kolay gözükmüyordu. Bir de tabii, bizim toplumumuzun yayın yapma pratiği diğer cemaatlerle karşılaştırıldığında çok daha az. Yazı yazmak ve düzenli ve kaliteli içerik oluşturmak gerçekten emek gerektirecekti. Böyle bir projenin içerisinde yer aldığımda, akademisyen olarak çok daha aktif bir rol almam gerekeceğini tahmin ediyordum. Ve sen toplumumuza dair bir platform kurma fikriyle bana geldiğinde ikiz çocuklarıma hamileydim ve kızımın rahatsızlığı sebebi ile doğumdan sonra da bir yıla yakın bir süre yoğun bakımlarda geçen uzun bir sürecimiz oldu. Tüm bu nedenlerle, sana böyle bir platform kurulursa, orada seve seve düzenli yazı yazabileceğimi, fakat kurucu ekipte yer alamayacağımı ifade etmiştim. Ancak daha sonra topladığımız ekipte çok farklı fikirlere sahip insanlardan oluşmasına rağmen güzel bir sinerji yaratmayı başarabildik ve oluşturulan proje beni her zamankinden daha çok heyecanlandırmaya başladı. Ekip çok iyiydi, dolayısıyla yayın yükünün altından hep beraber kalkabileceğimize ve kızımın hastalık süreci devam etmesine rağmen, Nehna projesi içerisinde aktif bir şekilde yer almam gerektiğine zaman içerisinde ikna oldum. Nehna projesinin ön hazırlıkları bir seneden fazla zaman aldı. Nedeni neydi? Dediğim gibi çok farklı fikirlere sahip altı kişi bir araya geldik. Birbirimizi yeteri kadar tanımıyorduk. Bu durumda bir platform kurmak gerçekten hiç kolay değil.  Öncelikle bu topluma dair ne yapmak istediğimizi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu düşündüğümüzü birbirimize anlatmamız gerekiyordu. Platformun ismine karar vermemiz aylar aldı. Bunun en temel sebebi toplumun içinde devam eden Rumluk-Araplık tartışmasıydı. Dinamik, zamanın ruhuna uygun bir platform oluşturma derdindeydik, öncelikle toplumumuza hitap eden tek kelimelik, kapsayıcı bir isme ihtiyacımız vardı. Bu nedenle toplumumuzun yüzyıllardır konuştuğu dilde “biz” anlamına gelen nehna’da karar kıldık. Sonra, şu anda websitemizde “biz kimiz” adı altında yer alan manifestomuz üzerine kafa yorduk. Şu an hala hem platformumuza seçtiğimiz ismin Arapça olması hem de bu manifesto üzerinden eleştiriler aldığımız oluyor ancak ben hem ismin hem de manifestomuzun toplumumuza dair fikirleri olabildiğince kapsayabildiğini düşünüyorum. Son olarak kaliteli bir içerik üretmek ve bunu iyi bir altyapıyla sunmak için yaptığımız toplantılar ve web sitesinin hazırlanması zaman aldı. Ancak sanıyorum beklememize değdi, benim de daha şimdiden içinde olmaktan mutluluk duyduğum bir proje oldu Nehna. Editörlüğün yanında hangi konular üzerinde çalışmalarınla yer alacaksın Nehna’da? Yazabileceğim çok konu var. Antakyalı Ortodoksların aidiyet algısı üzerine daha önce akademik çalışmalarım olmuştu. Bu konularda da yazacağım ve röportajlar yapacağım elbette, fakat ben daha çok yemek konularında yazılar kaleme almak istiyorum. Yemek ve kimlik ilişkisi son yıllarda beni gittikçe artan bir şekilde içine çekiyor ve Nehna için bu konuda yazdığım ilk yazıda da belirttiğim gibi, bu ilişkinin Antakya ve çevresinde çok daha güçlü olduğunu hissediyorum. Buna dair bir kitap yazma fikrim de vardı yakın geçmişte. Büyüklerimizle yemek üzerinden sohbetler gerçekleştirip hikayesi olan yemekleri kimliğin önemli bir unsuru olarak ortaya koymayı amaçlıyordum. O proje bir süreliğine raftaydı ama Nehna için yapacağım röportajlarla sanıyorum bu fikri hayata geçirmenin vakti geldi. Nehna’da sen ve Emre Can editörlüğü üstlendiniz. Bu yayın yapan her platform için en önemli görevlerden biridir. Nehna’yı gelecekte nereye götürmek istiyorsun? Hiç kolay bir iş değil gerçekten. Emre Can ekipte olmasaydı sanıyorum çok daha zor olurdu. Tüm akademik yükümlülüklerimize rağmen iyi bir çalışma temposu tutturduk kendisiyle. Ekipte Nehna’nın ileride bir dernek olabileceğini düşünenlerimiz var, aslında ben buna pek sıcak bakmıyorum. Nehna bu haliyle çok dinamik. Daha şimdiden yurtdışından, hatta Japonya’dan bize ulaşmaya çalışanlar var! Daha da dinamik olacak inanıyorum. Ancak öyle bir noktaya gelecek ki, Nehna’nın yarattığı enerjiyle uluslararası alanda projeler yapabileceğiz. Bunun için de dernekleşmemiz gerekecek bir noktada. Ama tüm bunlardan önce düzenli ve kaliteli içerik üretmek, bu içeriği yeni teknolojilerle (video yayını, podcast gibi) desteklemek benim için öncelik taşıyor ve Nehna’yı çok okunan, çok dinlenen, çok sesli ve farklı fikirleri bir araya getirebilen bir platform olarak görmek istiyorum. Bu mülakat için diğer arkadaşlarımız ve okurlarımız adına teşekkür ediyorum ve çalışmalarında başarılar diliyorum. Ben teşekkür ediyorum Ferit Abi. Yorucu ama keyifli bir sürecin içerisinde ilerliyoruz. Yolumuz açık olsun!

  • Mitri Şirin: Kültürümüzde Arkadaşların Aileye Dönüşebilmesini Çok Seviyorum

    Foto: Jennifer Fey Mitri Şirin, Almanya’nın en ünlü ekran yüzlerinden biri. Şirin, ülkenin en büyük televizyon kanallarından ZDF’nin milyonlarca insan tarafından izlenen ana haber bültenini sunuyor. Şirin, ayrıca 1960’larda Samandağ’dan Münsterland’a göç etmiş Antakyalı Ortodoks bir ailenin çocuğu. Kendisiyle Samandağ’ı, ailesini ve Almanya’da müzik sunuculuğuyla başlayan televizyon kariyerini konuştuk. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Gazeteciliğe olan tutkunu nasıl keşfettin ve televizyona nasıl geçtin? 90’lı yılların başında sivil hizmetimin (askerliğe alternatif hizmet) ardından Berlin’e gittim ve bir radyo istasyonuna (Kiss FM) başvurdum. Her zaman büyük bir müzik hayranıydım. Soul, blues, rap ve house ya da techno gibi o zamanlar yeni addedilen elektronik müziğe bayılıyordum. Kiss FM’de de bu tarz müzikler çalıyorduk. Nispeten hızlı bir şekilde müzik editörlüğüne ve sunuculuğuna yükseldim. O zamanlar gerçek bir patronu olmayan harika bir gruptuk. Birbirimizin sınırsızca yeni şeyler denemesine izin veriyorduk. Bu ortam, gelişimim için de çok iyi oldu. Daha sonra başka radyo istasyonlarında da çalıştım. En son Berlin’e 170 km uzaklıktaki bir radyo istasyonunda işe girdim. Uzun vadede yolculuk benim için çok stresli hale geldiğinden, başka bir şey aramaya başladım. Almanya’nın üçüncü büyük kanal olan rbb, bir haber yayını (rbb aktuell) için sunucu arıyordu. Orada birkaç yıl çalıştım. Aynı zamanda, Köln merkezli televizyon kanalı WDR’de de aynı pozisyonda çalıştım. ZDF beni orada keşfetti ve 2009’da Mainz’de bir sunucu seçimine davet etti. Hikayenin devamını zaten biliyorsunuz. Yakın zamanda Almanya’nın en önemli kanallarından biri ZDF’nin ana haber spikeri oldun. Bu alanda ne gibi hayallerin var? Bugünün en önemli haber programının sunucularından biri olduğuma bazen kendim de inanamıyorum. Lise mezunuyum ama üniversite diplomam yok. Aslında, ZDF’de çalışmak istiyorsanız bu kesinlikle gerekli. Ama yeteneğimi fark ettiler ve bana inandılar. 2009’daki göreve başladıktan sonra, nispeten hızlı bir şekilde ZDF sabah programı moderatörlüğüne yükseldim. Bu pozisyon, Almanya televizyonlarındaki en zorlu programlardan biri, çünkü ülkedeki en önemli politikacılara doğru soruları sormak için sabahın köründe tamamen uyanık olmanız gerekiyor. 10 yılı aşkın bir zamandan sonra şimdi en popüler programlardan biri olan, 5 milyondan fazla izleyiciye ulaşan 19:00 HEUTE bülteninde beni bekleyen önemli bir görev var. Sırada ne var? Bilmiyorum, bu herkese sürpriz olsun. Bize biraz ailenden bahsedebilir misin? Ailem Samandağlı. Babam Şirin ailesinden, annem ise Atiklerden. Babam 1960’ların sonunda tek başına Almanya’ya gelmiş. Annem ise 1-2 yıl sonra ona katılmış. Çocukken yaz tatillerinde hep altı haftalığına Samandağ’a giderdik. Buna dair en net hatırladığım, Avusturya, Yugoslavya ve Bulgaristan’da geçen dört günlük araba yolculuğu. Ve sonunda Samandağ’a varana kadar Türkiye içinde de 1000 km yol gitmeniz gerekirdi. Çok ıstıraplıydı. Halen Samandağ’da veya Suriye’de yaşayan akrabaların var mı? Evet, Samandağ’da hala çok akrabamız var. Ben uzun zamandır Samandağ’a gitmedim. Ama akrabalardan haberleri annemden almaya devam ediyorum, o Samandağ’la sürekli iletişim halinde. Sen Almanya’da doğdun. İkinci nesil göçmen olarak Samandağ’ı nasıl hatırlıyorsun? Samandağ’a en son 2005 yılında gittim. Büyükannem Janet o zamanlar hala hayattaydı ve çocuklarımın Ortodoks olarak vaftiz edilmesi en büyük dileğiydi. En büyük iki çocuğum ve dayım Can Atik’in çocukları o dönemde vaftiz edildi. Daha sonra bahçede büyük bir eğlence düzenledik. Köyün yarısı geldi, sabaha kadar uyumadık. Ne yazık ki, sadece çocukluğumdan bazı anılarını hatırlayabiliyorum oraya dair ama hatırladığım şeylerin çoğu, benim için her zaman istediğim her şeyi pişiren büyükannemle ilgili. Kültürümüzle ve Arapça ve Türkçeyle ilişkin nasıl? Türkçeyi çok az anlıyorum, Arapçam daha iyi. O zamanlar evde ve tatilde Arapça konuşurduk. Ama bu dilde kendimi geliştirerek çok daha iyi olmalıydım, halen de olabilirim aslında. Tabii ki, kültürümüzde ailenin farklı bir değere sahip olmasını ve arkadaşların hızla ailenin bir parçası haline gelmesini seviyorum. Yemeklerimiz de eşsiz. Bir de kültürümüz bazen melodram ve özlemle dolu çok sosyal bir yaşam tarzına sahip. Sanırım ona hüzün diyorsunuz, işte onu çok beğeniyorum. Antakyalılar için yemek önemlidir. Senin en sevdiğin yemekler hangileri? En sevdiğim yemek çiğ köfte ve fasulye. Bir de dünyanın en lezzetli fasulye çorbası. Tabii ki, hepsi annemin ellerinden olmalı. Ailenin kültürümüze bakışı nasıl? Eşim Alman ve çocuklarım Almanca konuşarak büyüdüler. Çocuklarıma Arapça öğretecek kadar Arapçam yok. Bu, aynı zamanda annemin Almancayı düzgün bir şekilde öğrenmemizi çok önemli bulmasından da kaynaklanıyor. Ablam doğrusunu yaptı ve Arapça okudu. Şimdi Arapçayı benden çok daha iyi konuşuyor. Ve benim aksime yazabiliyor da. İyi ki başka yeteneklerim var! Bildiğin gibi Nehna yayın hayatına kısa zaman önce başladı. Bir gazeteci olarak bize neler önerirsin? Bence doğru yoldasınız. Bugün başarılı olmak isteyen herkes bir alanda uzmanlaşmalı. Dijitalleşme her şeyi atomize etti. Dijital ortamda artık herkes için her şey var. Ve bir bölge ve ilgi alanı üzerine uzmanlaşırsanız, otantik kaldığınız sürece, bu çok işe yarayacaktır, zaten siz de bunu yapıyorsunuz. Nehna ekibi olarak hepiniz oralısınız ve bölgeyi ve insanlarını iyi tanıyorsunuz. Almanya’da olmama rağmen beni bile tanıyorsunuz. Nehna ve okuyucuları adına bu röportaj için teşekkür eder, iş ve özel hayatında başarılar dileriz. Aslında, bu söyleşi için ben teşekkür ederim.

