"" için 227 öge bulundu
- Antakyalı Janet Köprü’nün Mutfağı ve Biberli Ekmek Tarifi
Nehna ’nın yayına başladığı hafta müjdesini vermiştim, Antakyalı Ortodoksların mutfağına dair hafızayı ortaya çıkarmaya çalışacağım söyleşiler yapacaktım . Çünkü yemeğin hafızası, aynı zamanda kültürel bir hafıza ve bunu da sanıyorum en iyi şekilde ortaya çıkarmanın bir yolu varsa, o da o mutfağı her gün pratik edenlerle konuşmak. En sonunda kolları sıvadım. Kendimi yüz yüze olamasa da zoom üzerinden Janet Köprü ve eşinin evinde, Antakya’da buldum. Janet Köprü doğma büyüme Antakyalı. Antakyalı derken Antakya merkezden bahsediyorum. Dört çocuğu var. Kızları evlenmiş yanından ayrılmışlar, biri Almanya’ya, biri Mersin’e, biri de İskenderun’a gelin gitmiş. Oğlu ise Antakya merkezde kalmış. Janet Köprü’yle konuşurken aklımda Antakya’nın yemek kültürüne dair birçok soru var haliyle. Ancak onlara geçmeden önce bana aktarıldığı şekliyle çok güzel yemek yapan Janet Abla’nın yemek yapmayı kimden öğrendiğini soruyorum. “Annemin eli yatkındı, lezzetli yemekler yapardı” diyor ve “biraz da kayınvalidemden” diye ekliyor. Kayınvalidesi de değişik yemekler yaparmış. Kayınvalidesi de kendisi de Antakya merkezdenmiş. O nedenle buraya özgü mutfakla ilgili bilgiler alacağım için mutlu oluyorum. Öncelikle bölgede eskiden beraber yaşama kültürüne dair bazı ayrıntıları merak ediyorum. Mesela derler ki, bizim bugün marketten kiloyla aldığımız şekliyle yapılan bir alışveriş yokmuş eskiden, zaten Antakya’nın avlu evlerinde birkaç aile birlikte yaşarmış ve bu evlerin yapısı gereği de kalabalık nüfusun yiyecek hazırlığı da toplu olurmuş. Ben bunu anlatınca Janet Abla’nın hafızasından şu detaylar dökülüyor: “Yaşlılar avluda bir araya toplanır, bulgur ayıklardı. Antakya’da benim çocukluğumda, biz kalabalık bir aileydik, dokuz nüfustuk, yedi kardeş. Babam esnaf bir adamdı, terziydi. Kışlık yiyeceklerimizi yüklü alırdı. Evimizin kenarında geniş bir bahçemiz vardı, orada annemle bu tür şeyleri beraber yardımlaşarak yapardık. Bulgur kurutulup haşlanmış gelir ama biz ayıklardık, kapıya kadar değirmenci gelir öğütürdü.” Antakya kadınları (Ketrin Köprü, Klemans Şakirgil, Melek Keleş) beraber yemek yaparken. Foto: Can Şakırgil arşivinden Tabii, benim aklımdaki en büyük soru, Antakya merkezin diğer ilçelerden, mesela Samandağ’dan farklı bir kültürü olup olmadığı. Samandağlılar farklı bir mutfakları olduğunu düşünür, ben de Janet Abla’ya soruyorum ama Janet Abla pek bir fark görmediğini söylüyor iki mutfak arasında. Baharatların farklılaştırıcı bir unsur olabileceğini ifade ettikten sonra Antakya merkeze ait olduğunu düşündüğü bazı yemekleri sıralıyor. Bu yemeklerden en çok öne çıkanı balkabağı, haşlama et, nohut, ve tuzlu yoğurtla yapılan borani. Bu yemeğe tuzlu yoğurdun güzel bir kıvam verdiğinin altını çiziyor Janet Abla. İçine ufak içli köftelerin de konulduğunu ekliyor. Samandağlıların bazı bayramlarda borani yerine Rumca ismiyle kolakas, Türkçe ismiyle gölevez olarak bilinen bir kök sebzeden yapılan yemek olan kılkez yaptığını, fakat kendilerinde bu geleneğin olmadığını belirtiyor. Külfetli bir yemek olduğu için sadece özel günlerde, özellikle de Noel zamanı balkabağı zamanına denk geldiği için borani yapımının yaygın olduğunu söylüyor. Noel ritüeli demişken Samandağ’da ve Mersin’de kendi ailemin bayramlarda sıkça yaptığı martadellayı soruyorum. Martadella hem cevizle hem fıstıkla yapılır diyor Janet Abla ama “bunlar köftenin içine yoğrulmaz, ortasına konulup sarılır. Sarımsak, kuyruk yağı ya da haşlanmış yumurta da sarılabilir.” Janet Abla, Samandağ’da çok sık yapılan ve Nehna ’da bir Noel ritüeli olarak tarifini de verdiğimiz kişk çorbasını ise hiç duymamış. Kişk demişken sohbet esnasında aklımıza keşkek, yerelde söylenişiyle “kişkek” geliyor. Ama burada benim bilmediğim bir ayrıntının, hırisi ile kişkekin farkının altını çiziyor. “Kişkek aşurenin biberli ve nohutlusuna denir. Hırisi başkadır, kişkek başkadır. Kişkekte nohut ve biber vardır, tereyağında kavrulur. Kırmızı olur. Antakya’da yapılır.” Kişkeki yıllar öncesinde Antakya’da bir otelin restoranında hırisi sanarak yediğimi ve ailemin yaptığı hırisiden ne kadar farklı olduğunu düşünüyor ve şimdi bu farkı anlamlayabiliyorum. Sohbetin bu kısmında, konu ister istemez Antakyalı erkeklerin yemek yapmaya ne kadar meraklı olduğuna geliyor. Bizim ailenin erkekleri, özellikle et yemekleri dendiğinde mutfaktan pek çıkmazlar. Janet Abla ise kafamdaki bu tabuyu biraz bozar şekilde cevap veriyor: “Ben ev hanımıyım. Meslek olarak dikişi tercih ettim. Eşimle evlendiğimde eşim çalıştığı için bu işi yapmamı istemedi. Ev hanımı olduğum için yemekle hep kendim uğraştım. Kendisine fırsat vermedim. Eşim de yemek yapmayı sevmez ama ağız tadı var. Yemeklere yorum yapar.” Evet, bizde erkeklerin yemek yapsa da yapmasa da mutlaka ama mutlaka yemeklere yapacak bir yorumu vardır. Çünkü Janet Abla’nın dediği gibi “ağız tadı” meselesi, Antakya’da aile içinde ciddi tartışmalara yol açabilen bir mevzu. Antakya’da erkeklerin et yemeği yapması bir yana, Antakya mutfağı et yemeklerinin ağırlıklı olduğu bir mutfak olarak bilinir. Ama bugünkü durum ne? Hiç sebze yemeği yok mu Antakya mutfağında? Janet Abla zaman geçtikçe, rahatsızlıklarımız ortaya çıktıkça eti kesme ihtiyacı duyduğumuzu söylüyor. Bununla beraber Antakya mutfağında, günlük yaşamda, sebze yemeklerinin hiç de az olmadığına dikkat çekerek, sık yaptıkları sebze yemeklerini sıralıyor: “Ağırlıklı sebze yemekleri yeriz. Mesela, kara lahana, bizde “sılk” derler, yani pazı, zeytinyağlı sarması yapılır. Zamanın ne sebzesi varsa dolması yapılır zeytinyağlı, yaprak sarılır. Kuru fasulye ve barbunyanın zeytinyağlısı yapılır. Börülce, yani lübye yapılır. Adissıphamit (çorba) yapılır, iki çeşit mercimekle, pazı bir de yalancı köfte yuvarlamasıyla yapılır. Nar ekşisi ya da limon konur.” Antakyalı olmayanları Antakya’yla ilgili en çok şaşırtacak mesele balığın Antakya mutfağındaki hiç de azımsanamayacak önemidir sanıyorum. O yüzden, “Balık yapıyor musunuz hiç?” diye soruyorum. Janet Abla, balığın eskiden Asi Nehri’nden sıkça geldiğini söylüyor. Fakat Asi’nin kirlenmesiyle beraber artık nehirden çok az balık tutuluyormuş ve onlar da artık Asi balığı dedikleri semek benni yi almıyorlarmış. Fakat yine de çarşıdan buldukları başka balıkları aldıklarını söylüyor. Asi balığının çok kılçıklı olması da Janet Abla’nın başka balıklara yönelmesini bir başka nedeni. Eskiden Asi balığıyla ne yapılırdı diye sorunca, “Eskiden kızartması yapılırdı. Tepside de yapılırdı, bol patates soğan konulurdu altına, fırınlanırdı. Salça ve zeytinyağı, patates, soğan, maydanoz konurdu” diyor ve ekliyor “Şanini (Dallar Pazarı) Bayramı’nda yapılırdı. Bşarıt el Mesih’te (25 Mart) yapılırdı. O gün de balık yenir. İsa Mesih’in anne karnında olduğunun haberi müjdelenmesini kutlarız o gün ama artık başka balık kullanıyoruz tabii.” Ya peki yılan balığı? Bu balık, Samandağ açıklarında sıklıkla tutulsa da, artık nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya ve bu yüzden, aslında avının da kontrol altına alınması gerekiyor. Babamın da çocukluk hatıralarında yer etmiş bu balık, anlatır hep. Janet Abla “Yılan balığı (semek heyet) yedim ama çok üstüne düşmemişim. Annemler de yapmazdı ama kayınvalidemler yapardı. Nadir bulunan bir balık. Yapıldığında içine defne yaprağı, baharatlar, kimyon, toz biber ve kizbara (kızzıbra yani kişniş) konur, onlarla terbiye edilip kızartılır. Halka halka bölünür kızartılır” diye tarif de veriyor. Tam ben babamdan duyduğum Antakya’ya özgü bir balığı sormaya hazırlanırken Janet Abla lafı benden alıyor: “Antakya’da bir de karabalık var, sellur derler, O eğer kalınsa, etliyse onun köftesini yaparlar şahane olur. Derisi sıyrılır, köftesi dövülür, içli köfte şeklinde yapılır, harika lezzetli olur. Limon sıkılıp yenir. Merkezde tutulmuyorsa da çevrede civarda tutulur satılır. Biz almıyoruz. Dükkanlarda satılmıyor Asi Nehri’nin balığı diye. Kendileri tutan olursa onu alıp yiyorlar.” O sırada eşi lafa giriyor: “Ben çocukluğumda bir iki kez gördüm. Biz evlendikten sonra denk gelmedim.” Antakya mutfağı deyince acı yemeklerden bahsetmesek olmaz. Janet Abla, “Yemeklerde acıyı severiz. Yaparız ve yeriz.” diye net bir şekilde “acı meselesi”ni ortaya koyuyor. Acı deyince aklıma Antakya’nın meşhur biberli ekmeği (mızaetriy), muhammarası, içine acı konan tebbulesi (kısır), keşkeği, lehm el varkası (kağıt kebabı) geliyor. Konu açılmışken içli köfteye de acı koyup koymadıklarını soruyorum: “Antakya’ya giden bazı arkadaşlarım acı içli köfte yediklerini anlattılar, var mı böyle bir şey?” Janet Abla hemen cevap veriyor “İçli köftenin acısını Aleviler yapar. Biz ise acısız yaparız.” Ama ufak bir dipnot da vermeyi ihmal etmiyor “Bazen biz de acı koyarız ama tepside etli ya da zeytinyağlı köfte yaptığımızda acı biber koyarız.” Acıdan bahsetmişken, özellikle ülkesinden göç etmek zorunda kalarak Türkiye’de yaşam sürmeye çalışan Suriyeli mülteciler geliyor aklıma. Malum birbirine çok yakın, aynı dili konuşan ve çok yakın akrabalık ilişkileri de bulunan toplumların yemek üzerinden etkileşimi olabileceğini düşünüyorum ama yanılıyorum. Janet Abla iki toplum arasındaki duvarı şu şekilde açıklıyor: “Antakya’ya savaştan dolayı gelen çok oldu ama Hıristiyan ailelerin hepsi gitti. Kimi Avrupa’ya, kimi Suriye’ye gitti. Ama Müslümanlar ve Aleviler kaldı. Kalanlarla selamlaşıyoruz o kadar. Hiç iletişimimiz olmadı.” Peki ya yemek? “Burada onlar kendilerine mahsus pastalarını, tatlılarını dükkan açıp satıyorlar. Lokantaları açıldı, yemek pişirip satıyorlar, alan da oluyor ama biz almıyoruz.” Ama Janet Abla iki mutfağı birbirine çok yakın bulduğunun, zaten özellikle kendi ailesindeki Antakya-Suriye evliliklerinde Antakya’nın bir ortak nokta olduğunun da altını çiziyor: “Benim kız kardeşim Suriyeli ile evli, yazın geldi. Ben beş altı defa Suriye’ye, Halep’e gittim. Kız kardeşim de çok sık geliyordu, çocuklarıyla eşiyle falan. Humus konusunda benim kız kardeşim Antakya’dan öğrendiğini uyguladı, kaynanası da yine Antakyalıydı.” Peki, kendi çocukları yemek yapmaya meraklı mı diye soruyorum. “Almanya’daki kızım bulduğu her sebzeyi bizim tarzımızda yapıyor. Ama bu tadı almıyormuş” diyor. “Anne senin yaptığın gibi olmuyor” diyormuş kızı. “Ama Mersin’deki kızımın eli çok yatkın, hiçbir şey yapmayı bilmiyordu, benden tarif ala ala benden daha güzel yapıyor şimdi. Antakya’nın eski tariflerini de yapıyor.” Nedir diyorum bu Antakya’nın eski yemekleri? “Meyhane pilavı yapar. Arapçada kortana denir. Kimyonlu bulgur, kimyonlu aş ya da biberli aş da derler. İçine bol kimyon konur. Soğanı bol olur. Baş biber varsa baş biber, ben artık bulundurmuyorum, salça biberi kullanıyorum” diyerek bana bir tarif daha veriyor. Antakya merkezde bir taş fırın. Foto: Ketrin Köprü Ve Janet Abla’yla karnımı guruldatan sohbetimizin sonuna geliyoruz. Çok güzel yaptığını duyduğum biberli ekmek tarifini bana anlatmayı kabul ediyor. Eşi haklı olarak ekleme gereği duyuyor “Biberli ekmeği sadece Hıristiyanlar değil, tüm kesimler yapıyor. Bu arada katıklı ekmek başka, biberli ekmek başka.” Antakya merkezde katıklı ekmekte biberli ekmekten farklı olarak harç üzerine değil içine katılıyormuş. Burada birçok yerden farklı olarak biberli ekmeğe sıkça peynir de katıldığını ancak oruç döneminde patates ya da sadece domates katılarak yapıldığını da öğreniyorum. O yüzden birazdan sizlerle paylaşacağımız biberli ekmeğin tarifinde peynir de göreceksiniz. Bugün biberli ekmek, oturulan semtteki taş fırınlarda yapılıyor. “O yüzden hamurunu evde yapmıyoruz. İstersek yapabiliriz tabii” diyor Janet Abla ve hamurun da tarifini veriyor bana. Ama sizin yakınınızda bir lahmacun fırını varsa, iç harcınızı hazırlayıp kendinizi taş fırının kapısında bulun mutlaka. Biberli Ekmek (5 adet büyük ekmek için) Malzemeler Hamur için: Un |1 kg Su |aldığı kadar Yaş maya |40gr Şeker |1 çay kaşığı Tuz |1 tatlı kaşığı Harç için: Soğan | 1 adet büyük (peynirsiz yapıyorsanız 2 adet) Biber salçası |iki çorba kaşığı (acılığına göre ayarlanabilir) Peynir çeşitleri (Lor, taze çökelek, beyaz peynir, tuzlu yoğurt) |250gr Domates (sadece kuru çökelek kullanıldıysa) |1 adet (peynirsiz yapılıyorsa 3 adet) Kimyon |1 tatlı kaşığı Kekik |1 tatlı kaşığı Kişniş |1 tatlı kaşığı Susam |1 tatlı kaşığı Çörekotu |1 tatlı kaşığı Tuz |ayarlanacak Tarif Mahalle fırınında yaptırmayacaksanız önce hamuru hazırlayın. Yaş mayayı az ılık suda eritin, içine şekeri ekleyin 10 dakika bekleyin. Mayalı karışımı un ve tuzla karıştırın, aldığı kadar un ekleyin. Burada yumuşak bir hamur elde etmek istiyoruz. Hamuru en az 45 dakika sıcak bir yerde üzeri nemli bezle örtülü şekilde dinlenmeye bırakın. İç harcı hazırlamak için dilerseniz peynir çeşitlerini hazırlayın. Soğan(lar)ı ince ince kıyın ya da rendeleyin. Domates(ler)i rendeleyin. Peynir, domates, biber salçası ve tüm baharatları karıştırın. Tuzunu duruma göre ayarlayın. Evde yapacaksanız fırını 200 dereceye ayarlayın. Büyük adetleri evde yapmak kolay olmayacaktır, o nedenle dilerseniz bir fırın tepsisine tüm hamuru açıp üzerine, dilerseniz hamuru küçük parçalara bölüp yuvarlak şeklini verip üzerine harcı pay edin. Fırında yaklaşık 30 dakika kadar, altı iyice piştiğinden emin olana kadar pişirin.