  • Mitri Sirin: Ich mag dass in unserer Kultur Freunde schnell zur Familie dazugehören

    Foto: Jennifer Fey Mitri Sirin ist ein bekannter deutscher Fernseh- und Nachrichtenmoderator dessen familiäre Wurzeln in Samandag – Türkei liegen. Ferit Tekbas interviewte ihn zu seinem Werdegang, seinen Erinnerungen an die Heimat und zu seiner Familie. Interview: Ferit Yuhanna Tekbaş Hallo Mitri, wir möchten uns ganz herzlich für dieses Interview bedanken. Du bist ein bekannter Moderator und Nachrichtensprecher in Deutschland. Unsere Leser wollen bestimmt wissen, welche Stationen zu deiner erfolgreichen Karriere geführt haben. Wie hast du deine Leidenschaft für den Journalismus entdeckt und wie bist du zum Fernsehen gekommen? Lieber Ferit, Vielen Dank für Euer Interesse. Ich bin über viele Umwege zum politischen Journalismus und letztlich zum Fernsehen gekommen. Anfang der 90er Jahre bin ich nach meinem Zivildienst (Ersatzdienst für Militärdienst) nach Berlin gegangen und habe mich bei einem Musiksender (Kiss FM) beworben. Schon immer war ich ein großer Musikfan und kannte mich zu diesem Zeitpunkt relativ gut aus mit Soul, Blues, Rap aber auch der damals noch neuartigen elektronischen Musik wie House oder Techno. Das waren jedenfalls die Musikrichtungen, die wir bei Kiss FM gespielt haben. Relativ schnell bin ich zum Musikredakteur und Moderator aufgestiegen. Wir waren eine tolle Truppe damals ohne richtigen Chef, wir durften uns ohne Grenzen ausprobieren. Das war sehr gut für meine Entwicklung. Ich habe dann noch für 2-3 weitere Musiksender beim Radio gearbeitet. Zuletzt bei einem Radiosender 170 km entfernt von Berlin. Weil mir die Pendelei auf Dauer zu stressig wurde, suchte ich etwas anderes. Der rbb, ein 3. Programm der ARD, suchte damals einen Präsentator für einen Nachrichtenmagazin (rbb aktuell). Dort bliebe ich dann mehrere Jahre und arbeitete parallel auch in gleicher Funktion für den WDR. Das ZDF hat mich dort entdeckt und lud mich 2009 zum Casting nach Mainz. Der Rest ist Geschichte. Du bist seit kurzem Hauptabendmoderator des ZDF, einem der wichtigsten deutschen Sender. Es gab definitiv Hindernisse und Herausforderungen auf deinem Karriereweg, welcher war für dich am schwierigsten und hast du noch weitere berufliche Ziele die du verwirklichen möchtest? Das ich heute einer der Hauptmoderatoren für die wichtigste Heute-Nachrichtensendung bin, kann ich manchmal selber nicht glauben. Es ist auch der Beweis dafür, dass Ausnahmen die Regeln bestätigen. Ich habe zwar Abitur, aber kein abgeschlossenes Hochschulstudium. Eigentlich ist das aber zwingend notwendig, wenn man beim ZDF arbeiten will. Aber man hat mein Talent erkannt und an mich geglaubt. Schließlich bin nach meinem Start 2009 relativ schnell zum ZDF- Morgenmagazin Moderator aufgestiegen. Eine der anspruchsvollsten Sendungen im deutschen Fernsehen, weil man zu frühester Uhrzeit schon hellwach sein muss, um den wichtigsten Politikern des Landes die richtigen Fragen zu stellen. Jetzt nach über 10 Jahren dort, wartet mit den 19 Uhr Heute-Nachrichten, eine der an am meisten eingeschalteten Sendungen (bis zu 5 Millionen Zuschauer pro Sendung) eine wichtige Aufgabe auf mich. Was noch kommt? Keine Ahnung ich lass mich überraschen. Wir wissen, dass deine familiären Wurzeln in Samandag liegen. Kannst du uns einen kurzen Einblick gewähren und etwas zur Geschichte erzählen. Wie fing es an? Ja meine Familie kommt aus Samandag. Die Familie meines Vaters ist die SIRIN Familie. Die meiner Mutter die ATIK Familie. Mein Vater kam Ende der 60er Jahre alleine nach Deutschland und meine Mutter kam dann glaube ich ein oder 2 Jahre später nach. Wir sind dann immer in den Sommerferien für 6 Wochen dorthin gefahren. Ich kann mich noch sehr intensiv an die quälenden, 4tägigen Autofahrten über Österreich, Jugoslawien und Bulgarien erinnern. Und dann musste man ja noch 1000 KM durch die Türkei fahren bis man endlich in Samandag war. Hast du noch viele Verwandte, die in Samandag oder Syrien leben? Ja wir haben noch viele Verwandte in Samandag aber ich war schon sehr lange nicht mehr da. Meine Mutter hält mich auf dem Laufenden und hat regelmäßigen Kontakt zur Verwandtschaft. Mitri, du bist in Deutschland geboren. Ich erinnere mich sehr gut, als ich ein Kind war, warst du im Urlaub in Samandag, obwohl ich älter war als du, hast du damals mit uns gespielt. Erinnerst du dich daran und was sind deine Eindrücke oder Erinnerungen an Samandağ und wann warst du das letzte Mal dort? Das letzte Mal war ich 2005 in Samandag. Meine Oma Canet lebte damals noch und es war immer ihr größter Wunsch, dass meine Kinder orthodox getauft werden. So haben wir es damals gemacht. Meine beiden ältesten Kinder und die Kinder meines Onkels Can Atik wurden damals getauft. Wir haben anschließend ein tolles Fest in der Plantage gefeiert. Das halbe Dorf kam, es gab Lamm, Raki und Fistik und wir waren erst im Morgengrauen im Bett. An meine Kindheit dort erinnere mich leider nur bruchstückhaft. Es hat meistens mit meiner Oma zu tun, die mir immer alles gekocht hat was ich mir gewünscht habe. Was magst du an unserer Kultur am meisten und kannst du Arabisch oder Türkisch? Türkisch verstehe ich nur bruchstückhaft, im Arabischen läuft es besser. Das wurde ja damals zuhause und im Urlaub auch gesprochen. Aber auch da müsste und könnte ich viel besser werden. Ich mag, natürlich, dass Familie einen anderen Wert hat in unserer Kultur und dass auch Freunde schnell zur Familie dazugehören. Das Essen ist einmalig und die sehr gesellige Lebensweise, die teilweise auch mit Melodramatik und Sehnsucht behaftet ist . Ich glaube ihr nennt es ‘Hüzün’. Du bist seit langem glücklich mit einer deutschen Frau verheiratet. Lernen auch deine Kinder teilweise unsere Kultur und Traditionen kennen und welche Lieblingsspeise hast du aus der Heimat deiner Eltern? Meine Frau ist Deutsche und meine Kinder sind schon deutschsprachig aufgewachsen. Mein Arabisch empfinde ich als zu schlecht um es ernsthaft weitergeben zu können. Das liegt auch daran, dass meine Mutter großen Wert daraufgelegt hat, dass wir vernünftig Deutsch lernen. Meine ältere Schwester hat es richtig gemacht. Sie hat Arabistik studiert und kann heute sehr viel besser arabisch sprechen als ich. Und schreiben kann sie es auch im Gegensatz zu mir. Nun ich habe andere Talente. Das Essen ist den Antakyaner wichtig. Was sind deine Lieblingsgerichte? Mein Lieblingsessen ist Cig Köfte und Fassulja, die leckerste Bohnensuppe der Welt „natürlich zubereitet und gekocht von meiner Mutter.“ Wie du weißt, wurde das Nehna-Onlineportal gerade gestartet. Was würdest du uns als Journalisten raten oder weiterempfehlen? Nun, ich glaube ihr seid mit Eurem Portal auf einem richtigen Weg. Wer heute erfolgreich sein will,- spezialisiert sich. Durch die Digitalisierung hat sich alles atomisiert. Für alle gibt es alles. Und wenn man sich auf eine Region und ihre Interessen und Neuigkeiten spezialisiert, dann wird das klappen solange man authentisch bleibt. Und das seid ihr ja. Ihr kommt von dort, ihr kennt die Gegend alle Leute, sogar mich. Im Namen des Nehna – Onlineportals und seiner Leser danken wir dir für dieses Interview und wünschen dir weiterhin beruflich und privat viel Erfolg. Vielen Dank für das Interview.

  • Beklenen Godot Gelirken: Vakıf Seçimleri Yönetmeliği Sorunu

    Foto: Milliyet Gazetesi Cumhurbaşkanı Erdoğan, 25 Ekim 2021 tarihli kabine toplantısının ardından yaptığı açıklamada, toplantıda azınlık vakıflarının seçim yönetmeliğinin de gündeme geldiğini belirtti. Bu konuda yakın zamanda bir mevzuat düzenlemesi yapılacağının sinyalini vermesinin ardından, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, azınlık vakıfları seçim yönetmeliğinin önümüzdeki yılın Nisan ayı sonuna kadar hazır olacağını söyledi. Bunun üzerine biz de cemaat vakıflarının uzun süredir devam eden seçim yapamama sorununun nelere yol açtığını ve yeni bir yönetmelikten ne beklediğimizi bir kez daha gündeme getirmek istedik Ne olmuştu ve ne yapılabilirdi? Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM), Ocak 2013’te yürürlükteki cemaat vakıfları seçim yönetmeliğini yenisini hazırlamak üzere iptal etti ve aradan geçen 8 yılı aşkın süreye rağmen bu vaat yerine getirilmedi. Bu nedenle, söz konusu tarihten itibaren cemaat vakıfları seçimleri yapılamıyor. Tüm ülkede olduğu gibi bölgemizdeki cemaat vakıfları yönetim seçimleri de son olarak 2011 ve 2012 yılında yapılmıştı. Bu seçimler neticesinde vakıf yöneticisi olarak seçilen yöneticiler, bu süre zarfında aralıksız olarak vakıfları yönetmeye devam ediyorlar. Aslına bakarsanız, birçok vakıf yöneticisinin de bu durumdan rahatsız olduğunu söyleyebiliriz. Ancak vakıflarımızın büyük çoğunluğu, her konuda olduğu gibi bu konuda da hukuki bir girişimde bulunmaktan kaçındı ve sorunun çözümü için VGM ve siyasi iktidar nezdinde yapılan girişimler bugüne kadar sonuçsuz kaldı. Halbuki Anayasa ve Vakıflar Kanunu gereğince bir hak olan vakıflarda seçim yapılmasının, söz konusu yönetmeliğin aradan geçen sürede düzenlenmemesi sebebiyle engellenmesi,elbette ki, iktidarın bu yükümlülüğünü ihlal ettiği anlamına geliyor. Aslında, iktidarın üzerine düşen yükümlülüğü yerine getirmemesi, bir topluluğun anayasal ve yasal hakkını kullanmasına engel teşkil etmiyordu. Yani, vakıflarımızın seçim yapmasında hukuki bir engel mevcut değildi. Bu doğrultuda, tüm cemaat vakıfları, ortak bir karar alarak, seçim yapma iradelerini ortaya koyabilir ve ilgili kuruluşlara başvuruda bulunabilirdi. Elbette ki, bu taleplerin reddedilmesi ve buna karşı yapılan hukuki girişimlerin sonuçsuz kalması da muhtemeldi. Ancak, bu toplu irade beyanları, öncelikle bu meselenin temel bir hak olduğunu vurgulayabilirdi, zira sorun siyasi zeminden hukuki zemine taşınmış olurdu. Ve tabii ki, konu bir şekilde gündemde tutulmaya devam edilirdi. Fakat bu yöntem tercih edilmedi ve vakıflar sorunun kapalı kapılar ardında, kişisel ilişkilerle ve iktidarın inisiyatifiyle çözülmesini beklemeyi tercih etti. Seçimlerin yapılamamasının neticeleri İktidar tarafından seçim yapması bir şekilde engellenen vakıf yönetimlerinin bir kısmı yaklaşık 10 yıldır, bir kısmı ise daha uzun süredir değişmedi. Aradan geçen bu sürede, zaten genel olarak belirli bir yaşın üzerinde kişilerden oluşan vakıf yönetimleri daha da yaşlandı. Bu süreçte yönetimler yoruldu ve yıprandı. Bir kısmında bıkkınlık mevcut. Öyle ki, sadece dört yıl için bu göreve gelen bir kısım yöneticiler kerhen görevlerine devam etmek zorunda bırakılıyor. Bu durum da görevlerini layıkıyla yapmalarına engel olabiliyor. Seçimlerin yapılamaması ve yöneticilerin uzun süredir değişmemiş olması sebebiyle vakıflardaki şeffaflık ve toplumun denetim gücü de azalmış durumda. Vakıflardaki seçimler sadece yeni bir yönetimin seçilmesi anlamına gelmiyor. Aynı zamanda, önceki yönetimin icraatlarının da bir şekilde değerlendirilmesi anlamı da taşıyor. Bu nedenle, bu mekanizmanın çalışmaması aslında vakıfların iyi yönetilip yönetilmediği konusunda değerlendirme yapmamıza da engel oluyor. Bununla birlikte, yöneticilerin isimlerinin vakıfların önüne geçmesi sebebiyle vakıfların kurumsal yapısı da zedelenme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Gerek kamu kurumları nezdinde, gerekse de diğer şahıslarla ilişkilerde kurumsallık yerine kişisel ilişkilerin öne çıkmasına sebep oluyor. Bu ilişki türü, gelecekte görevi devralacak kişileri zorlayacak bir durum olarak karşımıza çıkacak. Öyle ki, zaten vakıf yönetimlerinde yer almak için pek hevesli olmayan gençlerin bu görevlerden daha da uzak durmasına sebep olacak. Sonuçta uzun süredir seçimlerin yapılamıyor oluşu, azınlık toplumlarındaki gençlerin katılımcılığını da etkiliyor. Şöyle düşünelim: Vakıflardaki son seçimlerin yapıldığı 2012 yılında 17 yaşında olan bir kişi şu anda 26 yaşında ve henüz herhangi bir vakıf yönetimi seçimlerinde oy kullanmadı. Kimliğe ilişkin algıların oluştuğu ve şekillendiği dönemde, tek bir vakıf yönetimiyle büyüyen nesillerin maalesef ileride demokratik seçimlere ayak uydurması da zorlaşacak. Bir yandan, bu durum sorunlarımızın ülkedeki genel siyasetle ne kadar benzer olduğu da gözler önüne seriyor. Yürürlükten kaldırılan yönetmeliğin kaldırılma gerekçesi, yeterince demokratik olmayışıydı. Düzenlenecek yeni yönetmeliğin bir öncekinden farklı olarak, idarenin seçimlere müdahalesini engelleyecek şekilde düzenlenmesi gerekiyor. Kamu otoritesinin seçimlerin ne zaman ve ne şekilde yapılacağı, kimlerin seçime katılacağı, seçilen yöneticilerin mülki idare ya da bakanlık tarafından onaylanması gibi anti-demokratik uygulamalardan vazgeçilmesi gerekiyor. Bununla birlikte, seçim bölgesi ve seçmen sayısı gibi daha önce karşımıza sıklıkla çıkan sorunların belirli bir kritere göre belirlenmesi ve uygulamada çıkan sorunların giderilmesi lazım. Tek sorun seçim değil Gündemimizdeki güncel sorun vakıf seçimleri elbette ama tüm azınlık toplumları için temel sorun, aslında tüzel kişilik sorunu olduğunu da ifade etmek gerek. Azınlık toplumlarının aslında tüzel kişiliği yok ve vakıf dediğimiz kurumlar, aslında hukuken sadece ‘hayır işi’ yapmak için kurulan tüzel kişilikler. Azınlık toplumlarını vakıflar üzerinden tanımak ve bu yolla temsiliyetlerini sağlamak, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana uygulanan bir devlet politikası. Buradaki amaç, mümkün olduğunca azınlık toplumlarını muhatap almamak ve hak arayışıyla ilgili hukuki yolları tıkamaktı. Bu durum, evrensel hukuk ilkeleriyle bağdaşmadığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık belgesi olarak tanımladığı Lozan Antlaşması’yla da bağdaşmıyor. Tüzel kişilik sorunun çözümü, her bir azınlık toplumunun ayrı ayrı tüzel kişi olarak tanımlandığı bir yasa düzenlemesi yapmaktan ve bu toplumların tüm haklarını yasayla güvence altına almaktan geçiyor. Bununla birlikte, azınlık vakıfları konusunda toplumların kendisinden kaynaklanan sorunlar da mevcut. Bunların başında, vakıfları kendi malları gibi gören, koltuktan kalkmamak için çeşitli ilişkiler kuran, bu ilişkiler sayesinde vakıfları yöneten, kurumsallaşmanın önünü tıkayan, şeffaf bir şekilde topluma bilgi ve hesap vermeyen bir anlayışın hâkim olması geliyor. Ayrıca, vakıf yöneticiliği için “erkek ve tecrübeli”olmanın sanki bir kritermiş gibi algılanması da çok büyük bir problem olarak karşımızda duruyor. Belki de vakıf yönetimleri için genç ve/veya kadın kotası getirmek ve vakıfların dinamik ve şeffaf bir yapıya dönüşmelerini sağlamak gerekiyor. Sonuçta, vakıflardaki seçim sorunu, aslında temel sorunlardan ve ülkemizdeki siyasi konjonktürden bağımsız değil. Bu sorunların çözümü için elbette öncelikle ülkenin demokratikleşmesi gerekiyor. Bize düşen ise vakıf yönetimleri konusunda toplum içindeki katılımcılığı teşvik edecek adımlar atmak.

  • Cneydo’da “Zinneni” Şöleni

    Yazı ve Fotoğraflar: Abdulla Sert Antakya’nın 25 kilometre güneydoğusunda yer alan, geleneksel adıyla Kuseyr bölgesinde bulunan Altınözü ilçesine bağlı, kendi halinde, şimdiki resmi adı Tokaçlı olan şirin bir köydür Cneydo. Şimdilerde resmi adı “Tokaçlı” olan köyde ve çevresinde nereye baksanız, sizleri her daim yeşil yaprakları ve sevimli ama güvenli duruşlarıyla asırlık zeytin ağaçları karşılar. Köyde her yıl Ekim ayı ortalarında başlayan zeytin hasadı neredeyse Aralık ayına kadar devam eder. Zeytin ağaçlarının çırpılmasıyla olgunlaşmış zeytin tanelerinin toplanması, en emek yoğun işlerden birisidir. Toplanan zeytin taneleri, torbalara doldurulur ve çoğu, zeytinyağı üretmek için  köydeki zeytinyağı fabrikasına taşınır. Zeytin taneleri, fabrikada yer alan üretim bandının sonunda lezzetli zeytinyağına dönüşür. Köyde yaşayan hemen hemen her aile, asırlardır tekrarlanan bir ritüeli yaşatmak için kendilerine ayırdıkları zeytinleri fabrikaya göndermez. Bu zeytin tanelerini “su zeyti” üretimi için köyde birkaç adet bulunan taş “batoz”lardan birine taşırlar. Batozlarda ağır silindirik taşlar altında ezilen zeytin taneleri adeta merhem kıvamına gelir. Bu merhem, kaynar olmayan sıcak suyun bulunduğu kazanlarda hünerli ellerle karıştırılarak, en saf zeytinyağının yoğunluk farkı nedeniyle en üste çıkması sağlanır. En üste çıkan zeytinyağı, aynı hünerli eller tarafından avuçla toplanarak zeytinyağı kabına alınır. Asırlardır uygulanan bu geleneksel zeytinyağı çıkarma tekniği yörede “su zeyti” yöntemi olarak anılır. Bu emek yoğun zeytinyağı çıkarma işlemini renklendiren ve ritüelik bir şölene çeviren, “zinneni”nin (zeytinyağlı ekmek) hazırlanması ve hep beraber coşkuyla güzel dilekler eşliğinde oracıkta yenmesidir. Hep beraber derken, zeytinyağı çıkaranlarla beraber oradan geçen herkesin “zinneni” yemeye buyur edilmesini ve zeytinyağının bereketinin herkesle paylaşılmasını kastediyorum. Bunun için köy tandırında pişmiş incecik ekmekler, su kazanlarının altındaki közün üstüne ısıtmak için atılır ve kavrulmaya yakınken ateşten alınır. Yeni toplanmış mis gibi kokan zeytinyağında banyo yaptırılan ekmekler, üzerlerine azıcık tuz ve kimyon serpilerek sıcak sıcak servis edilir. “Zinneni” ekmeklerinin tadı bambaşka güzellik ve farklılıktadır. Sırf “Zinneni” için her yıl bu zamanlarda köyde olmak bana, asırlardır süregelen bir ritüelin parçası olmak mutluluğunu yaşatır. Zeytinin bolluk ve bereketini simgeleyen bu lezzet için bir yıl daha beklemeye değer!