- Milat 0 değil, 6 Şubat 2023: Mozaikten geriye ne kaldı?
6 Şubat. Pazar’ı Pazartesi’ye bağlayan gece yarısı. Almanya saatiyle 3:51. Türkiye saatiyle 5:51. Nehna grubundan mesaj gelir… Eş zamanlı, Instagram haber kaynağıma Times of İsrael’inin bir paylaşımı düşer… Yarı uyanık olayı anlamaya çalışırken, kuzenimden mesaj gelir. İlk işim hemen sevdiklerime nasıl olduklarını sormak için mesajlara yönelmek olur. Ama bunu sorarken depremin gerçekliği ve hasarını idrak edememiştim henüz, daha dünya da Türkiye de farkında değildi bunun. O anın stres ve korkusu yerini biraz da hissizliğe ve tepki verememeye bırakmıştı. Sabaha karşı olayları kavramaya çalışırken, yavaş yavaş gruplarda yardım çağrıları, merak mesajları birikmeye başlar… Gerisini biliyorsunuz. Doğup büyüdüğüm canım Antakya’mı, ne yapıp edip her yıl, özellikle yaz ayları gitmeye çalıştığım güzel Arsuz’u, İskenderun’u mu etkilemişti bu durum? Her an birbirini kucaklamaya, evine davet etmeye hazır pamuk insanları, yasemin kokulu sokakları, sofralardan eksilmeyen nar ekşili kendine özgü tarifleri boynu bükük, kalbi kırık kalmıştı. Arsuz’un rüzgârı meşhurdur, yerde ağaçlardan dökülen yasemin çiçekleri yarılan yer yutmuştu. 40 yıllık komşusunu enkaz altında kaybeden komşunun ne sofrası kalmıştı ne keyfi. Sofra neşesini geride bırakmış yola kırık toprağıyla devam ediyordu. Bu yazıyı yazıp yazmama konusunda kendi içimde bir savaş verdim. Sonuçta bayrama özel yemek tarifi yazılarıma benzemeyecekti bu, onu geri getirmek de zaman alacaktı. Kafamda dönen soruların da ardı arkası kesilmiyordu. Bu kadar acının ortasında kimin yazı okumaya hâli vardı? Peki, benim yazmaya hâlim var mıydı? Enkaz altından kendi dışında hiçbir şeylerini almaya fırsatı olmayan depremzede mi okuyacaktı? Yoksa enkaz altından çıkarılsa bile donarak, aç susuz, perperişan sokakta veya arabasında bekleyenler mi? Ya kilometrelerce uzakta olup en sevdiklerine ulaşmak için her yolu deneyeneler mi? Sevdikleri insanlar dışında düşünebildikleri var mıydı? Yararı olacak mıydı birisine? Her şeye rağmen deneyim, duygu ve düşünce paylaşmanın iyileşme sürecinin bir parçası olduğuna kendimi ikna ettim. Yıkılan binalar, mabetler, şehirler ve yitip giden çocukluk anılarım Bir gecede hayatın boyunca emek verdiğin, kaybetmemek için sıkı sıkıya tutunduğun her şeyin ve herkesin elinden birkaç dakika içerisinde kayıp gitmesinin anlamsızlığı ve uzakta iyi bir haber almayı bekleyenlerin çaresizliği… Hayat mücadelesi veren onca insan… Birçok Antakyalı katılacaktır, nereye gidersen git dönüp dolaşıp bulursun yine Antakya’yı, Antakyalıları… Geri döndüğümde tüm komşuları, eş dostu bir kahveye çağırmak, bahçeden bir tebessümle el sallamak, Arsuz Otel’de bir langırt oynamak için bulma isteği ve umudu benimle kalacak. Hatay’ın tarihi ve kültürel dokusunu yıkan bu deprem farklı bölge ve binalarda farklı seviyelerde etkiler bıraktı. Antakya Protestan kilisesi, İskenderun Katolik Kilisesi, Arsuz Mar Yuhanna Rum Ortodoks Kilisesi, Habib-i Neccar Camiisi, Ulu Camii büyük ölçüde hasar görürken, Altınözü Sarılar Aziz Georgios Rum Ortodoks Kilisesi depremi az hasarla atlatırken Antakya Sinagogu genel olarak sağlam kaldı ve yalnızca sıvalar döküldü. Çocukluğun geçtiği caddeler, oyunlu şenlikli zamanlar yerini enkaz anılarına mı bırakmıştı? Sefer Toraları taşıyanlar enkaz üzerinden, Kurtuluş Caddesi – Kemal Paşa Caddesi boyunca geçen o uzun, ince ve zor yoldan yürüdüler. Acının üzerine basa basa onu yenememek, aksine içinde kaybolmak, ama aynı zamanda o tarihe, o kültüre sıkı sıkıya tutunmak… Yahudiliğin merkezinde bulunan ve Musa’nın beş kitabının el yazısıyla yazılmış kopyası olan Sefer Tora lar veya Tevrat parşömenleri dini ve kültürel açıdan oldukça değerliydi. Türk Yahudi Toplumu , Twitter üzerinden 7 Şubat günü eski Sefer Toraların çıkarıldığını bildirdi. Havra’dan Sefer Toraların güvenlik nedeniyle çıkarılma mecburiyetinde kalınması, 2500 yıldır Yahudi toplumuna ev sahipliği yapan Antakya’nın “Mozaik” kültürüne ve Yahudi toplumsal hayatına bir darbe vurarak hüzünlü sonunu getirdi. İşbirliği ve yardımlaşma kültürüne katkısına rağmen sosyal medya bu süreçte çok fazla yanlış anlaşılmalara ve eksik bilgi aktarımına yol açtı. Sosyal medyada konusu geçen ve bazı kafa karışıklıklarına neden olan Ester Parşömeni (Megilat Ester) konusunun esasını Rabbi Mendy Chitrik’ten öğrendim. Aslında “fırsattan istifade” bir yağmalamanın söz konusu olmadığı ve parşömenin Antakya Yahudi Toplumu üyesi depremzede tarafından ilk etapta kaybolmasın diye teslim edildiği bilgisine ulaşıldı. Zaten Sinagog’a ait olan bu parşömenin de Antakya Yahudi Toplumu kararı dahilinde yeniden ilk bulunduğu yere getirilmesi söz konusuydu. Antakya Yahudi Cemaati Başkanı Şaul Cenudioğlu ve eşi Tuna Cenudioğlu’nu da yitirdik bu depremde Geçtiğimiz yıl çok değerli insan, Antakya Yahudi Cemaati Başkanı Şaul Cenudioğlu ile bir röportaj yapma şansı yakalamıştım. Hepimizin bildiği gibi, Şaul Cenudioğlu’nu Antakya’daki Yahudi toplumunun emektar başkanı, güler yüzlü, aktif lideri olarak tanıyoruz. Kamu ve medyadaki cemaat başkanı kişiliği dışında, 2022 Şubat’ından önceki 2021 yazı, Şaul Abi ve Tuna Abla ile Arsuz’da vakit geçirme ve onları daha yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Çok manidar ama kendisiyle yaptığımız röportaj videolu hâliyle 9 Şubat 2022’de Şalom Gazetesi’nde yayınlanmıştı. Video kısmını Zoom üzerinden yapmamıza rağmen beni kırmamıştı. Her zaman Antakya Yahudi Cemaati’nin dünü, bugünü ve geleceği (!) hakkında çok ilgili ve paylaşıma açıktı. Meğer ne kadar değerli ve önemliymiş konuştuklarımız… Şaul Cenudioğlu ve eşini de depremde yitirdik. Söz konusu olan olağan bir değişim değil, ‘1 yılda nasıl her şey altüst olurdu’nun tanımı diyebilirim, ya da 1 gecede… Hem diyecek hiçbir şeyim yok, hem de diyecek sonsuz sözüm var. Sonsuz bir soru listesi hazırlayabilirim. Her deneyim bize hayatta bir şeyler öğretmek, ders vermek için mi vardı? Kendimizi avutmaktan öte yapabileceklerimizin sınırı var mıydı? Bu kadar canın, candan öte yaşanmışlığın hesabını kim verecekti? Olayı sindirmek bir ömür alacak, ben ise temsili iki hafta verdim kendime. 6 Şubat ve 4:17’de olan ilk deprem belleklerden silinmeyecek. Hayatını kaybeden, yakınlarını kaybeden, yaşasa da kâbusun etkisinden kurtulamayan, artık yaşamak istemeyen, 1 gecede tüm sahip olduklarını; tüm sevdiklerini kaybeden, doğup büyüdüğü yerden ayrılmayı sindiremeyen ve hâlen enkaz bölgesinde kalan, durmadan yaralılara erzak, yemek/su, psikolojik destek sağlayan, iyi dilekleriyle zor durumda olanların yanında olan…Herkese geçmiş olsun. Küllerinden yeniden doğuş, diriliş mümkün olacak mı? ‘המחדש בכל יום בטובו מעשה בראשית (“Her gün bir yenilik getiren iyi bir ameldir.”, Talmud: Menachot 29) Unutulmuş ve yeni olmayan bir şey yaratın. Yenilik yapmaya ve çağdaş gerçekliğe uyum sağlamaya çalışırken temel gerilim gelenek ve yenilik arasındadır, yenilik yaptığımız şey aslında eski bir gelenektir ve hiçbir şey icat etmiyoruzdur. Dünya yeniden yaratılmaya her gün devam eder, gerçekliğe uyum sağlarken antik Antakya geleneği de yaşayacaktır. Geçenlerde bir arkadaşımdan şöyle bir cümle duydum: “Bu dönemde hiçbir şeyin önemi kalmadı. Sadece iyi insan, kötü insan var.” Yöneticilerin boş vermişliğine, kuralsızlığına yenik düşmüş Hatay, her zaman bir yara olarak kalacak. Günler geçer, gündemler değişir. Bu yara baki. Elveda çocukluk, elveda kimlik, elveda benlik… Elveda Yasemin, elveda Begonvil, elveda Hanımeli… Elveda akşamüstü gün batımının bıraktığı rüzgârlı dalgalı Arsuz havası… Elveda tepsi kebabını taşırken o el yakan his, elveda Affan Kahvesi, elveda kıvamı leziz künefe, elveda tüm sokağı saran taze kahve ve leblebi kokuları… Antakya’yı Antakya yapan her şeye elveda. Ama kısa süreliğine. Köklere en kısa zamanda, eskisinden daha neşeli, daha doğaya kulak veren ve daha dayanıklı bir şekilde dönmek dileğiyle…
- “Esad gibi bir diktatörü başka bir diktatörlükle değiştireceksek vay halimize”
2024 Aralık ayında Suriye’de birçok dengeyi değiştirecek gelişmeler yaşandı. Aralık ayı başlarında Halep’e doğru ilerleyen Heyet-i Tahrir eş-Şam (HTŞ) güçleri hızlı ve kimsenin beklemediği bir şekilde neredeyse hiçbir engelle karşılaşmadan başkent Şam’ı ele geçirdi. Mevcut Esad yönetimi iktidarı eskinin El Kaidesi şimdinin HTŞ’in lideri eş-Şara’ya (Colani) devretti ve devrik başkan Beşar Esad ülkeyi gizlice terk edip Rusya’ya sığındı. Tüm bu gelişmeler iki hafta gibi kısa bir sürede yaşandı. 26 Aralık’ta Suriyeli gazeteci Sarkis Kassargian’la Suriye’deki iktidar değişimi, azınlıkların durumu ve Suriye’nin geleceğiyle ilgili konuştuk. Röportaj: Mişel Uyar Merhaba Sarkis, Suriye’de çok hızlı bir iktidar değişimi yaşandı. Öncelikle kısaca bu durumu özetleyebilir misin? Hala elimizde net verilerle konuşamıyoruz. Hala bazı şeyler muamma. Süreç çok hızlıydı. Hatta bence saldıranlar da bu kadar kolay bir şekilde Şam’a ulaşıp iktidarı alacaklarını beklemiyorlardı. Tabii ki burada birçok faktör var. Süreci Suriye’ye karşı yaptırımlardan başlatmak gerekiyor. Öncelikle Beşar Esad süreci doğru yönetemedi. Bunu biz açıkça dile getiremiyorduk çünkü bir diktatörlük rejimi vardı. Tabii ki bu rejimin olumlu yönleri de vardı. Ama şu günlerde çok söylenen “Kaybeden Şeytanlaşır” yani gücü eline tutan kötüyü kendi perspektifi ve standartlarıyla sunuyor. Bu her zaman böyle olmuş. Ama sonuç olarak Beşar Esad’ın süreci çok kötü yönettiğini düşünüyorum. Örneğin Rusya, Ukrayna-Rusya savaşından sonra aynı Rusya değildi. Hele hele Rusya’nın 3. Dünya Savaşı korkularının olduğu bir dönemde Esad’ın Rusları arkasına alıp çok inatçı bir siyaset, mevcut duruma ve konjonktüre uymayan bir yol izlediğini düşünüyorum. Ha keza İran ve Hizbullah, Gazze ve Lübnan’da büyük bir güç kaybetmişti. Diğer taraftan Erdoğan’la görüşmeyi de reddediyordu. Tabii ki ben bunu anlıyorum. Bu kolay bir şey değil. Ama Erdoğan’la görüşmesi de Esad’ı başka bir neticeye ulaştırmayacaktı. Ancak Türkiye’deki muhaliflerle de görüşmedi, Kürtlerle de görüşmedi. Suriye’deki muhaliflerle görüşmek istemedi, Avrupa’yla bir köprü kurmaya çalışmadı. Yani böyle kendi kendine durmaya çalıştı. Güçlü iktidarlar bu politikayı güdebilirler ama Esad gibi gücü sürekli eriyen birinin böyle yapması bu sonuca neden oldu. İnsanların anlayamadığı çok önemli bir konu var. 2012’de rejimin yanlısı Suriyeliler, cihatçılara karşı savaştığında aslında 2010’a dönmek için savaştılar. Şimdi 2024’te savaşla nereye dönecekler? 