  • Samandağ Vakıf Başkanı Emektaş: “Bazı mülklerin iadesi için AİHM’e başvuracağız”

    Foto: Bebeto Fotoğrafçılık Vakıf başkanlarımızla röportajlarımıza Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı Dimyan Emektaş ile devam ediyoruz. Dr. Emektaş ile Samandağ cemaatini, cemaatin el konulmuş mülklerini, toplumun içinde devam eden Araplık/Rumluk tartışmasını, gittikçe azalarak konuşulan Arapçayı ve daha birçok konuyu konuştuk. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Öncelikle Nehna için böyle bir söyleşi yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Halihazırda Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı’nın başkanlığını sürdürüyorsunuz. Kendinizi ve yöneticisi olduğunuz cemaati tanımlar mısınız? Nehna portalını kurup Hatay ve Mersin bölgesindeki ve diğer bölgelerde yaşayan Ortodoks cemaatlerinin kültür, yaşam tarzı, gelenek ve bir arada yaşama kültürünü tanıtma fırsatı yarattığınız için cemaatim adına teşekkür ederim. 1966 Samandağ doğumluyum. Üç kardeşiz. Evli ve iki çocuk babasıyım. 30 yıldır hekimlik mesleğini icra ediyorum. 2012 yılından beri Samandağ Rum Ortodoks cemaatinin başkanlığını yapıyorum. Cemaatimiz Osmanlı-Fransız döneminden beri mevcut bir cemaattir. Bugün itibariyle yaklaşık 400 hane ve 1200 – 1300 civarı nüfusumuz mevcuttur. Ayrıca yurtdışında ve Türkiye’nin değişik bölgelerinde yaşayan ciddi sayıda bir Samandağ cemaati nufus mevcuttur. Samandağ cemaatimize ait kaç kilise mevcut? Samandağ’da faal olan dört adet kilisemiz mevcut. Bunlar, Aziz Peygamber İlyas Kilisesi, Meryem Ana’nın Ebediyete İntikali Kilisesi, Aziz Şehit Georgios Kilisesi ve Azize Tekla Kilisesi’dir. Bunlardan Mar İlyas ve Meryem Ana Kiliseleri, Anıtlar Kurulu’nda kayıtlı olan tarihi kiliselerdir. Samandağ cemiyeti olarak en son Mar Circus (Aziz Şehit Georgios) Kilisesi’ni inşa ettiniz. Bununla ilgilenen komitenin inşaata başlarken büyük sorunlar yaşadığını duymuştum. Bu kilisenin nasıl yapıldığının hikayesini anlatabilir misiniz? Mar Circus geçmişi olan bir ibadethanemiz. Yanında tarihi Meryem Ana Makamı bulunuyor. Büyük bir kısmında çatlaklar ve yıkım başlamıştı. Bürokratik sıkıntıları aşıp restore ettik. Bu arada içinde Mar Circus’un bulunduğu dokuz adet parselin isim tashihi yapılarak Samandağ Rum Ortodoks Vakfı’na kazandırdık. Yurtdışında yaşayan Samandağlı hayırsever kardeşler restorasyonunun bütün maddi yükünü karşıladılar. Ayrıca Almanya’da ve Samandağ’da yaşayan hayırseverlerin de katkısıyla tarihi eseri Ortodoks cemaatine kazandırmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Katkıda bulunan herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Samandağ cemaatimiz hangi metropolitliğe bağlıdır? Ve genel olarak Antakya Patrikhanemiz Samandağ’daki kiliselerimizi yeniden inşa etmemize veya restore etmemize yardımcı oluyor mu? Samandağ Rum Ortodoks cemaati, Lazkiye Metropolitliği’ne bağlı. Kiliselerimizin restorasyonuna hayır dualarını alarak başladık. Restorasyonlar hayırseverlerin katkılarıyla yapıldı. Antakyalı Rum Ortodokslara dair gündeme gelen bir tartışma var. Bu cemaat Rum mudur, Arap mıdır? Süryani olduğunu iddiası da var, bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bizler Samandağ Ortodoks Cemaati olarak Rab İsa Mesih’in öğretileri ve yaşam tarzını kılavuz edinen bir toplumuz. Değişik platformlarda ve Nehna portalında Arap-Rum tartışması yapılıyor. Arap ya da Rum olması neyi değiştirecek? Geçmişini ve ırkını merak eden herkes DNA analizi yaptırabilir. Önemli olan bizler, İsa Mesihi ve öğretilerini ne kadar yaşıyoruz ve bunu çocuklarımıza ne kadar yaşatabiliyoruz. Hatay ve Mersin bölgesi kiliseleri ve cemaati olarak Antakya Patrikhanesi’ne bağlıyız. Bunun dışında, hiçbir getirisi olmayan ve bizi gelecekte daha organize ve güçlü bir cemaate dönüştürmeyi hedeflemeyen bu kısır tartışmayı doğru bulmuyorum. Bugün cemaatiniz dini özgürlüklerini yaşayabiliyor mu? Geçmişle bugünü karşılaştırdığınızda bu anlamda dini özgürlüklerden faydalanabiliyor musunuz? Samandağ Rum Ortodoks cemaati olarak örf, adet, gelenek ve kültürümüze bağlıyız. Bu değerlerimizi tarih boyunca yaşattık ve yaşatmaya devam ediyoruz. Çünkü bizi biz yapan değerler, yaşam tarzımız, geleneklerimiz ve kültürümüzdür. Bunları yaşatmazsak varlığımızın bir anlamı olmaz. Türkiye Cumhuriyeti kanunları çerçevesinde özgür bir şekilde bayramlarımızı kutluyor ve geleneklerimizi yaşatıyoruz. Bütün bayramlarda dünyanın her yerinden ve yurtiçinden Ortodoks cemaati Samandağ’a gelip özgür bir şekilde bayram heyecanını yaşamaktadır. Cemaatin bölgede yaşayan farklı dinden insanlarla ilişkisi nasıl? Hatay, bütün semavi dinlere ev sahipliği yapan bir hoşgörü merkezidir. Bir arada yaşama kültürüne sahiptir. Bizler, bu hoşgörü çerçevesinde diğer etnik yapılara kardeşlik duyguları içinde yaklaşıyoruz. Acımızı ve sevincimizi birlikte yaşıyoruz, bayramları birlikte kutluyoruz. Peki, devlet ve Diyanet’le ilişkileriniz nasıl? Türkiye’deki bütün azınlık vakıfları gibi biz de Türkiye Cumhuriyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlıyız. Kanunlar çerçevesinde denetime tabiyiz. Diyanet’le samimi ve iyi bir diyaloğumuz mevcut. Diğer kurumlar da saygı ve hoşgörü çerçevesinde ilişkilerimiz var. Belediyelerden ya da hükümetten bir maddi destek alınması söz konusu mu? Kiliselerimizin elektrik faturaları kısmen Müftülük, su faturaları ise Belediye tarafından karşılanıyor. Fakat din adamlarımızın tüm gelirini cemiyetimiz karşılıyor. Bu anlamda, ne devletten ne de başka bir kurumdan hiçbir maddi destek almıyoruz. Son yirmi yıldır gayrimüslim cemaatler geçmişte el konulmuş olan mülklerini bir kısmını geri alabildiler. Bu bölgede farklı sebeplerle el konulmuş ve bugün alınmaya çalışılan mülkler var mı? Hatay’daki cemaat vakıflarının en büyük sıkıntısı 1936 Beyannamesi’ni o sırada Türkiye sınırları içinde olmadıkları için vermemiş olmalarıdır. Bundan dolayı, isim tashihleri yapılmamış ve mazbuta alınmış vakıf malları mevcuttur. Rum Ortodoks cemaati olarak 2013 yılında dava açıp hukuki süreci başlattık. 2018 yılında yedi gayrimenkulun isim tashihini yaptık ve tapu kayıtlarını aldık. İki adet gayrimenkul mazbata alınmıştır. İsim tashihi yapılan gayrimenkuller emsal teşkil ettiği halde mazbutaya alınan bu mülkler için dava açılamıyor. Bunlar için bizler de AİHM’e başvuracağız. Malum Antakyalı Ortodokslar Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış durumdalar. Bugün aileden öğrendikleri Arapçayı giderek daha az konuştuklarını görüyoruz. Samandağ cemaati özelinde bu durum nasıl? Ayinleri hangi dilde yapıyorsunuz? Samandağ’da yeni kuşak maalesef ki Arapçayı giderek daha az konuşuyor. Cemaatte Arapça okuma-yazma bilen kişi sayısı da oldukça az. Bununla ilgili vakıf olarak kurslar düzenledik ama yeterli ilgi ve katılım olmadı. Bu konuda ailelere büyük görevler düşüyor. Pederlerimiz ve cemiyet olarak gayret içindeyiz. Burada konuşma dili olarak Arapçayı ve Türkçeyi kullanıyoruz. Genç nesil Türkçeyi kullanıyor. Aileler çocuklarına ne yazık ki Arapçayı öğretmiyor. Bu nedenle ayinlerimizi Arapça ve Türkçe olarak yapmaya başladık. Cemaatin son yıllarda büyükşehirlere ve yurtdışına göçü söz konusu mu? Cemaatimizde son yıllarda dışarı göç çok azaldı. 1974’teki Kıbrıs olayları ve 1980 Darbesi’nden sonra yurtdışına ve büyükşehirlere ciddi göç yaşadık. 6-7 Eylül 1955’ten sonrası da ciddi bir göç yaşanmıştı.1950-60’lı yıllarda 6-7 bin olan nüfusumuz bugün 1200 civarında. Son yirmi yılda nüfusumuzda bir değişiklik olmadı. Antakyalı Rum Ortodoksları diğer Rum Ortodokslardan farklı kılan kültürel pratikler var mı sizce? Hatay bölgesindeki Ortodoks cemaati, geçmişten gelen Fransız kültürü ve Türk kültürünün ortak değerlerini beraber yaşamaktadır.Hatay ve Mersin cemaatinin yaşam tarzı büyük benzerlik gösteriyor. Bayramlarımız, düğünlerimiz, örf, adet ve geleneklerimiz benzerdir. Geçmişten gelen yaşam tarzımızı gelecek nesillere taşımanın gayreti içindeyiz. Son olarak, vakıf olarak topluma dair gelecek planları nelerdir? Birkaç yıl önce cemiyet olarak üniversite okumak için Samandağ’da ayrılan gençlere destek vermek amacıyla bir fon oluşturduk. Her ay küçük de olsa bütçelerine bir katkı sunmayı hedefledik. Bu girişimimiz, Samandağ civarına da örnek oldu, diğer vakıflar da gençlere böyle destekler vermeye başladılar. Şimdi de Samandağ’daki cemaatimizin yaşlıları için bir bakımevi kurma hayalim var. Maalesef ki, cemaatimiz hem küçülüyor hem de yaşlanıyor. Yaşlılarımıza güvenli ve güvenilir bir şekilde hizmet sunmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu söyleşi için size çok teşekkür ediyorum. Daha ilk adımlarını atan Nehna’nın okurları için eklemek istediğiniz bir şey var mı? Son olarak Nehna portalının oluşmasında emeği geçen başta sana ve daha sonra herkese teşekkür ediyorum. Temennim bu portalın uzun süre yaşatılması ve devam etmesi. Bu bağlamda, Samandağ Rum Ortodoks cemaati olarak her türlü desteği vermeye hazırız. Bu fırsatı bizlere sunduğunuz için Samandağ cemaati olarak saygı ve sevgilerimizi sunuyorum.

  • Nehna Ekibini Tanıyalım – Mişel Uyar

    Nehna ekibini tanımaya Mişel Uyar’la devam ediyoruz. Mişel, yakın zamana kadar Karagözyan Ermeni Okulu’nda öğretmenlik yapıyordu. Şu anda mesleğine İskenderun’da devam eden Mişel’le İstanbul’da bulunduğu dönemde azınlıklar üzerine yaptığı çalışmaları, Türkiye’de devlet okulunda Hıristiyan bir öğretmen olmak, Arapça müziğe olan ilgisi dahil olmak üzere birçok konuda konuştuk. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Sevgili Mişel, okurlarımıza kendini biraz daha yakın tanıtabilir misin? 1981 yılında İskenderun’da doğdum. Çocukluğum Barbaros Mahallesi’nin çok kültürlü ortamında geçti. Barboros Mahallesi’ne 1960’larda halamlar Samandağ’dan gelen birkaç aileyle birlikte yerleşmişler. Mahallede genelde Samandağ’dan gelen Hıristiyan aileler, Mardinli Araplar ve İskenderun’un farklı köylerinden gelen aileler vardı. Hıristiyan ailelerden Gülenay (Krayt), Söker, Akik, Diker aileleri ilk aklıma gelenler. Mahallede belirli bir Hıristiyan yoğunluğu olduğundan dolayı pek sıkıntılı bir ortam yoktu, ancak Kıbrıs olayları döneminde mahalle dışından gelen insanlar tarafından sorun yaratıldığı anlatılır. İlk, orta ve lise öğrenimini İskenderun’da gördüm. Daha sonra Çukurova Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü’nü kazandım ve 2008 yılında orayı bitirdim. İki yıl Adana‘da ücretli öğretmenlik yaptım. 2010 yılında İstanbul’a atandım. 2013 yılında çok sevdiğim ve beni çalışmalarımda motive eden Begüm’le evlendim. 2017 yılı Mart ayında oğlumuz Rodin doğdu. Bu sene de İskenderun’un bir köyüne tayin oldum. Türkiye’de Hıristiyan bir öğretmen olmanın nasıl bir deneyim olduğunu anlatır mısın? 2016 yılında Özel Karagözyan İlkokulu’nda öğretmenliğe başlamadan önce Gaziosmanpaşa’nın dini hassasiyetleri ağır basan bir mahallesinde öğretmenlik yapıyordum. Bir Hıristiyan olarak devlet kurumunda çalışmak gerçekten zor. Düşününce “nerede kolay ki?” diyebilirsiniz elbette. Ben okulda kimliğimi öğretmen arkadaşlarımdan hiç gizlemedim. Birçok kez sert tartışmalar yaşasam da kimliğimle var olmaya çalıştım. Özellikle faşist öğretmenlerle azınlıkların Osmanlı ve Türkiye’de yaşadıkları üzerine tartışmak zorunda kaldım. Bunları tartışmaktan hiç imtina etmedim. Ancak öğrencilere ve velilere hiçbir zaman kimliğimle ilgili bilgi vermedim. Ancak bazı veliler benim Hıristiyan olduğumu bir şekilde öğrenmişlerdi. Kimliğimden dolayı benim haberim olmadan veliler arasında bir tartışma yaşanmış. Bazı veliler okul müdürüne gidip Hıristiyan olduğum için çocuklarını benim sınıfımdan almak istediklerini söylemişlerdi. Müdürümüz ve bir müdür yardımcımız bu talepte bulunan velileri odasından kovmuştu. Tabii, benim bunlardan sonra haberim oldu. Daha sonra bir velim gelip bana durumu anlattı. Ben de bir toplantı yapıp velilerle konuşmak istedim. Aslında kimlerin beni istemediğini biliyordum. Ama orada bunu söylemedim. Toplantıda kimliğimi açıkça ifade ettim. İsteyenlerin öğrencilerini benim sınıfımdan alabileceklerini belirttim. Bazı velilerim beni desteklediklerini belirtseler de benim canım çok sıkılmıştı. Ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Aklıma azınlık okulları geldi. Bundan sonra bir Ermeni okulunda bir süre Türkçe öğretmenliği yaptın. Buradaki deneyimlerin nasıldı? Bu olaydan sonra sevgili Pakrat Estukyan vasıtasıyla Karagözyan Okulu Müdiresi Digin Arusyak Koç Monnet’ylegörüştüm. Beni dinleyip başvurumu kabul etti. Ancak o dönemde okulda boş kadro olmadığı için bu okula geçiş yapamadım. Uzun bir süre sonra Karagözyan Okulu’ndan arandım. Gelip tekrar görüşmemi istediler. Çok mutlu olmuştum. Kimliğimi gizlemeden, toplumumuza belki de en yakın ortamlardan birinde çalışacaktım. 2016 yılının Eylül ayında Karagözyan’da göreve başladım. Gerçekten çok farklı bir deneyim oldu benim için. Az çok bildiğim Ermeni kültürünü daha fazla öğrenmeye çalışıyordum. Öğrencilerle sık sık kültürlerimiz üzerine konuşuyordum. Bayramlarımızı karşılaştırıyor, ortak ve farklı yönlerimiz üzerine konuşuyordum. Bir öğretmen için güzel bir ortam vardı. Çok güzel dostluklar kurdum. Ama Karagözyan’in bana en büyük katkısı “azınlık okulları”nın Türkiye’de nasıl bir ihtiyaç olduğunu göstermesiydi. Azınlık okullarının azınlıklar için önemi gerçekten çok büyük. Öncelikle, kimliğin korunmasında en büyük etkenlerden biri olan dilin kısmen korunmasını sağlıyor. Diğer taraftan, kimliği oluşturan diğer öğelerin de aktarılmasını sağlıyor. Çocuğun kimlik kaygısı yaşamadan eğitim almasını sağlıyor. Ayrıca çocukların “kendilerinden olan” insanlarladaha fazla iletişim kurmasını sağlıyor. Eğer İstanbul’da hala azınlık kimliklerinden bahsedebiliyorsak bunda okulların payı büyük. Bizim toplumumuzun ise ne yazık ki bir azınlık okulu yok. Bununla ilgili bir girişim de yapılmamış. Bildiğimiz kadarıyla Antakya ve İskenderun’da 1939’a kadar farklı azınlık okulları var. Ancak Hatay’ın Türkiye’ye katılmasıylaberaber bu okullar kapanmış. Bu okullar olsaydı, kimliğimizi ve dilimizi çok daha iyi şekilde koruyacaktık. Toplumumuzun dinlediği Arapça müzik hakkında güzel bir giriş yazısı yazdın. Seni Arap müziği aşkın nereden doğdu? Aşık demek belki biraz abartı olur ama özellikle son birkaç yıldır Arap coğrafyası müzisyenlerini daha fazla dinlemeye, yeni sanatçılar bulmaya çalışıyorum. Arapçam pek iyi değil. Hatta şarkıları anlamakta çok zorlanıyorum. Genellikle şarkıları tekrar tekrar dinliyorum. Anlamaya, bilmediğim kelimelerle ilgili tahmin yürütmeye çalışıyorum. Ayrıca şarkıların İngilizce ya da Türkçe tercümelerini bulmaya çalışıyorum. Yine de telaffuz farklılığından dolayı bazı şarkıları anlamakta zorlanıyorum. Ama şarkı sözlerine bakınca hem verilmek istenen duyguyu daha iyi kavrıyorum hem de dilimizin asimilasyon süreciyle nasıl değiştiğini görüyorum. Arapça şarkı deyince insanların aklına klasik anlamda arabesk geliyor. Ama özellikle Levant bölgesi müziği gerçekten çok gelişmiş. Özellikle son dönemde çıkan grup ve müzisyenler çok kaliteli müzik yapıyorlar. Kesinlikle tavsiye ederim. Hele Arapça biliyorsanız, müziklerden aldığınız hisçok yüksek oluyor. İstanbul’da bulunduğun süre içerisinde azınlıklarla ilgili projelerde yer aldın. Hangi projelerdi bunlar? Özellikle Karagözyan’da çalıştığım dönemde azınlık sorunlarını daha fazla düşünmeye, sorunlarla daha fazla ilgilenmeye başladım. Sonra sevgili Sevan Ataoğlu bana Bilgi Üniversitesi Türkiye Kültürleri Araştırma Grubu hakkında bilgi verdi. Bu grup “İstanbul’da Kültürel Çeşitliliğin Sivil Toplum Aktörlerini Geliştirme ve Güçlendirme” isimli bir projeye başlamıştı. Projenin amacı, bu konu hakkında çalışan aktivistleri daha metodik çalışmalar yapmaları için eğitim programından geçirmekti. Orada sözlü tarih çalışmalarının nasıl yapılacağından arşiv taramaya, kamera kullanımından kültüre kadar birçok alanda eğitim aldık. Bu eğitimle beraber toplumumuz için bir şeyler yapmanın önemini fark ettim. Çalışmanın sonunda katılımcıların birer proje hazırlaması gerekiyordu. Benim projem de İstanbul Rumları ve Antakya Rumlarının benzerlikleri ve farklılıkları idi. Bu çalışma sayesinde Ketrin ve Anna Maria’yla tanıştım. Zaten Can’la daha önceden bu konu hakkında görüşüyorduk. Daha sonra seninle tanıştık. Nehna’ya nasıl katıldın? Sence Nehna neden önemli? Daha önce bahsettiğim gibi bu konu zaten bir süredir gündemimdeydi. Ekibin toplaması ve yayına başlamamız birseneden fazla zamanımızı aldı. Öncelikle toplumumuzun kilise kurumları dışında sivil bir kurumu yok. Biz Nehna‘yla bu önemli boşluğu doldurmanın önünü açtığımızı düşünüyoruz. Ayrıca, yok olmaya başlayan kültürümüzün belki bir nebze daha korunmasını sağlayabiliriz. Bölgemizin yakın tarihi çok karmaşık. Bu konularda yapacağımız çalışmalar, hem Türkiye hem de kendi toplumumuzun yakın tarihinde birçok konuya ışık tutacaktır. Özellikle, 1939 döneminin toplumumuz açısından çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Daha önce çalışılmamış bir alan olan Antakya bölgesi, hem birçok etnik kimliğin yaşadığı bir çevre hem de özellikle 1939’da çok önemli bir demografik değişim geçiriyor. Bu konuda çalışmalar yapmayı çok değerli buluyorum. Yakın zamanda İskenderun’a taşındın. Bölgeden Nehna’ya tepkiler nasıl? Genel olarak tepkileri değerlendirmek için henüz erken. Yine de şimdiye kadar aldığım tepkilerin hepsi olumlu ve cesaret verici. Ancak şunu itiraf etmeliyim ki, şu anda Türkiye genelinden aldığımız olumlu etkileşimden biraz daha geride. Ancak toplumumuzun bu konuda zamanla daha ilgili olacağını düşünüyorum. Nehna ekibine katılan ilk kişilerdensin. Nehna’yı gelecekte nerde görmek istersin? Toplumumuz ve Türkiye azınlık çalışmaları açısından büyük bir boşluğu doldurduğunu söyleyebilirim. Bilimsel ve özgür yayın yapan, hem toplumumuz hem de bölgemizle ilgili doğru çalışmalar yapan bir Nehna görmek isterim. Nehna ekibi ve okurlarına diyebileceğin veya önerebileceğin bir şey var mı? Biz bu yola çıkarken altı kişiydik. Ama çoğalmak, gelişmek ve geliştirmek istiyoruz. Her türlü desteğe açığız. Kişisel arşiv, yazı, toplumumuzu ve bölgemizi ilgilendiren konularda bilgi ya da çalışma, tüm bunlar konusunda destek bekliyoruz. Bizi takip etsinler ve ettirsinler. Sitede hangi konularla ilgili yazılar yazacaksın? Daha çok kişisel tarih, aile tarihi ve sözlü tarih çalışmalarıyla ilgili yazılar yazmak istiyorum. Tabii ki, müzik konusunda yazmaya devam edeceğim, çünkü modern Arapça müzik bu ilgiyi hak ediyor. Ayrıca geçmişte ya da bugün yaşadığımız ayrımcılıkları da işlemeye devam edeceğim. Bu başarıların devamını temenni eder, okurlarımızın ve Nehna platform ekibi adına sana bu röportaj için teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim.

  • Antakya’da yaz biterken: İncir, domates, biber, nar ekşisi zamanı!