2017’ye döneceklerdi. Çünkü 2017’de Suriye bir zafer havasına girmişti. Ama 2017’ye dönmek hiç kimseyi mutlu etmeyecekti. Bundan dolayı insanlar mücadele etmek istemedi. İster Suriye ordusu, ister Aleviler, ister azınlıklar, hiçbiri savaşmadı. Çünkü bu kan gölünün bir çözüm getirmeyeceğini anlamış ve inanmışlardı. Neden buna inanmışlardı? Çünkü Suriye 2017’den sonra daha da kötüleşti. Tabii ki, bunda yaptırımların büyük payı var. Mesela silahlı gruplara gelen paraların kesilmesi bile ekonomiyi etkiledi. Çünkü gelen bu para bir şekilde Suriye ekonomisine giriyordu. Bunların durması bile ekonomiyi etkiledi. Süreçten zaferle çıkmış olan bir iktidar aslında iktidar değildi. Her şeyin kararını veren bir cumhurbaşkanı vardı. Kimseye danışmaz, kimseyi de dinlemezdi. Kurumlar çalışmıyordu. Bu da tüm diktatörlerin benzediği noktaydı. Sonuç olarak neden böyle oldu? Çünkü artık kimse savaşmak istemiyordu. Saldıranlar çok güçlü müydü? Hayır. Sayıları çok değildi. Bence bu süreçte ABD, Türkiye üzerinden Esad’a biraz baskı kurmak, belki Halep’in yarısının cihatçılar tarafından ele geçirilmesini istedi. Rusya da bu plan içerisindeydi ama rejim bilinmeyen bir şekilde çöktü. Direniş olmadı. Cihatçılar da Şam’a kadar yollarının açık olduğunu gördü. Hama’da biraz direniş oldu ama ondan sonra hiçbir yerde neredeyse kurşun sıkılmadı. Şam kurşun sıkılmadan teslim edildi. İktidar değişimine HTŞ ve cihatçıların gücünden çok, bahsettiğin nedenlerden dolayı iktidarın güçsüzlüğü sebep oldu diyebilir miyiz? Ben cihatçıların güçlü olduğunu düşünmüyorum. Ben Esad rejiminin zaten ister ordu olsun, ister direniş güçleri olsun ister bürokrasi olsun çöktüğünü düşünüyorum ve ilk darbede düştü. Peki HTŞ’nin iktidarı tutacak gücü var mı? HTŞ’nin kendi istediği şekilde de olsa yeni bir devlet kuracak bir kurumsal gücü var mı? Aslında HTŞ’nin bir kurumsal yapısı var ama bunu değiştirmek zorunda kaldığı için kurumsal yapısı yok gibi görünüyor. Mesela, El Kaide olarak askeri ve bürokratik yapısı var. Bu yapı İdlib gibi bir yeri yönetebilir ama tüm Suriye’yi yönetemez, yönetemiyor da zaten. Burada HTŞ’nin avantajı artık tüm dünyanın Suriye’de bir istikrar beklentisinde olması ve onlara destek vermesi. Zaten bu süreci tek başına götüremez. HTŞ içinden de sesler çıkmaya başladı. Çünkü Colani’nin (Ahmed eş-Şara’nın örgüt adı) eş-Şara’ya dönüşmesi her HTŞ’linin kabul edeceği bir şey değil. Ben cihatçı hareketleri yakından takip eden bir gazeteciyim. İdol olarak gördüğü bir insanın alkolle ilgili “bu benim kararım değil, tüm Suriyelilerden oluşan bir komite bu kararı verir” demesi bir cihatçı için küfür gibidir. Kırmızı çizgi bu aslında. Bu dönüşüm HTŞ içinde de bir sorun yaratacak. Diğer taraftan Suriye’de HTŞ’den başka silahlı gruplar var. Türkiye’nin desteklediği çoğunluğu çapulculardan oluşan paralı milisler var, Suriye Milli Ordusu var. Onların hedef ve istekleri bambaşka. Güneyde Dürziler var. Doğu da Suriye Demokratik Güçleri (SDG) var. Bunlardan en güçlüsü SDG’dir. Çünkü SDG hem askeri, hem siyasi, hem de bürokratik olarak kendini kanıtlamış ve dünyada sadece Türkiye’nin terör örgütü olarak nitelediği bir yapı. Burada güçten kastettiğim SDG, HTŞ’yi bastırabilir demek değil. Çünkü Türkiye faktörü var. Türkiye nasıl bundan önce doğrudan müdahil olduysa ABD’den yeşil ışık aldığında yine müdahale edebilir. SDG bunun karşısında duramayabilir. Bundan sonra ne olacak dersen HTŞ yönetemez ama dışarıdan desteği var. Bundan dolayı SDG’yle anlaşma ya da sosyal mutabakat yapması gerekir. Çünkü ne HTŞ ne SDG tek başına bir şey yapabilir. Zaten diğer grupların elinde silah olması da büyük bir risk. Bu iki önemli güçten bahsettin ama HTŞ’nin elinde bulunan bölgede seküler politikayı savunan, cihatçı söylemler dışında bir siyasi anlayışı olan grup ya da liderler var mı? Esad döneminde siyasi parti yoktu. Klasik anlamda bir muhalefet yoktu. Esad’ın izin verdiği kadar vardı. Şunu unutmamalıyız şu anda da demokratik bir ortam yok. Her ne kadar PR çalışmaları ve kendi söylemleriyle değişmiş görünse bile aslında sen El Kaide’yle mücadele etmek durumundasın. Yine de dünden bir adım da olsa ilerde diyebiliriz. Ama ne kadar sürebilir, bilmiyoruz. Bence bu HTŞ’nin bir planı. HTŞ terör listelerinden çıkınca ne olur bilemiyoruz. Avrupa da kendi topraklarındaki Suriyelileri geri gönderene kadar insan hakları, demokrasi, azınlık hakları gibi konularda duyarlı görünecektir. Ancak daha sonra Avrupa’nın HTŞ’nin ne yaptığıyla ilgileneceğini düşünmüyorum. Şu anda HTŞ takiye yapıyor diyebilir miyiz? Tabii ki. Aynı Batı bundan önce cihatçılar tarafından azınlıklara karşı işlenen terör eylemlerini görerek ılımlı muhalefetten bahsediyordu. Bundan dolayı Batı’dan azınlıklara karşı bir destek geleceğini düşünmüyorum. Geçen hafta Şam’da hem kadın hakları hem de seküler talepleri içeren bir miting oldu. HTŞ’nin bu mitinge izin vermesi konusunda ne düşünüyorsun? Şam’da dile getirilebiliyor, çünkü tüm dünyanın gözü Şam’da. Başka şehirlerde, örneğin İdlib’de, böyle talepler dile getirilebilir mi, bilmiyorum. HTŞ bugün bazı söylemlerinden taviz vermek zorunda ama yarın bu tavizleri geri alır mı, bilmiyoruz. Ancak biz siyasal İslam’da bu örnekleri çok gördük. Maalesef siyasal İslamcılarla tecrübemiz çok negatif. Tabii ki, şu anda HTŞ bazı tavizler vermek zorunda, çünkü ne Türkiye’nin ne de HTŞ’nin kendi kaynakları bu süreci yönetmeye yetmez. Bazı kaynakları bulana kadar taviz verecektir. Bir de bölgede cihatçılık da bir sorun. Bölgedeki ülkelerin korktuğu bir durum. Şimdi sen cihatçı söylemlerle gidersen ne Ürdün ne Irak ne Körfez ülkeleri ne Mısır’dan yardım alırsın. Yardım almayı bırak sana karşı müdahil bile olabilirler. Çünkü şu anda ülkedeki atmosfer dış müdahalelere de çok açık. Taviz konusunda bir örnek vereyim. Alevi bölgeleri Suriye’nin en yoksul alanları, bu da bir siyasetti. Neden? Çünkü bu bölgelerdeki ekonomi iyi olursa asker olmazlar. Esad’da bilinçli bir şeklide Alevi bölgelerinde ticareti zayıflattı, sistematik bir yoksullaşma yarattı ve Alevilerin asker ya da hükümet çalışanı olmalarına zorladı. Şimdi bu insanlar orduda değiller, maaş alamıyorlar, ayrıca dini kimliklerinden dolayı da baskı görüyorlar. Bu durum orada gerilimi çok artıran bir konu. Burada birkaç bin kişiden bahsetmiyoruz. Yüz binlerce gençten bahsediyoruz. Çünkü Aleviler Suriye’deki ikinci büyük grup. Yaklaşık 2,5-3 milyonluk bir Alevi nüfus var. Bundan dolayı HTŞ’nin taviz vereceğini düşünüyorum. Ama bu tavizler baskı kökenli olacak ve baskıyla verilmiş tavizlerin sorunu da geçici olması. HTŞ güçlendiği hissine kapıldığı an bu tavizler bitebilir. Son 3 gündür Noel arifesiyle başlayan ve Hama-Humus’ta devam eden sokağa çıkma yasağına dönüşen bazı olaylar var. Önce bir Hıristiyan mahallesinde Noel ağacının yakılması, sonra Noel panayırlarında provokasyonlar, en son da Halep’in HTŞ tarafından ele geçirildiğinde yakılan bir Alevi türbesinin görüntüleri sosyal medyaya düştü ve Alevi yoğunluğu fazla olan yerleşimlerde eylemler düzenlendi. Bu olaylar hakkında bilgi alabilir miyiz? Sokağa çıkma yasağı bir gün sürdü. Alevi mezhebinin kurucusunun türbesi yakıldıktan sonra özellikle Alevi bölgelerinde (Lazkiye, Tartus, Cebele, Humus, Hama gibi) protesto gösterileri düzenlendi. Bazı bölgelerde Alevi nüfusu daha yoğun bazılarında ise ikinci büyük topluluk. Ama burada çok önemli bir şey var. Suriye’nin büyük çoğunluğu Sünni ama cihatçı değil. Suriye’deki Sünnilerin İslam anlayışı ile cihatçıların İslam anlayışı örtüşmüyor. Suriye’deki İslam aslında Şam İslamı dediğimiz daha Sufi bir anlayış. Bundan sonra değişir mi, tabii ki değişebilir. Bu baskı ortamı ve ideolojik değişim Sufi anlayışı değiştirebilir. Ama aslına bakacaksak Suriye’de şimdi ideolojik olarak cihatçılar azınlık. Bu protestolar sırasında Humus’ta göstericilerin üzerine ateş açıldı ve gençler öldü. Ondan önce de Alevilere karşı saldırılar vardı. Hıristiyanlara karşı şimdilik sistematik bir saldırı yok. Ama Alevilere karşı büyük saldırılar var. Şimdi bu Noel ağacının yakılması, türbenin yakılması, bunlar HTŞ içindeki kanatların birbiriyle çelişkili olduğunun göstergesi. Ama açıklamalara baktığımızda HTŞ’nin bu olayları kınaması en azından HTŞ içindeki bir çelişkiyi gösteriyor. Azınlıkların korkuları büyük. Çünkü normal anlamda ılımlı bir muhalefetten bahsetmiyoruz. Cihatçılardan bahsediyoruz. HTŞ’nin bugün ideolojik olarak kurduğu tekrenkli yapı insanları endişelendiriyor. eş-Şara HTŞ içindeki gruplarla bir güvenlik toplantısı yaptı. Silahlı grupların ortak olarak Suriye ordusu içinde olması gerektiği kararı alındı. Bu karar tüm gruplar katıldı mı yoksa itiraz edenler var mı? Karar muğlak. Anlaşılır değil, çünkü kararda tüm silahlı gruplar Suriye ordusu ya da Savunma Bakanlığı çatısı altında toplanacak diyor. Ama bana ulaşan bilgiye göre, her grup kendi silahıyla ve düzeniyle kalacak. Ama bu da ordu mantığının tersi bir durum. Burada sorun bu karara uyulup uyulmaması değil. Sorun bu grupların düzeninin nasıl olacağı. Ordu düzeni nasıl olacak? Bu bir şeriat ordusu olursa bu grupların birbiriyle çatışması mutlak. Sünni toplumda ideolojik anlamda birbiriyle çatışan ve çelişen grup var. IŞİD de Sünni, El Kaide de Sünni, Nusra da Sünni ama birbirleriyle her zaman çatışma içerisindeler. Bu adımın doğru olması için, tüm grupların silahları bırakıp diğer ülkelerde olduğu gibi Savunma Bakanlığı’nın bu işi ele alması gerekir. Şimdi elinde silahı olan “Biz artık Suriye ordusu olduk” demesi bir anlam ifade etmiyor. Daha önce de Özgür Suriye Ordusu, Milli Suriye Ordusu’ydu. Ne değişti? Burada önemli olan söylem ya da tabelalar değil. Söylemin sahaya etkisi. Suriye’de bir atasözü var, derler ki, bu yoğurt daha çok su kaldırır. Bence bu söylemleri daha çok duyacağız. Bekleyip görmeliyiz. Son olarak bölgedeki Hıristiyan azınlıkların ve Alevilerin ruh halleri nasıl? Ülkeden göç etmeyi düşünüyorlar mı? Ya da fiili olarak göç ediyorlar mı? Daha göç etmeye başlamadılar. Korku içerisindeler. Sınırlar kapalı. Sınırda bir devlet yok. Pasaporta mühür basan bir devlet yok. Bence azınlıkların büyük çoğunluğu göçmeye çalışacak. Ama Avrupa ülkeleri hemen göç ve iltica taleplerini durduklarını açıkladılar. Bu da bir sorun, bu insanlar göç edecek ama nereye? Kim alacak onları? Zaten Türkiye’ye gitme durumları yok. Arap ülkelerine de gitme şansları yok. Zaten Suriye’den çıkıp başka bir Arap ülkesine, Lübnan, Ürdün ya da Irak’a gitmek o kadar da doğru bir seçenek olmayacaktır. Onun için göç isteği var ama yolunu bulmak zor gibi görünüyor. Bir yolunu bulurlarsa göç edeceklerdir. Aleviler için durum biraz daha zor. Çünkü Aleviler toplu olarak bazı bölgelerde yaşıyorlar. Şu anda en büyük baskı Alevilerin üzerinde ama birbirlerini en çok tutanlar da Aleviler. Burada 2,5-3 milyonluk bir nüfustan bahsediyoruz. Ama Hıristiyanların durumu böyle değil. Hıristiyanlar Suriye’de 200-250 bin kişilik bir nüfusa sahip. HTŞ’nin kontrolündeki bölgelerde 200 bin bile yoktur. Bu nüfusun da çok dağınık olduğunu düşünürsek göç iradesi daha yüksek olacaktır. Savaşın ilk yıllarından beri Hıristiyanların bölgeden göçü var değil mi? Bu göç hiç durmadı aslında. Benim ailem yıllar önce gitti. Ben gitmek istemedim çünkü hala bir umudum vardı, biraz daha direnmemiz gerektiğini düşündüm. Belki yeni bir Suriye inşa edebiliriz düşüncesindeydim. HTŞ’nin iktidarı almasıyla birçok insanın umutları da kayboldu. Esad gibi bir diktatörü başka bir cihatçı diktatörlükle değiştireceksek, vay halimize…. Peki bu sürecin sonunda cihatçı anlayışın dışında seküler-demokrat siyasi aktörler çıkar mı? Bence Suriye’de bir devrim daha olacak. HTŞ’nin bu zihniyetle bu süreci devam ettirebileceğini düşünmüyorum. Yeni bir iktidar daha mutlaka çıkacak ama bunun nasıl olacağı belli değil. Toplumdaki dinamiklerin ne kadar kendilerini gösterebileceğine bakmalı. Fotoğraflar: Yiğit Göktuğ Torun
- “Bizim kilisemiz artık yerle bir, yine de Noel ruhunu yaşatmaya çalışıyoruz”
"Bunlar, kendi soylarına, dillere, ülkelerine ve uluslarına göre Nuh’un oğullarının soylarıdır. Tufandan sonra yeryüzündeki bütün uluslar onlardan türedi." Genesis 10:32 Meri Hüseyinoğlu Antakyalı bir emekli öğretmen. Meri Hüseyinoğlu’yla yolumuz İstanbul’da kesişti. Kendisinden çok şey öğreneceğimi onu ilk gördüğümde anlamıştım. Antakya’daki geçmiş Noelleri ve gelecekteki Noellerden beklentilerini benimle paylaştığı için kendisine çok teşekkür ediyorum. Röportaj: Elifsena Biroğlu Kendinizden kısaca bahseder misiniz? 1964 Antakya doğumluyum. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Antakya'da okudum. Ankara Fen Fakültesi Matematik Bölüm mezunuyum. Öğretmenlik yapıyordum artık emekli bir öğretmenim. Evliyim, iki tane de kızım var. Depreme Antakya'da yakalandım. Şu anda Arsuz'da yaşıyoruz, Antakya'da yaşanacak bir yerimiz olmadığı için… Arsuz'da yaşamaya çalışıyoruz; Antakya'yı orda yaşatmaya çalışıyoruz. Çocukluk ve gençlik yıllarınızda da Antakya’daymışsınız. Antakya'daki Noeller nasıldı, anılarınızdan bahsetmek ister misiniz? Gerçekten söyleyebilirim ki bizler birbirine bağlı insanlarız Antakya'da. Bizim Noelimiz herkesin Noelidir, komşunun Kurban Bayramı hepimizin Kurban Bayramı’dır. Mesela biz hep 6 Aralık’ta ağaç süsleriz evlerimizde. Ama yalnız biz süslemeyiz… Mesela Alevi komşularımız da süslerdi. Yoldan geçerken balkonda süslü bir ağacı görünce illa “Burası Hıristiyan evidir.” denmezdi. Herkes koyar ağacını bir yerlere.. 24 Aralık’ta herkesle beraber kutlarız. 6 Aralık’tan sonra kilisemizde hep ağacımız olur. Sonra o telaş yavaş yavaş düşer bize. Bahçelerimizi ışıklarla süsleriz. Mutlaka kokteyllerimiz olurdu. Noelden bir önceki ya da bir sonraki Pazar veya Cumartesi günlerinde buluşuruz. Çocuklara hediyeler dağıtan Noel Babalarımız olurdu, kilise bahçesinde dolaşırlardı. Sonra büyük aile sofralarında buluşurduk. Aile büyüğünün evine giderdik hep beraber… Yemekler yerdik… 6 Şubat’tan önceki son Noel’i anımsıyor musunuz? Biz 24 Aralık'ta herkesle beraber kilisede kutlarız Noel’i. Gerçekten güzeldi o gün tabii.. Nasıl anlatabilirim ki size… Gerçekten anlatılacak gibi değil yani. En son Noel’imizde o kadar kalabalıktı ki kilise… Sanki herkes birbiriyle vedalaşmak için gelmişti o gün… İnanın ben kiliseden çıkamamıştım, o merdivenden inememiştim. Hatta sinirlendim yanımdakilere dedim ki “Allah aşkına bırakın çıkalım, evimize gidelim. Burası çok kalabalık!” Fenerbahçe Galatasaray maçında stadyumdan çıkamazsınız ya, işte öyle bir kalabalık vardı. Bilmediğimiz bir sürü insan; Antakyalı olan ya da olmayan… O kadar çok kalabalıktık ki… Demek ki vedalaşmaya gelmişiz hepimiz. Kalabalıktan ayine giremedik biz. Ayin esnasında komünyon alırız normalde ama o gün içeri girip komünyon alamadık. Sonra eve gittik, kendi kendimize dedik ki “Ne bu kalabalık yahu! Kimseyi almamaları lazımdı, cemaat giremedi içeri…” Ama şimdi “o kimse” yok artık. Bizim kilisemiz artık yerle bir. Bir yandan yine de Noel ruhunu aslında yaşatmaya çalışıyoruz. Kilise aynı zamanda bir buluşma ve yaşama mekanıydı.. Evet… Çok güzel bir bahçesi vardı kilisemizin. Mesela büyük bir taziye salonumuz vardı. Normal zamanlar için ayrı salonumuz vardı… Onun karşısında iki tane daha küçük salonumuz vardı… Herkes orada buluşurdu. Noel zamanlarında kadınlar neler yapardı? Buluşur muydunuz? Birlikte neler yapardınız? 15 Kasım’dan 24 Aralık’a kadar Noel Orucumuz olur. Kilisemizde birçok insana, birçok aileye yemek çıkarıp onları doyuracak kadar büyük mutfağımız, salonlarımız vardı. 600 kişiye kadar yetecek tabağımız, çatalımız, kaşığımız vardı. Mutfağımız çok kişiyi doyururdu. Bir sürü araç gerecimiz vardı. 15 Kasım’dan sonraki her çarşamba kilisede buluşur ve sırayla her birimiz yemek yapardık. Gelenler bağışlar yapardı ve biz bu paraya hiç dokunmazdık. Belli bir para miktarımız yoktu, herkes gücüne göre destek olurdu. Böyle böyle 6-7 hafta boyunca hem yemek yeriz beraber hem para toplarız. Sonra da o parayı alırdık, Noel’den 1 hafta önce maddi durumu güçlü olmayan ailelerin çocuklarına giysiler, hediyeler alırdık. Biz kilisenin kadınlar kolu olarak gıda yardımıyla ilgilenirdik. Her aile birbirini bilirdi, yardımını yapardı böylece. Oruç zamanı sadece zeytinyağlı şeyler yeriz, bu sebeple de zeytinyağlılar yapardık sonra da yerdik. Genellikle ağaç kurulduğu için 6 Aralık’ta kermes de düzenlemeye çalışırdık. Ama yiyecek değil Noel ürünleri satardık; havlu, süs, peçete… Oradan gelen geliri de yine çocuklara paylaştırırdık. Kilisemiz bakardı insanımıza. Gücü olmayan insanı bırakmazdı. Paskalya zamanı da böyle destekleşirdik. Salı günleri de yemekler, günler yapardık kadınlarla. E.B: Buradan durup bakınca neyi en çok özlüyorsunuz? Bizim Almanya’ya, Brezilya’ya yerleşmiş ciddi bir diasporamız var, insanımız göç etmiş. Eskiden yazın Antakya’ya gelirlerdi 15-20 günlüğüne. Gelir gelmez çarşıya koşarlardı. Bakardım, elleri kolları dolu olurdu. Zahter alırlardı, baharat alırlardı. Antakya’yı özlüyorlardı. Ben de diyordum ki “Burası hep burada, niye özlüyorsunuz ki?” Özlenmez miymiş… Antakya’yı Antakya iken görenler çok şanslı. Bir daha orası olur mu bilinmez. Biz eğitim ve kültür seviyesi yüksek bir cemaatiz. Antakya’daki Cumhuriyet Mahallesi hep insanımızla doluydu. Biz bizi yaşatmaya çalışıyoruz. Bize “azınlık” diyorlar. Haklılar, git gide azalıyoruz. İşte bu yüzden kendimizi yaşatmak zorundayız biz. Memleketimizi özlüyoruz, kilisemizi özlüyoruz. İstanbul’a geleceğim için ağacımı evimde kurdum öyle geldim. Yine de o ağaç kuruldu, evimizi süsledik. Noel’i de Antakya’yı da bir şekilde yaşatmaya çalışıyoruz işte. Hem Noel’den hem “ev”den bahsedince Antakya’yı anmamak olmuyor. Eviniz ne durumda Antakya’da? M.H: Mahallede imar izni olmadığı için evimize 2 yıldır bir çivi çakılamıyor, evimiz kentsel dönüşümde. Bizim zaten artık bu saatten sonra Antakya’ya geri dönmemiz imkânsız. Çünkü biz Antakya’daki evimizi boşalttık. Evi boşaltırken eşyalarımızı da dağıttık. 3 yatağım varsa artık 1 tane var. Şimdi Antakya’daki evime dönebilmem için her şey yolunda gitse bile benim evime eşya almam lazım. Artık bizim yaştaki insanlar için yeniden bir şeyleri kurmak çok zor. Bir ev kuracak gücümüz nasıl olsun ki? Ancak sizin yaşlarınızdaki gençlerin mutlaka geri dönmesi gerektiğine inanıyorum. Ben depremden sonra Antakya’ya iki kez gittim, ikisi de doğum günümdü. İlk gidişim çok daha ağırdı. İkincisinde yine biraz daha restorasyon çalışması gördüm, bir nebze iyi geldi. Fakat iyi geldiği kadar tuhaf da hissettiriyor. Atatürk Caddesi’nin ortasından geçen nehrin karşı tarafında hızlı yükselen bir yapılanma var. Nehrin bu tarafında ise bizim mahallemiz var ve bizim mahallemizde hiçbir iyileşme yok henüz. Nehrin caddenin sağından ya da solundan geçmesinin yarattığı ne gibi bir fark olabilir ki? Hiçbir belirginlik yok. Bugün evimize çivi çaksak yarın o karar değişebilir. Zorlukla yaptığım tüm masraf bir anda yok olabilir. Ben o mahalleye yerleşsem bile benim komşum aynı komşu mu olacak? Nehrin sağı solu bu kadar değişmişken, ayrışmışken… Biz 5 seneye döneriz diye düşündük şimdi 10 sene mi diye düşünüyoruz… Belki de hiç… Kimin ömrü yeterse o dönüp görebilecek tüm bayramları Antakya’da artık. Antakya’ya geri dönmek ve bayramları, Noelleri yeniden yaşatmak için sadece evlerin değil kiliselerin de durumu oldukça kritik. Şu anda başka kiliselerde buluşuyor musunuz? Kendinize yeterli alanı bulabiliyor musunuz? Bizim kilisemiz yıkılmamış olsaydı biz de gitmezdik. Bahçemiz, kilisemiz herkese yeterdi. Biz 97’de bir deprem daha yaşadık. O dönem hiç kimse gitmemişti, herkes kilise bahçesinde ve odalarında yaşamıştı bir süre. Kendi evimize bile dönmemiştik. 15-20 gün kilisemizde kaldık güvenle. Şu anda bazı akrabalarımız Mersin’deler. Bazısı Arsuz’a geri geldi. Arsuz’da kilise yıkılmasına rağmen bahçesinde ayin yapabildiler. Arsuz’daki kilisenin onarımı başladı ama sonra altından daha da eski bir kilise çıkınca restorasyon da durdu. Bize en yakın olan sanıyorum ki İskenderun’daki kilise ama onun da çok çatlağı var. Ne zaman restorasyonu biter bilmiyoruz. Depremden sonra bir süre Ankara’ya gittik ama oralara sığamadık biz. İstanbuldakiler bir tık daha şanslı. Konsoloslukların kiliselerinde kendilerine belki yer bulabiliyorlardır az çok. Biz şu anda bazı bayramlarda Mersin’e gidiyoruz cemaati görmek için ya da whatsapp grubumuz var, ancak oradan haberleşiyoruz. Çok canımız eksik, kilisemiz de eksik. Gelecek Noeller’e dair ne söylemek istersiniz? Gençlerin çoğu dışarı gitti; İzmir’e, Ankara’ya, İstanbul’a, yurtdışına… Onları anlıyorum ama oralarda ne iş yaparlarsa yapsınlar; o işlerin bir kanadında Antakya’yı akıllarından çıkarmamalarını dilerim. Antakya’yı iyileştirsinler, unutmasınlar. Bir gün geri dönsünler. Ben çocuklarıma da söylüyorum. Sağ olsunlar özellikle de sosyal işlerle meşgul olup bir şeyler için çabalıyorlar… Daha da sıkı sarılmalılar, hepsi çok çalışmalı. Orta Doğu’nun, Suriye’nin durumuna baktıkça Antakya’nın önemini anlıyoruz. Sahip çıkmamız lazım. Kilisemizin onarılması lazım. Evlerimizin, mahallelerimizin yaşaması lazım. Noelleri yeniden Antakya’da kutlamalarını diliyorum. İnanan, kutlayan, Antakya’yı özleyen, yasını tutan, umudunu taşıyan herkesin Noel’i kutlu olsun.