    Yaz mevsimi dünyanın her yerinde olduğu gibi Hatay’da da sıcak ve şenlikli geçer. Farklı şehirler, hatta farklı ülkelerde yaşayan Antakyalı gurbetçiler bir araya gelerek özlem gidermek için Ağustos ayı itibariyle köylerine ziyarete gelirler. Kışları sakin olan memleketimiz gurbetçilerin gelmesi ve kavuşmanın neşesiyle cıvıl cıvıl olur. Havasının sıcaklığı kadar insanlarının sıcakkanlılığı da meşhur olan memleketimize biz de ziyaretlere başlarız. Bilenleriniz vardır, 15 Ağustos günü Arap Ortodokslar için Meryem Ana Yortusu olarak kutlanır. İşte bu bayram günü tüm gurbetçiler memlekete yetişmiş olurlar. Tam da bu günlerde insanın neşesine eşlik eden, Hatay’da bereketi meşhur toprak ana da bitkilerin dallarını lezzetli meyveler ve sebzelerle süslemeye başlar. Meryem Ana Yortusu’nu izleyen yaz günlerinin ikinci perdesi, bugün halen imece usulüyle devam eden hasat ve kışa hazırlık için üretim zamanıdır. Makineleşmeye rağmen köy sakinleri, geçmişten gelen imece kültürüyle eski usül hasat ve üretimlerini el ele gerçekleştirirler. Çoğunluğu kadın olan kümeler oluşturulup imece zinciri kurulur ve her bir katılımcı kendi günü için planlama yapar. Tabii, 1,5 ay uzun süreç, ailelerden gidenler oldukça yerine aynı aileden başka biri vekalet eder ve bu sayede sistemde aksaklık yaşanması engellenir. Foto: Janet Sert 1,5 aylık zaman diliminde, incir toplama, domates, biber salçaları, sebze-meyve kurutma, üzüm pekmezi çalışmaları yapılır. İncir, ekimi yapılmadan doğanın bize hediye ettiği ve kendiliğinden fidan olan bölgemizin en özel meyvelerinden biridir. Hava sıcaklığı yılın en yüksek seviyelerine geldiğinde, meşhur Antakya inciri balını bizlere göstermeye başlar. Çoğunlukla zeytin tarlalarında bulunan incir ağaçları hasat edilmeye başlanır. Toplanan incirler ortasından açılır ve damlarda güneşlenmeye bırakılır. Kurudukça altın gibi parlayan incirler imece ekibi tarafından kontrol edilir, çürükler ayrılır ve yıkanır. Mis kokulu defne yaprakları ve rezene taneleriyle istiflenir ve kış için zahradediğimiz gıda kilerlerine alınır. Leziz yemeklerimizin sırlarından biri olan salçalarımız da Ağustos ayında kızaran domates ve acısı meşhur biberimizle yapılır. Zeytin budamasından kalan odunlarla bakır kazanlarda pişirilen domates salçası güneşte kurumaya bırakılır. Fotoğrafı bile dil yakan biberler, ikiye ayrılıp damlara asılır. Diğer çalışmalar imece zinciri içinde devam ederken, yaz meyveleri-sebzeleri de damda buldukları boşluklarda safları sıklaştırır, güneşin altında kurumaya yatar. Eylül ayı ortalarına geldiğimizde de narlar artık rengini almaya ve soframıza renk katan nar ekşisi için toplanmaya başlar. Toplanan narlar ikiye bölünür ve imece ekibi tarafından sopa yardımıyla silkelenerek kabuklarından inci gibi dökülür. Mikserle püre haline getirilen nar, bez torbalarda sıkılır, zeytin odununun üstündeki bakır kazanlarda suyunu atması için 12 saatlik pekmezlenme süreci bırakılır. Toplaşan kalabalık, kazan kenarındaki ateşte çifte kavrulmuş kahvelerini pişirir, yemeklerini yapar, neşeyle narın kıvama gelmesini bekler. Kıvamını alan nar ekşisi, kazandan sürülerek saklama kaplarına aktarılır ve zahralarda yerini alır. Büyük bir ekip halinde yürütülen bu çalışmalar, sabırla evden eve, elden ele yapılırken toplaşan imece ekibi, nenelerinden kalma manilerle maziyi yad etmeyi de ihmal etmez. Hatırlarına düşen, yanlarında olamayan sevdiklerini anma fırsatı bulurlar. Antakya’da yaz böylece yerini sonbahara bırakır. Foto: Janet Sert

  • Dini Geleneklerimiz: Azizlerin Bayramı, 14 Ağustos ve Karnaval

    Değerli kardeşlerim hepinize esenlikler diler, Rabbin bereketi ve lütfunun üzerinizde olmasını temenni ederim. Bu yazıda da birlikte olmanın büyük heyecanı ve mutluluğu içerisindeyim. Daha önceki yazımda siz değerli okuyucularımıza eşsiz geleneklerimizden bahsedeceğimi iletmiştim. İmkanlar dahilinde öncelikle sizlere dini geleneklerimizin bir kısmını aktarmakla yetineceğim. Samandağ Rum Ortodoks Kilisesi cemaatimizin en bilinen geleneklerinden birisi “Azizlerin Bayramı”dır. Örneğin, Aziz Yuhanna, Corc, İlyas, Mihayil vb. O gün hangi azizin yortusu kutlanıyorsa, azizin ismini taşıyan herkesin bayramı kutlanır ve cemaatin çoğu bayram sahibinin evine bayramlaşmaya gider. Bu gelenek bizlere iki önemli durumu öğretmektedir: Azizlerimize karşı olan saygı ve imanımızın önemi ve bu kutsal bayramlar vasıtası ile sosyal, dini ve kültürel diyaloğun önemi. Dileğimiz ve gayemiz bu dini ve sosyal olan geleneğimizi daha sonraki nesillere aktarmaktır. Diğer eşsiz geleneğimiz de 14 Ağustos akşamı kutladığımız “Meryem Ana’nın Ebediyete İntikal Edilişinin Bayramı”dır. Ortodoks inancına göre, azizlerin bayramları ölüm günlerinde kutlanır, çünkü insan ölümden sonra kutsallaşır ve ebediyete intikal eder. 14 Ağustos’ta dualar eşliğinde kutsal kominyon alındıktan sonra, iki haftalık oruç süreci sona erer, davul-zurna eşliğinde halaylar çekilir ve bayram büyük bir coşku içinde kutlanır. Yazın ortasına denk gelmesi ve gurbetçilerimizin çoğunun o tarihlerde burada olmaları da bu geleneğimize ayrı bir renk katmaktadır. Burada önemle şunu belirtmek isterim ki, kilisemizde 11. yüzyıla kadar Meryem Ana orucu yoktu, ancak imanlılar Meryem Ana’ya karşı sevgi, hürmet ve imanlarından ötürü onu bu oruçla onurlandırmışlardır. Son olarak da sevgili kardeşlerim, Samandağımızın meşhur “Karnaval” etkinliklerinden de bahsedelim. Karnaval, iki Pazar art arda gelen birinci ve ikinci karnaval Pazarları olarak adlandırılmaktadır. Bu Pazarlar büyük Paskalya orucunun hazırlık pazarlarıdır. Cemaatimiz, bahsettiğimiz bu iki Pazar gününde, ritüelimizde büyük ve kutsal sayılan Paskalya orucu, yöresel davul ve zurna eşliğinde halaylar çekerek ve şenlikler düzenleyerek karşılanır. Bu da bizlere orucun hüzün değil, tam aksine sevinç ve bereket olduğunu ifade etmektedir. Amacımız bu geleneklerimizi bizden sonraki nesillere aktarmaktır. Böylece, inancımız eşsiz geleneklerimizle yaşayacak ve varlığımız bu coğrafyada canlanacaktır.