- Tepelerdeki Umut: Metanoia İnziva Kampı Güney Lübnan'dan Kaçan Mültecilere Destek Veriyor
İsrail'in Lübnan işgali uluslararası alanda büyük yankı buldu. Lübnanlılar zor şartlar altında hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Lübnan'da Chouf kentinde bulunan Metanoia Retreat Center birçok Lübnanlı için bir sığınak haline geldi. Merkezin kurucusu George'la işgalin yerelde bıraktığı hasarı ve temel ihtiyaçlarını konuştuk.Metanoia merkezi, yerinden edilmiş ailelerin ihtiyaçlarını karşılamaya devam edebilmek için bağış arayışlarına devam ediyor Metanoia Retreat Center hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Nerede bulunuyorsunuz? Metanoia İnziva Kampı, Lübnan'ın Chouf bölgesinin kalbinde yer alan bir sığınaktır. Metanoia’da, insan ruhunu her düzeyde uyanışa yönlendirmeye kendimizi adadık. Bedenin ve ruhun iyileşmesinin, çevremizdeki dünyanın iyileşmesiyle iç içe olduğuna inanıyoruz ve bu, yaptığımız her şeyin özünde yer alıyor. Misyonumuz, özellikle böyle zamanlarda, insanlığa sığınak aradığı anlarda, destek ve barınak sunmaktır. Metanoia olarak savaştan kaçan mültecilere ne tür destek sağlıyorsunuz? Bu insani krizin ilk günlerinde en temel ihtiyaçlara yanıt vermek zorunda kaldık: yataklar, battaniyeler, yiyecek ve ilaç sağladık. Hayatları altüst olan insanlara barınak sunduk. Şimdi haftalar geçtikçe, odak noktamızı hijyen ihtiyaçlarına kaydırıyoruz; kadınlar için hijyen kitleri ve Chouf’un yüksek rakımlı soğuğuna (850m - 1300m) dayanabilecek kalın kışlık giysiler sağlıyoruz. Bu insanların ihtiyaçlarını dinliyor ve onlara hak ettikleri özen ve saygıyla karşılık veriyoruz. Bu ailelere yardım etmeye devam edebilmek için şu anda merkezdeki en acil ihtiyaçlar nelerdir? Yerinden edilmiş kişiler Chouf bölgesindeki kamu okullarında ve yerel belediyelerin himayesinde geçici sığınak bulurken, kışlık giysi, hijyenik malzemeler ve temel konfor ihtiyaçları soğuk hava yaklaşırken oldukça acil hale geldi. Bu insanlar, iki dünya arasında sıkışıp kalmış durumdalar; hem fiziksel sıcaklığa hem de insani nezakete ihtiyaçları var. Şu anda yardım çalışmalarınızda karşılaştığınız en büyük zorluklar nelerdir? En büyük zorluğumuz, eskiden temel kabul edilen ihtiyaçları sağlama maliyetinin artmasıdır. Fiyatlar fırladı—bir zamanlar 7 dolar olan yataklar şimdi 18 dolar talep ediyor ve her türlü yardım daha fazla kaynak gerektiriyor. Ancak ihtiyaç büyüdü ve sunduğumuz yardımla gereken arasındaki boşluk genişliyor. Bu zorlukla inançla yüzleşiyoruz, insan kalbinin çağrıldığında sınırsız cömertlik gösterebileceğini biliyoruz. İnsanlar Metanoia'daki çalışmalarınıza nasıl katkıda bulunabilir ya da destek olabilir? Dünyanın dört bir yanındaki insanlar bu çağrıyı duyarsa, desteğiniz sınırları aşabilir. Yurtdışından gönderilen bağışlar, bu kutsal çalışmayı sürdürmemizi sağlıyor ve bu yerinden edilmiş ailelerin acil ve büyüyen ihtiyaçlarını karşılayabiliyoruz. Metanoia'ya bu görevde güvenen herkese derin bir minnet duyuyoruz; çünkü biliyoruz ki, katkınız sadece yardım olmaktan öteye gidiyor—umudun can damarı haline geliyor. https://www.instagram.com/metanoia.retreatcenter
- Hope in the Hills: Metanoia Retreat Center is Supporting Refugees in Southern Lebanon
Israel's invasion of Lebanon has received international attention. The Lebanese are trying to survive under difficult conditions. The Metanoia Retreat Center in Chouf, Lebanon, has become a refuge for many. We spoke with George, the founder of the center, about the damage the occupation has left on the local community and their basic needs. The Metanoia Center is seeking donations to continue meeting the needs of displaced families. Interview: Evlin Hüseyinoğlu Can you tell us a bit about Metanoia Retreat Center? Where is it located? At Metanoia, we are dedicated to guiding the human spirit towards awakening—on every level of existence. We believe that the healing of the body and soul is intertwined with the healing of the world around us, and this is at the core of all we do. Our mission is to nurture, support, and offer refuge, especially in times like these, when humanity itself seeks shelter. What specific work is Metanoia doing to support the refugees fleeing from the war? In the early days of this humanitarian crisis, we were called to respond to the most essential needs—mattresses, blankets, food, and medicine. We provided shelter to those whose lives had been uprooted. Now, as the weeks unfold, we find ourselves shifting focus to meet the ongoing challenges of hygiene, providing sanitary kits to women and thick winter clothes to withstand the cold of Chouf’s high altitudes (850m - 1300m above sea level). We listen to the needs of these souls and respond with the care and dignity they deserve. What are the most urgent needs at the center right now to continue providing help to these families? As the displaced find temporary refuge in public schools and under the care of local municipalities in the Chouf district, the need for winter clothing, hygienic supplies, and basic comfort is urgent as the cold begins to set in. These people, caught between worlds, are in need of both physical warmth and the warmth of human kindness. What are the biggest challenges you’re currently facing in your humanitarian efforts? Our greatest challenge is the rising cost of providing what was once considered basic. Prices have soared—mattresses that once cost $7 now demand $18, and every piece of aid requires more resources than before. Yet, the need has only grown, and the gap between what we can offer and what is required widens. We face this with faith, knowing that the human heart is capable of boundless generosity when called upon. How can people contribute or help support the work you're doing at Metanoia? For those across the world who hear this call, your support can transcend borders. Donations sent from abroad help us continue this sacred work, ensuring that we can meet the immediate and growing needs of these displaced families. We are deeply grateful to all who trust Metanoia in this mission, knowing that your contribution becomes more than just aid—it becomes a lifeline of hope. https://www.instagram.com/metanoia.retreatcenter
- “Lübnanlılar bu şartlar altında normal bir hayat sürdürmeye çalışıyorlar”
Beyrut’taki patlamalar, yalnızca bir ülkenin değil, Ortadoğu’nun kalbinin attığı toprakların derin yaralar aldığını, Gazze’ye yapılan saldırılardan sonra bize kendini bir kere daha şiddetli bir şekilde gösterdi. Lübnan halkı, bu felaketle birlikte daha da derinleşen ekonomik ve toplumsal zorlukların içine sürüklendi. Gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide doğma büyüme Beyrutlu akademisyen Varak Ketsemanian’la konuştuk. Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde Tarih bölümünde Orta Doğu ve Modern Tarih dersleri veriyor. Beyrut’un Eşrefiye (الأشرفية) bölgesinde yaşıyor. Ketsemanian’la Türkçe gerçekleştirdiğimiz bu röportajda İsrail saldırıları sonrasında Beyrut’ta ve Lübnan’daki durumu ve insanların genel hissiyatını konuştuk. Bu röportaj, Lübnan halkının yaşadığı acıları yakından dinleyip onlarla bir dayanışma köprüsü kurmamız adına umarız bir fırsat olur. Röportaj: Yiğit Göktuğ Torun İsrail saldırıları başladığından beri Lübnan’da ve spesifik olarak Beyrut’ta neler yaşanıyor gördüklerinizi anlatabilir misiniz? Güneyde başlayan saldırılar sonrası Beyrut’ta genel insanların hissiyatı nasıldı ve saldırılar Beyrut’a da sıçramaya başlayınca bu nasıl değişti? Özellikle de sizin için? Aslında şunu söylemek gerekiyor: Beyrut neredeyse bir senedir bu durumda. Gazze katliamı başladığında zaten Lübnan bu savaşa girmiş halindeydi. Ama genel olarak hissiyat şuydu: Bu savaş tam da büyük savaşa dönüşmeyecek diye düşünüyordu herkes. Bir şekilde güneyde sınırlı kalacak diyorlardı. Hizbullah ve İsrail arasında füze atışları olacak sadece deniliyordu. Kimse bu kadarını düşünmüyordu açıkçası. V e kimse bu savaşın bu kadar büyük olacağını da düşünmüyordu maalesef. Sürekli karşılıklı bildiriler vardı, İran İsrail’i vuracak veya İsrail Hizbullah’ı vuracak diye açıklamalar geliyordu. Bunlar ama insanların alıştığı açıklamalardı ve çok ciddiye alınmadı başta, büyük olacağı düşünülmedi. İnsanların dolayısıyla çok da umursamadıkları bir olaydı. En azından ilk aylar ve ilk başta böyleydi. Son iki üç haftadır Lübnan tamamen savaş meydanına dönüştü. O telefonların ve bazı diğer cihazların patlamasından sonra genel hissiyat tamamen değişti. İnsanlar yaklaşık 5 senedir ekonomik krizden dolayı zaten kötü durumdaydı, liman patlaması da insanları kötü duruma sürüklemişti, insanlar gergindi. Son iki üç haftada insanlar daha da gergin olmaya başladılar. Sonuçta, savaş Beyrut’a kadar geldi. Savaşın Beyrut’a gelmesinden önce insanların farklı beklentileri vardı. Genel olarak şunu söyleyebilirim: Herkes Hizbullah’ın çok daha güçlü olduğuna inanıyordu. İsrail’e çok daha fazla zarar verebileceğine inanıyordu. Son birkaç haftadır bir hayal kırıklığı var insanlarda. Bu kadar beklenti ve vaadden sonra, Hizbullah’ın bu duruma gelmesi, insanları hakikaten şaşırttı. İnsanlar bunu konuşuyor bir şekilde. “Hani böyle olmayacaktı? Hani bu kadar ilerlemeyecekti?” diye soruyor herkes. Herkes şok halinde. Raghed Waked - @raghedwaked Mültecilerin durumu var tabii ki. Sayısını bilmiyorum ama çok fazla sayıda. 200.000, 300.000 gibi bir sayıda insan Beyrut’a, Trablus’a ve kuzeydeki başka yerlere geldi ve buralara yerleşmeye çalışıyorlar. Bu insanları daha da geriyor. Zaten küçük bir şehir, zaten ekonomik durum berbat. Mültecilerin buraya gelmeleri insanları daha da rahatsız ediyor yani. Hem ekonomik, hem politik hem de sosyolojik açıdan bu toplumdaki gerginliği daha da artırıyor. Mülteciler kalacak mı, gidecekler mi, ne kadar burada duracaklar lafları geçiyor hep Beyrut sokaklarında. Bazı mahallelerde mültecileri istemiyorlar, bazı mahalleler de bir şekilde yardım etmeye çalışıyorlar. Milli birlik ve beraberlik olduğunu düşünmüyorum şu an Beyrut’ta. İnsanlar çok dah a gergin, çok çabuk sinirleniyor birbirlerine. Şunu da belirtmek gerekiyor ama: Beyrut’ta bir panik yok! Savaş başladı da ne yapacağız, nereye gideceğiz tarzında bir genel panik durumu yok. Bazı yerlerden, özellikle de güneyden gelen insanlar tabii ki panik halindeler. Evlerini kaybettiler, işlerini kaybettiler, ailelerini kaybettiler. Tabii ki bu insanları anlıyoruz bir şekilde ama genel olarak Lübnan’ın daha kuzeyinde hayat sanki normal gibi gidiyor. Böyle lokantalardan ve bunun gibi yerlerden bahsetmiyorum, onlar tabii ki çok etkilendi. Yine de insanlar işe gidip gelebiliyorlar. Bir şekilde hayatlarını normal devam ettirmeye çalışıyorlar. Zaten Lübnanlılar 4 senedir 5 senedir bu kötü durumda, korkunç bir krizde yaşıyorlar. Bu buhran bizim içimizde hep var zaten. Alıştıklarını söylemek zor tabii ki. İnsan alışmıyor ve alışmamalı da. Bunu normalleştirmemeliyiz. Yine de hayatlarını devam ettirmeye çalışıyor insanlar. Mültecilerden kastınızı açar mısınız? Ben hepsinden bahsediyorum. Suriyeliler de var, Lübnanlılar da. Suriyeli de çok geldi çünkü. Bunların bir kısmı Suriye’ye dönmeye çalışıyor, bir kısmı dönmüş zaten. Geri kalan kısmı Lübnan vatandaşı. Farklı yerlere ve bölgelere yerleşmeye çalışıyorlar. Tabii ki Suriyelilerin durumu çok daha köt ü çünkü zaten vatandaşlıkları ve ikametleri çoğunun yoktu ve bazı yerlere yerleşmeleri daha zor oluyor Suriyelilerin. Şu an peki Beyrut’takiler için ne demek patlamaların, bombalamaların Beyrut’a gelmiş olması? Beyrut’a gelene kadar bu savaşlar insanlara biraz daha uzak geliyordu. Çoğumuz için Güney biraz daha uzakta maalesef, savaş uçaklarının sesini duymuyoruz, bombalamaların sesini duymuyoruz. Savaşın Lübnan’a geldiğini biliyorduk oradayken ama güncel hayatımızı pek etkilemiyordu güneyde olanlar. Son üç hafta içerisinde durum tamamen değişti. Artık hedef tamamen Beyrut oldu. Her gün ve her akşam çoğu insan uyuyamıyor. Bazı insanlar sabahın körüne kadar televizyonun önünde kalmak zorunda oluyorlar. Bilmiyorlar çünkü işe gidebilecekler mi gidemeyecekler mi. Çocukları okula gönderip gönderemeyeceklerini bilmiyorlar. Bakanların kararlarını bekliyorlar. Okullar açılacak mı kapatılacak mı? (Okullarda şöyle bir durum var: Üniversiteler kapalı, Beyrut Amerikan Üniversitesi mesela, çevrimiçi derslere geçti, bu hafta böyle devam edecek. Diğer lise ve ilkokullarda da durum belli değil -güneydeki ve Lübnan’da patlamanın olduğu yerleri saymazsak, ki sadece Dahiye’den* (الضاحية الجنوبية) bahsetmiyorum orada zaten öğrenci kalmadı, hedef alınmayan okullardan bahsediyorum.) Bazı okullar kapılarını mültecilere açtı, bazı okullar çevrimiçi devam etmeyi tercih ediyor, bazı okullar ise normal eğitime devam edecekmiş. Benim anladığım kadarıyla böyle. Standart bir karar yok. Herkesin uyguladığı bir karar, uygulamak zorunda olduğu bir karar yok. Her okul, her müdür kendi okulu adına karar veriyor. Eğitim Bakanı şöyle bir karar veriyor: Her okul kendi koşullarına ve durumuna göre devam etsin. Eğer çevrimiçi yapabiliyorsa çevrimiçi yapsın, eğer okul kampüsünü mültecilere açmışsa, orada dersler falan olamayabiliyor çünkü mültecilerle ilgileniyorlar. Yani şu an çok karmaşık bir durumdayız. Bu mülteci çocuklarının, mülteci öğrencilerin eğitim hayatlarına nasıl devam edeceklerini kimse bilmiyor. Dışarıdan yardım gelip gelmeyeceğini de bilmiyoruz. Çok kötü bir durum bu durum eğitim açısından. Çok karmaşık bir durum ve zaten Lübnan devletinin bunu idare edebilecek bir kapasitesi de yok. Yani, tamamen okul müdürlüklerine bırakılmış bir durumda eğitime devam edilip edilmeyeceği. Raghed Waked - @raghedwaked Bombalar size ne kadar yakın yerlere düşüyor? Siz nerede yaşıyorsunuz ve bombaların düştüğü yerlere ne kadar uzak veya yakın? Belli bir bölge mi bombalanıyor yoksa farklı farklı risk bölgeleri mevcut mu? Genel olarak bombalar güneye düştü, Beyrut’ta da daha çok Hizbullah’ın güçlü olduğu Dahiye bölgesine düştü. Benim olduğum bölgeye yakın bir bölge Dahiye. Beyrut çok küçük bir şehir! Aslında Dahiyeh benim olduğum yere 15 dakika arabayla. Bütün savaş uçakları seslerini, drone’ları duyuyoruz. Bombalamalar sadece Dahiye ile sınırlı kalmadı tabii. Geçen hafta ve bu hafta içinde de Dahiye dışındaki mahalleler de vuruldu. Genel olarak Şii nüfusunun yoğun olduğu bölgelere bomba düşüyor ama bazı mahalleler de hedef alıyor. Sunnilerin yoğun olduğu Kola Mahallesi de hedef alındı**. Ve tabii ki bu sadece Beyrut için. Bombalamalar sadece Beyrut’la sınırlı değil, Lübnan’ın birçok yerine bombalar atılıyor. Beyrut’un dışında Beka Vadisi’nde (وادي البقاع), Cebel-i Lübnan’da (جبل لبنان) bazı yerler, Trablus (طرابلس الشام), Sayda (صيدا) ve Sur (صور), ki son ikisi zaten Güney Lübnan’daki bölgeler, hedef alındı tabii ki. Beyrut sokaklarının boş olduğu ve insanların başka bölgelere veya ülkelere gitmeye çalıştığını okuyoruz haberlerde. Sizin bu konuda gözlemleriniz nasıl acaba? Siz gitmeyi düşünüyor musunuz yoksa orada durmaya devam mı edeceksiniz şimdilik, eğer özel değilse? Tabii ülkeyi terk eden bir sürü insan oldu. Yurt dışına giden bir sürü insan oldu ve bu yeni değil. Bu olaylar başlamadan önce bile, 1 yıl önce yani insanlar ülkeyi terk etmeye başlamıştı. Son iki üç hafta öncesinde bu olaylar daha da yoğunlaştı. Mesele şu: Bizim havalimanımız Dahiye’ye yakın bir bölgede. Bazen oraya gitmek çok ama çok tehlikeli oluyor çünkü her gün bombalamalar oluyor o bölgede. Sadece Middle East Airlines (MEA) çalışıyor o bölgede. Diğer havayolları şirketleri uçuşlarını iptal etti Beyrut’tan. Dolayısıyla herkes çıkamıyor, Beyrut’tan çıkmak zor oluyor. Vize meselesi var, uçulan yerler meselesi var, yolun Dahiye’ye yakın olması durumu var… Normal denilen tabii ki çok öznel bir tanımlama. Bu şartlar altında normal bir hayat sürdürmeye çalışmak tabii ki imkansız ama insanlar işe gitmeye çalışıyorlar. Nasrallah’ın öldürülmesinden sonra üç gün, dört gün sokaklar tamamen boştu. Kimse dışarı çıkmıyordu, kimse Beyrut’a doğru gitmiyordu. Sanki ama bu hafta başkent yani Beyrut biraz daha hareketli. Ama şu an Beyrut’un şehir merkezine giderseniz orası mültecilerle dolu. Camilerin önünde bir sürü yoksul aile var. Şehir o açıdan da çok hareketli. Bir sürü mültecilerin yoğun olarak geldiği mahalleler var. Özellikle mülteci konuk eden mahalleler var. Bazı mahallelerde hayat devam ediyor. Lübnan’ın daha kuzeyinde olan kasabalar, şehirler, bir şekilde hayata orada devam etmeye çalışanlar da var. Tabii ki gece hayatı, barlardan bahsetmiyoruz. Bunlar tamamen durmuş durumda. Beyrut’un çok ünlü gece hayatı bölgeleri tamamen tenha durumda. Dükkanlar da kapalı. O açıdan “normal” dediğimiz hayat tamamen işe bağlı. İnsanlar sabah işe gidiyorlar, saat beş olmadan evlerine dönüyorlar çünkü bombalamalar genelde akşam başlıyor. İnsanlar da akşam olmadan eve dönmek istiyorlar. Bu durumda çocuklar nasıl etkileniyor sizce? Çevrenizdeki çocuklara yönelik bir tedbir alındığını görüyor musunuz? Yani şöyle diyeyim: Ben çok küçük çocuklardan bahsedemiyorum çünkü ben bu çocuklarla çalışmıyorum. Benim çocuğum da yok ama öğrencilerimden bahsedebilirim, üniversitedeki öğrencilerden. Dahiye’den çıkıp ya da başka yerlerden Beyrut’a gelmiş ya da ülke dışına gitmiş öğrencilerim var. Bazı öğrencilerin internete erişime yok. Derslere pek katılamıyorlar. Rahat bir ortamda değiller ya da. Bunu çok iyi anlıyoruz ve görüyoruz. Ve daha esnek olmaya çalışıyoruz üniversite ve hocalar olarak. Ondan sonra aile yakınlarını kaybetmiş öğrenciler var. Acı çekiyorlar, yastalar ve her gün yazıyorlar: “Ben bu hafta derslere katılamayacağım. Ya internet yok ya da başka yere gideceğiz, hep yoldayız.” diyorlar. Yani herkes hep yolda. Evlerini kaybetmeyenler bile, Beyrut’takiler bile aile yakınlarını kaybettiler ama bir yandan da. Üniversite olarak, hoca olarak bu olaylara rağmen onların akademik hayatlarını devam ettirmeye çalışıyoruz. Sonuçta bu öğrenciler hayatlarına devam edecekler. Biz bir şekilde burada zaman da kaybediyoruz. Ders yapamıyoruz, öğrenciler kampüse gelemiyorlar. Bu çevrimiçi öğretimle bütün meseleleri çözemiyoruz ama yine de elimizden geldiği kadarıyla bu öğrencilere yardımcı olmaya çalışıyoruz. Raghed Waked - @raghedwaked Aile yakınını kaybedenlerden bahsettiniz. Fazla mı bu öğrenciler? Sayısını bilmiyorum açıkçası. Sadece benim derslerimde ama iki ya da üç öğrenci oldu. O telefon ve sinyal patlamalarından sonra bazı etkilenen öğrenci aileleri vardı. Onu da gördüm. Ondan sonra benim gördüğüm ya da anladığım kadarıyla öğrencilerin büyük bir kısmı başka bölgelere gitmiş. Başka bölgelere yerleşmiş. Bazılarının dağlarda evleri var, oralara gitmiş olanlar mevcut. Normal şekilde derslere katılamıyorlar. Yine de bir çaba gösteriyorlar. Her şeye rağmen öğrencilerin akademik hayatlarını devam etmeye motivasyonları olduklarını görüyorum. Biraz çünkü bu da çıkış yolu, bilet olarak görülüyor. Bazen mesela ben kısa ders yapıyorum. Kalan zamanı öğrencilerle sohbete ayırıyorum. Ne düşünüyorsunuz vs. diye soruyorum. Bunları tartışıyoruz. Burada sadece Dahiye ve güneyden değil bu yakınları kaybetme durumu maalesef. Sadece şii öğrenci lerden bahsetmiyoruz burada. Şii ya da şii olmayan öğrenciler de bu savaştan etkileniyor. Üstte dediğim gibi bomba sadece güney ve Dahiye’ye düşmedi. Herkesin farklı bir şekilde acısı var. Kimi ailesini kaybediyor, kimi bombalama seslerinden uyuyamıyor, kiminin internet erişimi olmuyor. Bir şekilde herkes etkileniyor. Bunun Hizbullah ile hiçbir alakası yok. Ve bence böyle algılamak da çok yanlış oluyor. Haberler sürekli bunun üzerine odaklanıyor. Beyrut’ta neredeyse herkes etkileniyor. Farklı şekillerde ve şiddetlerde tabii. Ölüm haberi alan öğrenciyle, internet erişimi olmayan öğrenci arasında fark var. Ama sonuçta hepsi etkilenmiş oluyor. Raghed Waked - @raghedwaked Bu süreçte internete erişiminiz nasıl? İnternet dışında elektrik, su, gıdaya erişim gibi temel ihtiyaçlara erişimde durum nasıl? Bunda sıkıntılar yaşanıyor mu şu an orada ve bu sıkıntıları nasıl çözmeye çalışıyorsunuz? (Tam bu sorunun cevabı sırasında Varak Bey’in elektriklerinin kesildiğini belirtmekte de fayda var…) Demin de elektrik gitti gördünüz, ama internet gitmedi. Modem’e UPS koyuyorum ben, elektrikler gidince modem etkilenmiyor. İnternet erişimim yoksa gidecekti. Lübnan’da internet çok kaliteli değil, internet erişimimiz çok kaliteli değil. Yine de işlerimizi görüyordu. Bu çevrimiçi eğitim süreci ile göreceğiz ne sıkıntılar yaşanacak, biz de onlara göre çözüm bulmaya çalışacağız. Bizim kampüs şu an öğrencilere açık, internet erişimi olmayan öğrenciler kampüse gidip oradan girebiliyorlar derslere. Yine de kampüse erişim de büyük sıkıntı. Bazı öğrencilerin böyle bir lüksü yok. Bu kadar esnek olmak hakikaten lüks, çünkü internet erişim genelde çok büyük sıkıntı, bilgisayara erişmek büyük sıkıntı. Biz şu an mesela derslerimizi kaydediyoruz, ki katılamayan öğrenciler sonradan izleyebilsin o dersleri diye. Pandemi dönemi gibi, ama bu koşullar altında çok daha kötü ve çok daha tehlikeli bir durum. Pandemide herkes evinde oturup derslere devam ediyordu. Şu an ailesini kaybeden var, evi olmayan var… Bir sürü daha tehlikeli durum söz konusu… Kampüse erişim sıkıntısında da iki büyük neden var: Toplu taşıma sistemi bizde çok verimli değil. Öğrenciler Jebel’e, dağlara çıkmışlarsa Beyrut’a gidip gelmek her gün zor oluyor. Benzin meselesi sıkıntı. Kampüs açık olsa bile bu koşullar altında oraya gitmek zor oluyor çünkü bombanın veya bombaların nereye düşeceğini de bilmiyoruz. Dediğim gibi bölgeler her gün değişiyor. Her gün bombalamalar başka bir bölgeyi kapsıyor. Gündüz de olabiliyor, gece de olabiliyor. Saati de belli değil. Genel olarak akşamüstü başlıyor ama yine de gündüz de oluyor. Bunu çok net söyleyeyim. Mülteciler konusuna gelirsek; biz, mültecilerin koşullarını pek konuşamayız. Ben de konuşamam yani onlar adına da konuşmak istemem ama genel olarak bir panik durumu şimdilik çok fazla yok. Herkes marketlere falan koşmuyor. Benzin istasyonlarda kuyruklar falan da yok çok şükür. O genel ve temel ihtiyaçlar galiba şimdilik sağlanabiliyor diyebilirim. İnsanlar o açıdan normal hayatlarına devam ediyor. İki gün önce markete gittim ben, bir panik veya bir kuyruk yoktu. Beyr ut’ta olan marketlerin ve Dahiye’ye yakın olan marketlerin durumu farklı olabilir. Açıkası ben de bu kadar panik olmamasına şaşırdım. Savaşın Beyrut’a sıçramasından sonra Beyrut’ta çok büyük bir panik ortamı olacağını sanıyordum ama Allah’tan olmadı. Ama kimse olmayacağını da söyleyemez bu durumda. Şu an Lübnan’da insani yardıma ihtiyaç duyuluyor mu? Birleşmiş Milletler gibi yapılardan yardım geliyor mu Lübnan’a? Yoksa Gazze’de olduğu gibi bu konuda da bir sıkıntı veya kesinti mevcut mu? Şu an tabii ki var. Özellikle mültecilerin çok fazla ihtiyacı var. Bunları karşılamak Lübnan devletini aşan bir durum. Devletin kapasitesi kısıtlı. Bundan önceki kriz durumunda devlet zaten çökmüş vaziyetteydi. Bu ihtiyaçları tabii ki devlet karşılayamaz. Şu an her yardım çok önemli hem mülteciler için hem de başka bölgelerde olan insanlar için. Özellikle öğrenciler için. Şimdilik yardımların Beyrut’a gelmesinde bir kesinti görmedik Gazze’deki gibi olmadı ama havalimanında sadece MEA çalıştığı için bazı havayolları buraya uçamıyor. Belki yardım gönderilmek isteniyor ama gönderilemiyor bu sebeple. Yardım da bu sebeple şimdilik limandan geliyor. Beyrut ve Lübnan limanlarına şimdilik bir ambargo falan yok ama olup olmayacağını da kimse bilmiyor çünkü 2006 Temmuz Savaş’ında (2006 Lübnan Savaşı) limanlara ambargo vardı. O zaman çok büyük kriz yaşandı. O savaşa kıyasla durum biraz daha normal. Maalesef ama devlet çökmüş vaziyette, kurumlar çalışmıyor. Her yardım insanlar için büyük önem arz ediyor ve hayati. Raghed Waked - @raghedwaked MEA nerelere uçuyor peki? MEA’ın kapasitesi Gazze savaşı başlamasından sonra yarıya indi. Yine de Avrupa’ya, Türkiye’ye ve Arap ülkelerine uçuyor. Türkiye vizesiz sadece. Bazı Arap ülkelerine vizeyi sınırdan alıyorsun, Mısır gibi… Suriye’ye de kimliğimizle giriş yapabiliyoruz. Mümkün değil tabii ki ama bu saldırıları biraz bir kenara koyabilseydik, Lübnan’ı ve Beyrut’u nasıl tanımlardınız? Bunlardan önce nasıl bir yerdi? İnsanların günlük yaşantısı nasıldı ve nasıl bir hayat yaşanıyordu orada? Bu saldırılar bittiğinde sizce Lübnan’ın önceki yaşantısına dair kalıcı nasıl hasarları olacak? Hangi konularda Lübnan ve Beyrut eskisi gibi olmayacak dersiniz? Ya da tekrar eskisi gibi olabileceğini düşünüyor musunuz kendi açınızdan? Zor bir soru… Çünkü biraz önce dediğim gibi dört, beş senedir insanlar bu durumda yaşıyor. Krizden krize atlayıp duruyoruz. 