  • Antakyalı Ortodokslar kendini anlatıyor: nehna

    Nehna.org Antakyalı Ortodoksların tarihini, kültürünü araştırmak ve yaşatmak için kuruldu. 15 Ekim’de faaliyete geçen platformda Antakyalı Ortodoksların güncel toplumsal sorunlarının yanı sıra yemek kültürü, müziği, dini yaşantısı ve tarihi üzerine yazılar ve röportajlar yer alacak. Altı kişilik bir ekip tarafından kurulan platformun kurucularından Anna Maria Beylunioğlu ve Emre Can Dağlıoğlu ile Antakyalı Ortodoksları ve nehna.org’u konuştuk. Röportaj: İşhan Erdinç Öncelikle ‘Nehna’ ne demek? Emre Can Dağlıoğlu (E.C.D.): ‘Nehna’ Antakya, Suriye ve Lübnan’da konuşulan Arapçanın Şam lehçesinde ‘biz’ demek. Bizim toplumumuza çok çeşitli isimler veriliyor biz de kendimizi çok farklı şekilde anıyoruz. Bu konuda uzlaşı yok. Antakyalı Ortodokslar, Antakyalı Rum Ortodokslar, Arap dilli Rum Ortodokslar veya çeşitli Arapça tabirler olan ‘Mesihi’, ‘Nasrani’ gibi isimler bizim toplumumuza atfediliyor. Biz bu isimleri aşarak herkesi kapsayan bir platform kurmak istedik. Bunun için de kendimize belirli bir çerçeve çizmeyen bir isim olarak ‘biz’ yani ‘nehna’ demeyi tercih ettik. Anna Maria Beylunioğlu (A.M.B.): Derdimiz bizi anlatmak. O yüzden biz kelimesi de bize oturuyordu. Onun için bunu seçtik. Platformun kuruluş fikri nasıl ortaya çıktı? A.M.B.: Dünyada, Türkiye’de ve İstanbul’da “biz kimiz” tartışması yer yer gündeme geliyor. İstanbul’a gelen ve İstanbul Rumları ile karşılaşan Antakyalı Ortodokslar kendilerini kimlik kargaşası içinde buldukları için bu tartışma daha da anlamlı hale geliyor. Bu sorgulama sürecinde Rum Ortodoks, Arap Ortodoks gibi dışarıdan bize atfedilen tanımlar var. Bu, kendi aramızda da bir bölünmeye yol açıyor ve bir tanım üzerine anlaşamıyoruz. Kilisenin ismi Rum Ortodoks Kilisesi; bu tartışmaya açık değil. Antakya Patrikhanesi’ne bağlıyız. Antakyalı Rum Ortodoks demek daha doğru ama sosyolojik olarak baktığımızda özellikle Arapçanın da hâkim olduğu toplum olduğu için kendisini Arap Ortodoks hisseden de var. Bu tartışma çok önemli ama bir yandan da bu kimlik karmaşasında bizi biz yapan güçlü kimlik öğelerini arka plana atıyoruz. Bu sebeple bütün cepheleşmeleri aşarak kapsayıcı bir şekilde “biz kimiz”i anlatan, kültürümüzü, dilimizi, yeri geldiğinde dinimizi anlatan bir platform kurmak uzun zamandır aramızda konuştuğumuz bir konuydu. Ekibimizde yer alan Ferit Tekbaş iki yıl kadar önce bu konuda harekete geçmemiz konusunda ısrarcı olunca çalışmalara başladık. Anna Maria Beylunioğlu ve Emre Can Dağlıoğlu (FOTO: Berge Arabian) Antakyalı Ortodokslar, Türkiye’de pek bilinen bir toplum değil. Bunun üzerine çıkmış yayınlar da az sayıda. Hatta internet üzerinde yazılmış makale de fazla yok. Bu bilinmezliğin sebebi nedir? E.C.D.: Bizim kim olduğumuzu, ne olduğumuzu, nasıl yaşadığımızı; kültürümüzü tanıtma veya insanlara anlatma derdimizin olmamasının bir sebebi Antakya merkezli yaşamak. Birincisi Antakya, tarihsel olarak kozmopolit bir şehir olduğu için orada yaşamanın Türkiye’nin başka yerlerinde yaşamaktan daha kolay olduğunu biliyoruz. Bu anlamda gündelik hayatta ciddi sorunlar yaşayan bir cemaat değil. İkincisi, Antakya belirli bir şekilde merkezden uzak bir şehir. O anlamda da İstanbul’da olmamanın, İstanbul’da kilisesinin, kurumunun, kuruluşunun olmamasının görülmeme ve bilinmemeye etkisi var. Üçüncüsü, Antakya’nın Türkiye’ye 1939’da katılması ve bundan önce doğmuş olan çeşitli azınlık gruplarına dair sorunlarının yansımasının yaşanmamış olması Antakya Hıristiyanlarının sorunlar anlamında gündeme gelmemesine sebep olmuş olabilir. Bunları geçerek bir yandan da azınlıklar deyince, Hıristiyan deyince sadece İstanbul’a odaklanan bir bakış olduğunu da söyleyebiliriz. İstanbul dışındaki Hıristiyan kültürü, yaşamı, varlığı sadece oraları terk edenler, terk etmek zorunda kalanlar veya öldürülerek yok olanlardan kalanlar olarak anlatıldığı için görülmüyoruz. Bence tüm bu sebeplerin bir araya gelişi çok bilinmiyor oluşumuzun sebepleri. A.M.B.: Kendimizi anlatmak derken eklemek isterim, homojen bir yapıdan bahsetmiyoruz. Türkiye’de yaşayan her azınlık toplumu gibi görüş ve yaşayış anlamında heterojen bir yapıya sahibiz. Dolayısıyla temsiliyet içine giren gruplar zaman zaman oluyor ve bu da cepheleşmeye yol açıyor. Bu tartışmalardan ve cepheleşmelerden sıyrılıp kendimizi daha bütüncül bir yaklaşımla anlatmaya vakit bulamamışız sanıyorum. ‘Nehna’ ile bu boşluğu doldurmayı hedefliyoruz. Nehna’da içerik olarak neler olacak? A.M.B.: Nehna’nın öncelikli amacı toplumun sahip olduğu güçlü kimlik öğelerine dair bir külliyat oluşturmak. Yazılar ve röportajlar üzerinden oluşturacağımız bu külliyatın içerisinde bölgede azalarak da olsa konuşulan dilimiz, dini bazı ritüellerimizle de kesişen ancak bunun da ötesine geçen yemek pratiklerimiz, geçmişten bugüne dinlediğimiz müzik giriyor. Geçmişten bugüne yaşantımızın bölgedeki mimaride bıraktığı izler de irdeleyeceğimiz konulardan. Bir de fotoğraf okumaları olacak; elimizde toplumumuzdan insanların verdiği geçmişe dair fotoğraflar var, bu fotoğraflara dair anlatılar bulabilecek okuyucular Nehna’da. Tabii bu bahsettiğim külliyatı oluştururken kaçınamayacağımız mesele biz kimiz sorusu. Arap mıyız? Rum muyuz? O nedenle kim olduğumuzu anlatma derdimiz var. Tabii Türkiye Cumhuriyeti ve bunun öncesine giden ve yine biz kimiz sorusuna cevap alacağımız tarihimize dair meseleler de yer alacak.  1939’da Antakya’nın Türkiye’ye katılımı belki de en önemlisi. Buna bağlı olarak neden Hatay değil de Antakya kelimesine vurgu yaptığımız da konuşulması gereken bir konu. Bir de genel azınlık sorunları içerisinde Antakya bölgesinin çok gündeme gelmeyen sorunları var. Örnek olarak, Varlık Vergisi Antakya’yı nasıl etkilediği. Antakya ve çevresindeki Hıristiyanları, Antakya’daki Ortodoksları nasıl etkiledi? Son olarak güncel sorunları da gündeme getirme niyetimiz olduğunu ve bu çerçevede vakıf başkanlarımız ve dini önderlerimizle yapacağımız röportajlara yer vereceğimizi söyleyebilirim. E.C.D.: Bizim kültürümüz sadece Antakya’da ya da Türkiye’nin belirli şehirlerinde yaşamıyor. 19. yüzyılın sonundan itibaren dünyanın her yerine ciddi anlamda göç veren bir toplum olduğu için özellikle Avrupa’da hatırı sayılır büyüklükte bir cemaat yaşıyor. Onların da yaşamlarını ve kültürlerini Avrupa’da nasıl yaşattığını da anlatmayı amaçlıyoruz. Kurucularımızdan Ferit Tekbaş Almanya’da yaşıyor ve oradaki toplumu anlatacak yazılar ve röportajlarla siteye büyük katkı sağlayacak. Antakya Ortodokslarının nüfusu nedir? A.M.B.: Her azınlık toplumunda olduğu gibi bizim de sayı sorunumuz var. Antakya ve bölgesi için yedi bin kişiden söz ediliyor. Avrupa’dakilerle birlikte 20 bin kişiden bahsediliyor. Sayı meselesi aslında oldukça önemli çünkü bir yandan Arap mıyız Rum muyuz tartışması sürerken bugün İstanbul Rum toplumu içerisindeki varlığımız gittikçe artıyor, ancak bunu net sayılarla maalesef ifade edemiyoruz. İnternet sayfanızda içerik olarak toplumun güncel sorunlarına da yer vereceğinizi söylediniz. Peki Antakya Ortodoks cemaatinin yaşadığı sorunlar neler? E.C.D.: Türkiye’deki her azınlık toplumunun yaşadığı sorunların büyük bir kısmını Antakyalı Ortodokslar da yaşıyor. Öncelik olarak toplumun bir tüzel kişilik sorunu var. Kilise vakıflarının mülk edinememesi ve geçmişte mülklerine el konulmasından doğan haksızlığın giderilmesi dair sorunlar yaşanıyor. Kilise vakıflarının gelirlerinin düşük olduğu durumda devletten bir yardım alamamaları nedeniyle kendi din adamlarına ve çalışanlarına yeterli maddi desteği sağlayamama sorununu yaşıyor. İstanbul’da yaşayan azınlıklardan farklı olarak bir de anadil problemimiz var. Çünkü Lozan Barış Antlaşması’nda tanınmış olmasına rağmen -Lozan Antlaşması bizim için geçerli olup olmadığı Antakya antlaşmadan sonra katıldığı için tartışmalı bir konu- belirli bir bölgede yaşayan azınlıkların kendi okullarını, kendi dillerinde eğitim görebilecekleri okullar açma hakkını cemaat bir türlü kullanamıyor. Kullanamadığı için kendi anadilini kaybediyor. Arapçayı konuşamaz, devam ettiremez, bu kültürle yaşayamaz hale gelmesi gibi bir problem de cemaatin gündeminde yer alıyor. Platformu kurarken nasıl tepkilerle karşılaştınız? E.C.D.: Bu toplum tarafından çok istenen ama bir türlü yapılmayan bir şeydi. Kurucularımızdan Ferit Tekbaş’ın inisiyatifiyle biz bir ekip olarak bir araya geldik. Kuruluş sürecinden bölgeden insanlardan da hep olumlu geri dönüş aldık. Kendimizi anlamaya ve anlatmaya dönük büyük bir ihtiyacı karşılayacağımızı düşünüyoruz. Ayrıca, bir platform olarak toplumda süregelen tartışmaların içerisinde bir tavır almayacağız. Fakat bu tartışmaları daha fazla ertelemeden ve bunları konuşmaktan kaçınmadan yüksek temsiliyetle yapmamız gerektiğine inanıyoruz. Bu anlamda kapımız nefret söylemi içermeyen tüm görüşlere ve fikirlere açık. A.M.B.: Bu tartışmayı gündeme getirmek, Araplık, Rumluk tartışmalarını söylemeyi zikretmek bazı insanları rahatsız ediyor ve içimizden bazı insanlar tarafından bölücülük olarak algılanabiliyor. Böyle bir platformun kurulması ile ilgili birlikte büyük bir heyecan var; bunu hissediyoruz ama Araplık, Rumluk meselesini dile getiririz diye çekinceler de mevcut. Bu çekincelerin farkında olarak biz de bunun üzerine gitmek istiyoruz çünkü bunun toplumun ana meselesi olduğunu ve buradan çıkacak herhangi bir sonucun bu toplumu bölmek yerine varlığını ortaya koymasına vesile olacağını düşünüyoruz. Ekip kimlerden oluşuyor? A.M.B.: Biz altı kişilik bir ekip olarak ortaya çıktık. Aramızda Ferit Tekbaş var; kendisi daha önce Oryental Hıristiyanların Merkez Konseyi‘nde (ZOCD) yönetim kurul üyesi olarak görev almış ve Köln’de Antakya Rum Ortodoks Hıristiyanlarının Kültürünü Geliştirme ve Koruma Merkez Konseyi’nde (kısa biçim = ZeROChA e. V.) yönetim kurulu üyesi olarak yer aldı ve aynı zamanda bu konseyin kurucularından. Emre Can Dağlıoğlu ve ben varım. İstanbul’da avukatlık yapan, İskenderun’dan Can Terbiyeli var; tarihimize dair konular ve göç meseleleri üzerine düşünmeyi seven bir arkadaşımız. Mişel Uyar var; Karagözyan Okulu’nda öğretmenlik yapmış şimdi İskenderun’a taşındı. O da aynı şekilde kültürümüz ve tarihimiz üzerine çalışmalar yapıyor. Bir de Ketrin Köprü var, Uluslararası Göç Örgütü’nde çalışıyor. Ekibimizin dışında yazar kadromuz daha geniş. Toplumdan bize kültürel, tarihi ve güncel sorunlarımıza dair yazılarla katkı sunmak isteyen herkese kapımız açık. Genişlemeye de başladık bile. E.C.D.: Şunu da eklemek gerek. Kurucu ekip bu olsa da yazar kadromuz sadece Hıristiyanlardan oluşmuyor. Bizim toplumumuza dair yazı yazmak isteyen veya başka tür katkılar sunmak isteyen herkese kapımız açık. Bu röportaj ilk olarak 21.10.2021 tarihinde Agos Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