2019’da başladı, ondan sonra pandemi, ondan sonra liman patlaması, sonra ekonomik çöküş ve siyasi çöküş… Bir şekilde bu savaş bu krizlerin en büyüğü olarak yorumlanabilir. Bir şekilde krizlerin devamıyla doğal bir sonuç gibi… İnsanlar böyle algılıyor yani. İnsanlar bu savaşı yeni bir kriz olarak görmüyor. Birkaç senedir yaşadıklarımız üstüne bu da başımıza geldi diyorlar. Lübnan’ın geleceğiyle ilgili geçen sene insanlar biraz daha iyimserdi ama şu an çok daha kötümserler. Çünkü bu savaşın nasıl biteceğini ve ne zaman biteceğini de bilmiyorlar çünkü ufukta görünmüyor. Lübnan ya tamamen harabe olacak ya da bu savaş durmayacak. Öyle gözüküyor. Bunlardan önce Lübnan nasıldı peki? Bunu dışarıda yaşayanlar daha iyi bilirler. Beyrut çok daha hareketli bir şehirdi. Gece hayatı çok meşhur olan bir şehirdi. Mutfağı çok övülürdü, denizi en güzel denizlerden biriydi ama bu siyasi ve ekonomik sorunların gölgesi hep üstümüzdeydi. Siyasi ve ekonomik krizler maalesef bir günde doğmadı ve bir günde çıkmadı. Bunların hepsi geçmişte yaşadığımız olayların devamıdır. Devletin olmaması, devlet kurumlarının çalışmaması insan hayatını nasıl etkiliyor bunu görüyoruz. En kritik durumda bile devlet diyebileceğimiz bir olgu kalmadı Lübnan’da. Tamamen çökmüş vaziyette. Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu herkes görüyor. O sizin bahsettiğiniz ihtiyaçlar aslında devlet tarafından karşılanmalı. Devlet ve kurumları yok ise o ihtiyaçlar da karşılanmıyor. O yardım da bir şekilde gelmiyor. Beyrut’tan bir fotoğraf, Türkçe: Bu ülke bizim. Kaynak: Marija Carter - @marijacarter Tabii ki Lübnan’da farklı inançlardan ve görüşlerden insanlar huzur içinde yaşıyorlardı da. Ama bu savaş sadece Hizbullah ve İsrail arasında bir savaş değil, aynı zamanda Lübnan’ın iç siyasetini de çok fena bir şekilde etkileyecek bir savaş. İnsanların -bundan biraz korkuyorum- bu savaş bittikten sonra çok daha radikal ve çok daha agresif olacaklarını görüyorum. O dini kimliklerin, siyasi kimliklerin çok daha radikalleşmesini görüyorum. Bu savaş devam ettikçe, o kimliklerin çok daha radikal bir yere gideceğini söyleyebilirim. Tamamen o bahsettiğimiz hoşgörüye aykırı bir durum oluşabilir. İnsanlar birbirle rinden çok daha nefret etmeye başlayabilir. Zaten bunun ipuçlarını görüyoruz bugün. Biraz önce bahsettiğim bazı bölgeler mülteci istemiyorlar ve almıyorlar. Bu bölgeler aslında bunun bir göstergesi. Ama Allah’tan ciddi olaylar patlak vermedi henüz Beyrut’ta, iç olaylardan bahsedersek. Böyle olaylar nadiren yaşandı ama bakalım… Bu savaş bittikten sonra inşallah o kötü yola gitmeyiz. Bu savaş güneyle sınırlı kalmış olsaydı bile bence durumun bu kadar kötü olacağını herkes biliyordu. Sonuçta bu savaş güneye sınırlı kalamaz ve kalamayacaktı. Ve bu günler bunu gösterdi. Git gide güneyden Beyrut’a doğru geldi bu savaş. Sizce Lübnan’ın dışında yaşayan insanlar Lübnan’ı desteklemek, sizlerle dayanışmak için neler yapmalı veya neler yapabilir? Yani şu an bir sürü insiyatif var, özellikle bağışlar için. Bunlara katkı sağlamak bence önemli. Herkes yapabildiği kadarıyla katkı sağlayabilir. Dayanışma insiyatifleri bunlar. Bu sorunun ekonomik boyutu. Tabii ki siyasi boyutu da var. Bu bombalamalara karşı sessiz kalmamamız gerekiyor ve bunları anlatmamız gerekiyor herkese. Bizim bugün yaptığımız gibi her gün ne gördüğümüzü, ne yaşadığımızı, ne düşündüğümüzü aktarmak çok önemli. Yurt dışında olan arkadaşlarla konuşmak, onlarla düşüncelerimizi paylaşmak bunun küçük bir tedavisi olabilir. Ondan sonra Lübnan’ın büyük bir diasporası var. Eminim ki Lübnan diasporası çok fazla yardım gönderiyor zaten ama işte mesele erişim meselesi biraz da. Dediğim gibi eğer havalimanı tam teçhizatlı çalışabilirse bu yardımlar Beyrut’a ya da Lübnan’a erişebilir. Yoksa durum hakikaten çok kritik olur. Şu an dünyayla bağlarımızı koruyan sadece MEA kaldı. O da durursa çok feci olur durum Lübnan ve Beyrut için. Burada herkes yapabildiği kadarıyla insanlara yardım etmeye çalışıyor. Bunun için umutlu ve mutluyum. Bazı yerlerde mültecilere yardımlar tabii ki oluyor ama bence bu yetersiz. Lübnan sonuçta küçük bir ülke. Ülkenin neredeyse %35’i harabe vaziyette. Böyle küçük bir bölgede insanlar ne kadar etkili olabilir ki zaten? Bunları da düşünmek gerekiyor. Bir de şunu da eklemekte fayda var: Yurt dışında olan insanlar ve haberlerden burada yaşananları takip eden insanlar sadece kötü olayları görüyor maalesef ama bence bu savaşa direnmenin bir yolu da insanların normal hayatından da bahsetmektir. Biraz önce anlattığım gibi ama yine de insan olarak herkes yaşamaya devam ediyor. Burada yaşamak zorunda insanlar bunlara karşı, bunlara rağmen. Ve tabii yani insanlar yapabildikleri kadar işlerine gidiyorlar, okullarına gidiyorlar. Bir şekilde hayatlarını normalleştirmeye çalışıyorlar. Bunu da söylemek önemli benim için… Beyrut’tan bir fotoğraf, Türkçe: Umut asla bitmemeli. Picture: Marija Carter - @marijacarter * Beyrut’ta patlamaların en çok yoğunlaştığı bölge. ** https://www.evrensel.net/haber/529454/israil-beyrutta-bir-binaya-saldirdi-fhkcnin-3-yoneticisi-oldu Öne çıkan görsel: Raghed Waked - @raghedwaked
- Mozaik Diasporada Evin Yeniden Tahayyülü
"Evi dağılanın yurdu genişler mi?" diye soruyor Nurdan Gürbilek bir kitabında. Burada ev kavramı, gitmek ya da kalmak arasında varoluşsal bir ikilem olarak karşımıza çıkıyor ve insan deneyimini kapsıyor. Özellikle Antakya, Defne ve Samandağ Çevlik mozaikleri bağlamında bu soruyu, yerlerinden edilmiş, öznelliklerinden ve çok duyulu varoluşlarından sökülmüş, bir zamanlar onları çevreleyen ilişkiler ağından koparılmış maddi kalıntılar için sorabiliriz. İnsanların ve objelerin dağılması Hatay bölgesinin 20. yüzyıl tarihinin bir parçası haline gelirken, Latife Tekin’in, "Yuvası dağılanın yurdu genişlermiş" cümlesi de bizi diaspora kavramına götürüyor. Gerçekten yuvası dağılanın yurdu genişler mi? Ev: Terk Edilmiş, Kazılmış, Kayıp 6 Şubat 2023 yılında yaşanan depremi deneyimi ışığında, Antakya, Defne ya da Samandağ'da ev mefhumunun çok katmanlı tarihsel yolculuğu mercek altına alınması gereken bir konu. Bu yerleri defalarca el değiştirmiş, yıpranmış mekânlar olarak tahayyül edersek, ev mefhumu bu modern ilçelerin M.Ö. kuruluşlarından 6 Şubat felaketinin deneyimlerine kadar çok çeşitli, ikircikli, dayanışmacı ve agonistik bir toplumsal ilişkiler bütününe işaret ediyor. 20. yüzyıldan günümüze, bu bölgedeki ev kavramı girift bir yapı arz ediyor. Bu mekânların modern hikâyesi 1915'teki soykırım şiddeti, sömürge yönetimi, arkeolojik araştırmalar, savaş, göç ve doğal (olmayan) afetlerle şekilleniyor. Bu kısa dönemde ev mefhumu, yurt olarak terk edileni/ettirileni, arkeolojik olarak kazılanı ve dağılanı ve depremlerde kaybedileni ifade ediyor. Bu üç farklı ev kavramı nasıl ortak bir zemin bulabilir? Bu yazı, Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana İskenderun bölgesinde birbiriyle örtüşen farklı jeopolitik olayları ele alıyor. Bu farklı güç ilişkilerinin bir sonucu olarak yerinden edilen objeler ve insanlar arasındaki ilişkiselliği araştırmakta ve yeni bir tarihsel anlatı kurmanın olanağına odaklanıyor. Bu anlamda, bu anlatıyı, ev kavramının yanı sıra süreç olarak benzer ancak birbirinden oldukça farklı iki kavram olan diaspora ve mozaik kavramları üzerinden kuruyor. Diaspora, bir sosyal gruba ait insanların kendi yerlisi olan mekândan başka coğrafyalara dağılmasını ifade ederken, mozaik başka coğrafyalardan farklı malzemelerin ve mitolojik hikayelerin göç ederek aynı mekânda bir araya gelmesini ve mekâna özgü bir asamblaj oluşturmasını ifade ediyor. Antakya ve çevresinde 1930'lu yıllarda Fransız ve Amerikan kurumları tarafından bölgenin mozaiklerini çıkarmak için kazılar yürütüldü. Bu anlamda 1930'larda arkeolojik olarak kazılmış ev kavramı, Roma villalarının taban mozaikleri. Bu evlerin taban mozaikleri parçalandı, yerinden edildi ve onlarca denizaşırı kurum arasında dağıldı. Bu anlamda, objelerin bu deneyimini metaforik olarak bir diaspora örneği olarak düşünebiliriz. Bu evlerin taban mozaiklerinin çıkarıldığı ve başka ülkelere gönderildiği kazı döneminde, bu bölgenin insanları da farklı güç ilişkileri sonucunda yerlerinden edildi. Buradaki terk edilmiş ev, esasen evlerinden ve yurtlarından edilmiş yerel halk. Ancak aynı yıllarda yaşanan farklı şiddet deneyimleri sonucunda insanların ve objelerin yerinden edilmesi arasında bir kopukluk var. Bu kopukluğu aşmak için iki tarihsel olayı yan yana ve birlikte, birbiriyle yarıştırmadan anlatmak önemli. Bu anlatı hem bu şiddet ilişkileri hakkında konuşmanın yeni yollarını açabilir hem de maddi kalıntılar ile insanlar arasındaki kopukluğun gözlemlendiği toplumsal alanlarda, bu maddi kalıntıların bugün Hataylıların ve diasporada yaşayan insanların hafızasında nasıl bir yere sahip olduğunu sormamıza vesile olabilir. Buna ek olarak, yakın zamanda yaşanan 6 Şubat depremine odaklanarak, depremin çok katmanlı bir tarih içinde kazılan evin maddi kalıntıları ile bu yörenin insanları arasında bağlayıcı ve birleştirici bir rol oynayabileceğine ve yas tutma pratiğinin buna yardımcı olabileceğine işaret edilebilir. Bu anlamda, bu objelerin yurtlarından ayrıldıktan sonra sergilendikleri müzelerdeki küratöryel bağlam, yani yaşadıkları sömürgeci şiddet deneyiminin ya da antik dönemde yaşadıkları depremin tarihsel anlatılarının bir parçası olup olmadığına bakılabilir ve bu metaforik olarak bu üç ev kavramı birlikte düşünmek için bir alan olabilir. İskenderun bölgesi I. Dünya Savaşı'ndan sonra Fransız mandası altına girdi ve kazılan evlerin hikâyesi bu dönemde başladı. Bu arada siyasal olarak da bir böl ve yönet politikası izleyerek 1920'de Lübnan'ı Suriye'den ayırdı ve Beyrut merkezli bir manda yönetimi kurdu. Osmanlı döneminde Halep'in İskenderun Sancağı olarak bilinen bölge, 1925 yılında Ortadoğu'daki arkeolojik çalışmalardan sorumlu Fransa Eski Eserler Kurumu tarafından Antakya ve çevresinde kazılara başlandı. Bu kurum 1920'lerin sonunda Princeton Üniversitesi Sanat ve Arkeoloji Bölümü'ne bir davet gönderdi. Daveti büyük bir ilgiyle kabul eden bölüm başkanı, Antakya'da kazı yapmak üzere akademisyenler gönderdi. Proje, Worcester Sanat Müzesi/MA, Baltimore Sanat Müzesi/MD, Harvard Sanat Müzesi/MA (önceki ismiyle Fogg Sanat Müzesi) ve Dumbarton Oaks Müzesi/DC gibi kurumların finansal desteği ile gerçekleştirildi. Ancak İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle kazılar durduruldu. Kazılar sırasında 300 kadar mozaik döşeme ortaya çıkarıldı ve bunların yarısından çoğu, ve diğer kültürel objelerle