  • Nehna Ekibini Tanıyalım – Ketrin Köprü

    Bu bölümde yapılan röportajlarla Nehna ekibini tanıtmayı amaçlıyoruz. İlk olarak kurucu ekibin içerisinde yer alan Ketrin Köprü’yü tanıyacağız.Bu röportajda Nehna ekibine katılma sürecinden bahseden Ketrin, “Hayatımdaki dönüm noktalarından biri” diye tasvir ettiği, Arapça öğrenmek için gittiği Beyrut tecrübesini de bizlerle paylaşıyor. Ayrıca Uluslararası Göç Örgütü’ndeki (IOM) çalışmalarından ve gözlemlerinden bahsederken göç ve sığınmacılarla ilgili doğru bildiğimiz yanlışların altını çiziyor. Röportaj: Ferit Yuhanna Tekbaş Sevgili Ketrin, okuyucularımıza kendini tanıtır mısın? Tabii ki, 1988 Antakya doğumluyum. İlköğretim ve lise eğitimimi Antakya’da tamamladıktan sonra, üniversite eğitimim için ilk önce İskenderun’a geçtim. 2010 senesinde İstanbul’a gazetecilik alanında iş bulmak ümidiyle geldim. Agos gazetesinde 6 ay kadar çalıştım, daha sonra İstanbul Aydın Üniversitesi’nde Gazetecilik Bölümü’nü bitirdim. Ayrıca okurken Birgün gazetesi ve NTVMSNBC‘de kısa dönemli stajlarım ve çalışmalarım oldu. Suriye’de çıkan savaşın üzerinden iki yıl geçtikten sonra, Gezi olaylarının yaşandığı 2013 senesinde, Lübnan Balamand Üniversitesi’ne 1,5 yıllığına Arapça öğrenmeye gittim. Çok kolay öğrenebileceğimi düşündüğüm, anadilim diye tanımladığım dili, okuyup yazmayı ve tam anlamıyla konuşmayı öğrenmek beni epey bir yordu. Yani, Arapçanın ne kadar zor ve geniş bir sözcük dağarcığına sahip değerli bir dil olduğunu oradayken anladım. Çünkü çocukluğumdan beri Arapçaya karşı içimde bir direnç vardı. Malum ilkokulda düzgün Türkçe konuşmamız gerekiyordu. Bu yüzden, annem benimle Arapça konuştuğunda hep Türkçe karşılık verdiğimi hatırlıyorum. Gerçekten bir gün bu dili öğrenme isteğim olacağını tahmin etmiyordum açıkçası. Şu an dönüp baktığımda “iyi ki yaptım” dediğim şeylerin başında gelir. Lübnan’dan dönüp kısa bir süre iş aradıktan sonra, gazetecilik tutkum, hiçbir yerde iş bulamadığım için yavaş yavaş başka bir şeye dönüştü. Sivil topluma yöneldim. Türkiye’de yükselen mülteci kriziyle birlikte, mültecilere çeşitli yardım ve destekler sağlayan sivil toplum kuruluşlarından CARITAS’ta işe başladım. Orada bir süre çalıştıktan sonra, şu an hala çalışmaya devam ettiğim Uluslararası Göç Örgütü’nde (IOM) 2015 yılından beri çalışıyorum. Lübnan’a Arapça öğrenmeye gittiğinden ve çocukluğunda Arapçaya direnişinden bahsettin. Bu noktayı biraz açabilir misin? Arapça öğrendikten sonra senin için neler değişti? Bildiğim kadarıyla Lübnan’da manastırda da kaldın. Nasıl bir tecrübeydi? Lübnan‘da Arapça eğitimi almak hayatımdaki ikinci dönüm noktası diye adlandırdığım bir serüvendi. Çünkü mezun olmanın verdiği telaşla ve ne yapacağımı bilememe hali beni oralara kadar götürdü. Tabii, bu öyle kolay olmadı. Bunu buradan da belirtmek isterim -çünkü kendisine buradan da bu vesile ile teşekkür etmiş olacağım bir kez daha- Seyiddna (Arapçada Metropolit) Elpidophoros, o zamanlar İstanbul Rum Patrikhanesi’ndeydi, o bana çok yardımcı oldu oraya gidip Arapça eğitimi almam konusunda. Benim için Balamand Üniversitesi‘ne bağlı Ruhban Okulu’yla bir takım yazışmalar yaptı ve aldığım kabul sonrası oraya yaklaşık 1,5 sene burslu Arapça öğrenmeye gittim. Tabii, tam olarak beni orada neyin beklediğini bilmiyordum. Yani, nerede kalacaktım? Yurtta mı, yoksa manastırda mı? Seyiddna Elpidophoros bana sadece orada teoloji okuyan öğrencilerle birlikte Arapça öğreneceğimi söyledi. Beyrut Havalimanı’na vardığımda beni orada okuyan teoloji öğrencilerinden Türkiyeli hatta Altınözlü Bayram karşıladı. Sonra, Trablus’a varmadan baya tepelerde bir yere yaklaşık bir saat yol giderek çıktık. Gecenin bir vakti varmıştım. Beni Seyyidna Ghattas karşıladı. Manastırda misafirlerin kaldığı bir yer vermişlerdi bana, yaklaşık bir ay o odada kaldım. Sonra üniversitenin hemen yanında bir yurt ayarlandı, oraya geçtim. Yani, aslında ilk günden itibaren daha önce hayatımda görmediğim kadar dini lider ve teoloji öğrencisiyle birlikte tek kadın olarak ilk kahvaltımı etmiştim. Çok ilginç bir deneyimdi gerçekten. Çeşitli ülkelerden gelen yaklaşık 80 erkek öğrenci, çeşitli branşlarda eğitim veren papazlar, eğitmenler ve ben… Tabii, zamanla hepsiyle tanıştım arkadaş oldum. Aralarından bazılarıyla hala haberleşirim. Arapçaya direncim aslında hep okulda iyi Türkçe konuşabilmek içindi. Çünkü maalesef bizim oralardaki okullarda da dille ilgili bir baskı vardı. Ama tabii ki, çoğunluğun Arapça konuştuğu bir evde büyüyünce dili konuşmamaya o kadar da direnemiyorsunuz. İyi ki maruz kalmışım diyorum, yoksa 1,5 senede gerçekten bu dili konuşmayı ayrı, okuma yazmayı ayrı öğrenmek gerçekten zor. Ben ilk etapta bildiğimi zannedip sadece okuma yazma öğrenmeye gidiyorum diyordum, altı ay yeter bana diyordum. Fakat öyle olmadı tabii ki. Ben konuşmayı hiç sevmediğim, zorla öğrendiğim – abartmıyorum ilk başlarda yapamadığım için ağlıyordum- dili Lübnan’da zamanla sevdiğimi farkettim. Tabii, bu hep oradaki arkadaşlarımla mümkün oldu. Üç öğün yemeğimi onlarla yiyor, ders aralarında hep onlarla sohbet ediyordum. Hatta her gün kilise ayinlerine bile katılıyordum, ilginç bir şekilde dille birlikte din de ilgimi çekmeye başlamıştı. Bulduğum herkese merak ettiğim her soruyu soruyordum. Çok şey öğrendim onlardan. Beni aralarına almışlardı artık, onlardan biri gibi hissediyordum kendimi zaman zaman. Yani, sanki ben de oraya dini keşfetmeye gitmiş gibiydim. Arapça hayatıma çok şey kattı diyebilirim ama Arapçayı Lübnan‘da bir ruhban okulunda öğrenmek beni zenginleştirdi her anlamda. Bu kadar din insanı tanımak, bayramlarda bazen Antakya Kürsüsü‘ne bağlı birçok önemli din liderle tanışmak, sohbet etmek, hayatımın o döneminde bana çok iyi geldi. Döndükten sonra ailede en kötü Arapça konuşan insandan bir anda en iyiye dönüşmüştüm. Hatta baya ileri gidip ilk geldiğim zamanlar annemi, babamı Arapça konuşurlarken düzeltiyordum. Bizim evde Arapça her yerde vardı. Dedemlerle yaşadığımız için televizyonda izlenen her şey Arapça idi. Sığınmacılar arasında bile bazen telefonda konuşurken, bazen yüz yüze gördüklerinde, “Sen Lübnanlı mısın, Suriyeli misin?” diyen var. Çok mutluyum açıkçası bu seviyeye geldiğim ve anadilimi yaşattığım için. Ferit Tekbaş ve Ketrin Köprü Sığınmacılardan bahsettin… Halihazırda bir göç örgütünde çalışıyorsun. Bu sivil toplum işinde, görevin tam olarak nedir ve göçmenlerin güncel durumları hakkında bize bilgiler verebilir misin? Yaklaşık 6 yıldır Uluslararası Göç Örgütü’ndeyim. Burası Birleşmiş Milletler (BM) çatısı altında, göç alanında çalışmalar yürüten bir kurum. IOM olarak biz, burada Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne kayıtlı olan geçici koruma ve uluslararası koruma altındaki sığınmacıları, kabul gördükleri üçüncü ülkelere yerleştirme görevini üstleniyoruz. Ben operasyon departmanında çalışıyorum. Bir sene öncesine kadar Arapça bildiğim için saha görevlerinde yer alıyordum. Yani, sığınmacıların kabul gördükleri ülkelerin Türkiye’deki konsolosluklarında yapılan mülakatlara katılıyor, onlara tercümanlık yapıyor ve havalimanına kadar eşlik edip oradaki işlemleriyle ilgili yardımcı oluyorum. Ofisteyken de ulaşabildikleri neredeyse tek kurum biz olduğumuzdan, çok sıklıkla çalan telefonları cevaplayıp sığınmacıların sorularını elimizden geldiğince yanıtlıyoruz. Onların dosyaları hakkında herhangi bir gelişme varsa aktarıyoruz. Son bir yıldır ise saha görevinden bilgisayar başı bir işe geçtim, yani üçüncü ülkelerdeki misyonlarımızdan gelen yazışmaları ve talepler doğrultusunda sığınmacılarımızın uçuş planlamasını yapıyoruz. Kültürel oryantasyon, sağlık kontrolleri ve uçuş detaylarını bizler hazırlayıp bir takvim oluşturuyoruz. Maalesef konuyla ilgili doğru bilinen çok fazla yanlış bilgi var. Suriyeli mültecilere vatandaşlık verildiğine, mültecilerin istediği üniversitede sınavsız okuyabildiği, Suriyeli esnafların vergi vermediği gibi birçok yanlış bilgi var. Türkiye’de bulunan Suriyeliler, geçici koruma statüsüne sahip. Geçici koruma kapsamındaki insanların diğer Türkiye vatandaşı olmayanlar gibi 5 yıl ikamet yoluyla Türk vatandaşı olma hakları yok. Eğer öyle olsaydı, 2015 yılının sonuna kadar gelmiş olan yaklaşık 2,5 milyon Suriyeli’nin tamamının Türk vatandaşı olması gerekiyordu. Fakat son açıklanan sayıya göre, Türk vatandaşı olan Suriyelilerin sayısı yalnızca 110 bin. Benzer şekilde geçici koruma altında bulunan Suriyelilerin bir Türk vatandaşıyla evlilik yoluyla Türk vatandaşı olma hakkı da yok. Öğrencilik mevzusuna gelince, Türk vatandaşı olmayan her öğrenci yabancı öğrenci statüsünde. Suriyelilerin ne devlet üniversitelerinde ne de vakıf üniversitelerinde diğer yabancı uyruklu öğrencilere göre bir avantajı yok. Bir yabancı öğrencinin devlet üniversitesine girmesi için Yabancı Öğrenci Sınavı’na (YÖS) girmesi gerekiyor. Yani, sınava girmeden istedikleri üniversitede okudukları iddiası uydurma. Vakıf üniversitesine girmek istediğinde ise sığınmacılar o üniversitenin belirlemiş olduğu kriterlere uymak zorundalar. Nehna ekibinin en genci sensin. Peki, seni bu online platformda yer almaya motive eden neydi? Açıkçası ,sanırım ilk önce okumuş olduğum bölümle ilgili küçücük bile olsa bir katkı sunmak beni heyecanlandırdı. Çünkü ben gazeteciliği gerçekten büyük bir keyifle okudum ve okurken de kendimce işe yarar şeyler yaptığımı düşünüyordum. Okulumuzun bir dergisi vardı ve iki yıl boyunca çeşitli konularda ayda bir kez yazılar yazıyordum. Yani, bu platform fikri için beni ilk aradığında çok heyecanlanmıştım. Açıkçası, yeniden bir şeyler karalamak ve araştırmak ve bir ağ oluşturmak şahane olacak diye düşünüyorum. Ama tabii ki, zaman zaman da gözüm korkmuyor değil, çünkü ekip çok sağlam ve birçoğunun da işi yazmak ve araştırmak. Kendimi yazı işinden biraz uzaklaşmış hissediyorum bazen, çünkü dışarıdan her ne kadar basit gibi görünse de, aslında işin içine birazcık girince öyle basit olmadığını anlıyorsunuz. Umarım hepimizin hedeflediği gibi güzel ve kaliteli içeriklerle dolu bir platform olur. Ve ilerleyen zamanlarda daha çok insanın söz söyleyebileceği, katkı sunabileceği bir platforma dönüşür. İnternet gazeteciliği okudun ve Agos, Birgün ve NTVMSNBC gibi gazete ve platformlarda çalıştın. Peki, bu tecrübenle Nehna’da hangi konular üzerinden çalışmayı hedefliyorsun? Açıkçası, başlarda özellikle yazmayı düşündüğüm bir konu yoktu. Ve çok aktif bir şekilde yer alacağımı düşünmüyordum. Ben sadece arada dışarıdan katkı sunarım diye düşünmüştüm ama yaptığımız toplantılar ve çıkan fikirler beni Nehna’nın bir parçası olmaya sürükledi. Açıkça söylemek gerekirse, iş yoğunluğumdan dolayı, birkaç kez “çok benlik değil sanki” diye düşündüğüm zamanlar da oldu. Ama yavaş yavaş sevmeye başladım Nehna’yı ve merak etmeye başladım nasıl bir platforma dönüşeceğimizi, çünkü ekip gerçekten çok sağlam ve ben de bu ekibin bir parçası olduğum için çok şanslı hissediyorum. Zamanla güzel şeyler ortaya koyacağımıza inanıyorum. Yazmaya da ilk önce doğduğum evle başlamak istedim. Avlu evlerini işlemeyi düşünüyorum ilk etapta. Kendi hikayemle başlayıp başka hikayelere doğru bir serüven planlıyorum. Zaman içerisinde hangi konulara yöneleceğimi ben de henüz bilmiyorum açıkçası. Online platformun geleceği için beklentilerin nelerdir? Online platformun geleceği için öncelikli beklentim aslında geniş bir kitleye hitap edebileceğimiz içerikte olması. Yani istiyorum ki, her yaştan, dinden, etnik kökenden ve kesimden insanın içinde bir şeyler bulabileceği içerikler olsun. Bizi ayrıştırmaktan ziyade, farklı fikirleri birlikte tartışmayı hedeflemesini, gelecekte bu platformun bir derneğe ya da bir vakfa dönüşmesini ve belki içerikte çeşitli kısa filmlerin, belgesellerin yer almasını diliyorum. Tabii, bütün bunlar zamanla olabilecek şeyler, bu yüzden, sabır ve emek en önemli şey ilk etapta. Son olarak, bu mülakat için sana, diğer arkadaşlar ve okuyucularımız adına çok teşekkür ederim. Gönüllü ve diğer işlerinde başarılar dilerim. Ben teşekkür ederim, ayrı ayrı hepimizi bir araya getirip böyle bir platform da buluşturduğun için.

bottom of page