birlikte Kuzey Amerika'daki 30'dan fazla müzeye satıldı veya hediye edildi. Bu süreç özellikle erken Hıristiyanlık dönemine ait kalıntıların incelenmesini teşvik etmişti. Fransa, manda döneminde (1920-1946) Suriye ve Lübnan'da 60'tan fazla arkeolojik proje yürüttü. Özellikle Antakya üzerindeki Defne ilçesi, ve Musa Dağı yamaçlarındaki villaların taban mozaikleri de dahil olmak üzere birçok Geç Antik Dönem kalıntısı bulundu. Musée d'Antioche [1] , Fransız Eski Eserler Kurumu için çalışan bir mimar olan Michael Ecochard tarafından Antakya'da inşa edildi. Fransız ve Amerikan kurumları tarafından yürütülen bu kazılar nedeniyle Antakya "Mozaikler Şehri" olarak tanınmaya başlandı. Birden fazla müze aynı evlere ait taban mozaiklerini talep ettikleri için çoğu kez tek bir ev ya da villaya ait olan taban mozaikleri kesilip parçalanarak farklı yerlerdeki müzelere yollandılar. Halihazırda üç ülke ve otuzdan fazla müze ve üniversite farklı evlerin mozaiklerinin farklı parçalarına ev sahipliği yapıyor ve bu taban mozaiklerinin bu denli parçalanması ve dağılması da bizi o evlerin tarihinden, özgün yapılarını bir arada düşünemeyeceğimiz ya da hayal edemeyeceğimiz kadar koparıyor. Yapıldıkları esnada belirli bir amaca ve mekâna adanmış bu mozaikler, bugün Kuzey Amerika ve Avrupa müzelerinde, öznelliklerinden, aralarında örülü duyusal ilişki ağlarından ve tanıklık ettikleri olaylardan kopuk bir şekilde sergileniyor. Musa Dağı'ndaki Kazı Çalışmaları. Kilikya Evi / House of Cilicia (House 1 and Vicinity), Antakya Araştırma Arşivi, Sanat ve Arkeoloji Bölümü, Princeton Üniversitesi. Geç Antik döneme ait evlerin hikâyesi bu şekilde başlarken, bu evlerin kazıldığı zaman dilimindeki terk edilmiş yurt olarak ev mefhumu da başka bir hikâye anlatıyor ve objeler ile insanların dağılması arasında ilişkisel bir estetik kurmaya olanak sağlıyor. Fransa'nın Suriye topraklarını arkeolojik olarak sömürmesine rağmen İskenderun bölgesi halkları için manda dönemi siyasal şiddetin azaldığı bir döneme işaret eder [2] . Ancak Türkiye, cumhuriyetin kurulması için müzakere masasından İskenderun sancağı ülke sınırlarına dahil olmadan kalktığı 1923 yılında bile İskenderun bölgesinin, başta liman olmak üzere Batı ile Doğu arasındaki ticaret yollarındaki stratejik konumundan faydalanma isteğinden vazgeçmeyecekti. Türkiye'nin ulus-devlet inşası etrafında ortaya çıkan yeni hafıza alanının milliyetçiliği İskenderun bölgesine odaklandı. İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken, İtalya ve Almanya'da yükselen faşizm ve Türkiye ve İskenderun bölgesinde cereyan eden siyasi gelişmeler bağlamında Fransa, İskenderun bölgesi için Türkiye ile yeniden pazarlığa oturdu. Alınan kararlardan biri de İskenderun bölgesinin 1938 yılında Hatay adı altında özerk bir cumhuriyet olarak tanınmasıydı. Bu esnada Nazi Almanya’sı henüz Polonya'yı işgal etmeyi planlıyordu. Fransa, Türkiye'nin yaklaşan savaşta tarafsız kalması koşuluyla Hatay'ın ilhakını kabul etti [3] . Bu gelişmelerin ortasında, İskenderun bölgesi 1936-1940 yılları arasında ciddi bir göç dalgası yaşadı. Özellikle Musa daği çevresinde 1915'te sürgün edilen (aynı zamanda direnen) ve 1921'de geri dönebilen Ermeniler, 1939'da İskenderun bölgesinin ilhakı nedeniyle yeniden göç etmek zorunda kaldılar [4] . Bu göç dalgasını Hıristiyan Araplar, Sünni Araplar ve Yahudiler takip etti [5] . Bazı istatistiki verilere göre, 1936 yılında İskenderun bölgesinde yaklaşık 25 bin Ermeni yaşıyordu. 1938-1940 yılları arasında ise bu bölgeden 40 binden fazla kişi göç etti [6] . Musa Dağı'nda Kazı Çalışmaları. Antakya Araştırma Arşivi, Sanat ve Arkeoloji Bölümü, Princeton Üniversitesi, 1938. Kısacası, İskenderun bölgesi bu dönemde hem maddi kalıntılarının büyük bir kısmına hem de insanlarına veda etti. Bu anlamda, kazılmış ve terk edilmiş ev mefhumu bize insanların ve objelerin emperyalist ve kolonyal şiddet deneyimlerini paylaştığını gösteriyor. Bu çerçevede, İskenderun bölgesindeki insan ve obje göçleri arasındaki tarihsel ilişkiyi göstermek ve iki farklı göçü birbiriyle ilişkili olarak düşünmek için mozaik diaspora [7] kavramını kullanıyorum. Bu kavrama yolculuğum sanatsal projem Dut Ağacı (2019/-) ile başlıyor. Musa Dağı'nın manzarası, insanların yaşadığı şiddete, evlerini yurtlarını terk etmelerine tanıklık ederken, aynı çevredeki Dor Mabedi'nin maddi kalıntıları [8] ve Kilikya Evi'nin mozaikleri dünyaya dağıldı. Bu gelişmeler farklı şiddet politikalarının sonucu olsa da, eşzamanlı ve eşmekânsal göçlerdir ve aralarında epistemolojik bir köprü, görsel bir ortak dil ve ilişkisel bir estetik kurabiliriz; bu farklı deneyimler birbirleriyle dayanışabilir. Bu anlamda yurt olarak terk edilmiş mekânın ve arkeolojik araştırma için kazılmış ve dağıtılmış evlerin eşzamanlılığı söz konusuyken, depremler de İskenderun bölgesindeki insanları ve objeleri tarihsel olarak birbirine bağlar. Burada ortaya çıkan önemli bir soru, objelerin tarihinin bir parçası olarak deprem deneyiminin, onların yeni evleri olan müzelerdeki sergilerin bağlamının bir parçası olup olmadığıdır. Bu yaşanan muhtelif olaylar ve onların özneleri üzerine düşünmek bizi ortak bir ev uzamına götürebilir. Mulberry Tree, video ekran görüntüsü, (2019/-). Yoğunoluk Kilisesi’nden Kel Dağına manzara. (Fotoğraf: Ezgi Erol) Deprem Deneyimi Antik Antiokheia ve Daphne kentleri birçok kez depremler [9] ve askeri yıkımlarla harap oldu. Antiokheia'nın kurulduğu MÖ 3. yüzyıldan MS 9. yüzyıla kadar, depremlerin neredeyse tüm şehri yok ettiğine dair kanıtlar bulunuyor. [10] MS 341 depremi Antiokheia ve Daphne'de büyük korku ve endişeye neden olmuş ve arkeolojik kanıtlar Daphne tiyatrosunun ve bazı özel konutların bu depremlerde yıkıldığını gösteriyor. [11] Objelerin deprem deneyimi, kazılan evlerdeki mozaiklerin yapısındaki çatlaklardan ve sikkeler gibi diğer objelerin değişimlerinden anlaşılıyor. Özellikle, M.S. 388 yılındaki Antakya depreminin Psykhelerin Kayığı Evi’ne zarar verdiği ve depremin izlerinin mozaik zeminde görülebilmekte. [12] Bu ev Amerikalı ve Fransız arkeologlar tarafından Daphne'de kazıldı. Psykhelerin Kayığı Evi (House of the Boat of Psyches), Antakya Araştırma Arşivi, Sanat ve Arkeoloji Bölümü, Princeton Üniversitesi. Psykhelerin Kayığı Evi’nin mozaikleri, bölgedeki diğer pek çok evin de tecrübe ettiği gibi üç farklı ülkedeki müze ve akademik kurumlar arasında paylaştırıldı. Hatay Arkeoloji Müzesi, Louvre Müzesi ve Kuzey Amerika'da beşten fazla kurum ve koleksiyoner. Bu evden sökülen, hediye edilen veya satılan mozaiklerin nerede olduğunu öğrenmek için Amerika Birleşik Devletleri'nde kapı kapı dolaşarak yaptığım araştırmalar, dağılma sürecinin ve bu evin tarihsel bağlamının çok daha derin sorunlarla karşı karşıya olduğunu ortaya koydu. Evlerin mozaikleri hala dolaşım halinde. Bu evdeki mozaiklerin bir kısmı son birkaç yıl içinde Philadelphia Amerikan Felsefe Derneği, Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve Antropoloji Müzesi, Princeton Üniversitesi ve Philadelphia Sanat Müzesi arasında bağışlandı ya da satıldı. Bu gelişme, mozaiklerin parçalanma ve dağılmasının halen devam ettiğini ve bu durumun objenin tarihsel öneminin ve onların Geç Antik dönemde yaşadığı deprem deneyiminin tarihsel bir kayıt olarak değerlendirilmesinin önüne geçtiğini gösteriyor. Europa, Psykhelerin Kayığı Evi. Baltimore Sanat Müzesi, Maryland/ABD, 2023. ( Fotoğraf: Ezgi Erol) Benzer bir uygulama Princeton Üniversitesi'nin kazılarını finanse eden ve mozaiklerin bir kısmına sahip olan Baltimore Sanat Müzesi'nde de görülüyor. Müzede mozaiklerin sergilendiği alana Antioch Court adı veriliyor. Mozaikler duvarlara rastgele yerleştirilmiş ve avlu düğün ya da kutlama resepsiyonları için de kullanılıyor. Europa mozaiğinin ( yukarıda) önündeki masa genellikle içecek servisi için kullanılıyor. Işık mozaiğin algılanışını önemli ölçüde etkilerken, müzenin düzensiz aydınlatması ve pencerelerden avluya giren gün ışığı mozaiklerin etkisini azaltıyor. Mozaiğin farklı boyutlardaki özgün algısını bozan müdahalelerden biri de, zemin mozaiklerinin deprem ya da başka olaylarda hasar gören kısımlarının boyanarak duvara asılması. Daphne bölgesinin Europa mozaiği renkli cam ve taş tesseralarla zenginleştirilmiş. Kuşlar, yapraklar ve taçlı başlar gibi detayların yer aldığı mozaikte [13] , Zeus'un boğaya dönüşerek Europa'yı Sidon'dan kaçırıp Girit'e götürmesi ve ona tecavüz etmesi efsanesinden önceki sahne tasvir edilmiş. [14] Europa'nın bu hikâyesi mitolojide zorunlu göç olarak da bilinir. [15] Mozaik, özellikle boğanın olduğu kısım olmak üzere depremlerden zarar görmüş ve gün yüzüne çıkarıldığında pembe tuğla renkli sırtının sadece küçük bir kısmı ortaya çıkmış. Müze, mozaikler için özel bir boyama tekniği kullanarak boğayı Europa mozaiğine tekrar eklemiş. Bu müdahale, müzenin mozaiklerin yıllar içinde doğal olarak aşınmasını tarihsel bir zenginlik veya tarihsel bir kayıt değil, bir eksiklik olarak gördüğünü gösteriyor. Kısacası, depremlerde hasar gören ve daha sonra kazılarla ortaya çıkarılan bu mozaiklerin asıl yerleşim yerlerinden bugünkü müze ortamına taşınmış olması, antik dönemdeki depremlerin izlerine dair bilgileri gizliyor. İnsanların ve objelerin eşzamanlı göçüne dair yeni bir hikâye yaratma imkânını elimizden alıyor. Ayrıca 6 Şubat 2023 depreminde Antakya kenti ve çevresinin kaybına tanıklık eden bizleri, mozaikle deprem üzerinden ilişki kurma, tarihiyle ortaklık kurma ve birlikte yas tutma imkânından mahrum bırakıyor. Aynı bölgeden gelen insanlar bir müzede maddi kalıntılarla karşılaştıklarında, geçmişteki çeşitli olaylarla ve çok katmanlı tarihle ilişki kurma arzuları göz ardı edilmemeli. Zira antik bir evin mozaiklerinin kolonyal modernitede estetik bir form olarak dağılma sürecine dair deneyimleri bir kültürel temellük hikayesi ve bu müzeler, akademik kurumlar ve özel koleksiyonlar tarafından paylaşılan ve dağılan ortak bir sahiplenmeye dair bir mülkiyet arzusunu ortaya koyuyor. İnsanların maddi kalıntılarla ilişki kurma arzusu, bu kolonyal pratiğe karşı bir söylem üretebilir. Günümüzde insanlar ve objeler arasında neredeyse hiçbir ilişki kurulmuyor ve bir toplumsal alan olarak müzelerin ihtişamı ve devasa mekânları içinde bu ilişkisizlik "normal" görünüyor. Bu yazıda kayıp, terk edilmiş yurt olarak ve kazılmış ev kavramlarını bir araya getirerek ortak bir evin metaforik imgesi üzerinde düşünmeye çalıştım. Amacım, birleştirici yas mekânları üzerine düşünmek ve objelerin hikâyelerini insan hikâyelerine benzer şekilde ele almak. Kazılan evlerin taban mozaiklerinin bir daha asla bir araya gelmeyeceği ve bu dağılmanın evin uzamını genişletmediği aşikâr, tıpkı kaybedilen onca ev ve paramparça olan onca hayat gibi. Ancak üç evdeki bu hayatların ve objelerin yeniden bir araya getirilmesi, yerelde ya da diasporada yaşayan insanların bilgi ve deneyimleriyle, onlarla kurulacak adil bir ilişki ağı içinde gerçekleştirilebilir. Mesele, maddi kalıntıların tarihte kime ait olduğu değil, onların hikayesini kimin anlatabileceği. Başka bir deyişle, ortak bir hafıza, insanların ve objelerin tanıdık bir yer, olay veya dağılma zamanına ilişkin deneyimlerini paylaşmaları yoluyla yeniden düşünülebilir. Bir objenin, maddi bir kalıntının sessizliği, onu konuşturmamak, onun bilgisine boyun eğdirmek anlamına geliyor. Bu şekilde objeler yerlerinden ediliyor, evleri dağılıyor, anlamları ve bağlamları daralıyor. Geçmişteki uygulamalar bugün arşivler ve müzeler aracılığıyla sömürgeci bir bakış açısıyla yeniden üretiliyor. Müzeler buna, bu maddi kalıntıların kolonyal koşullar altında edinilmesinin sosyal ve kültürel tarihi üzerine eleştirel ve anti-kolonyal bir muhakeme yürüterek karşı koyabilir. Yoksa ne insanlar ne objeler için ne yurt genişliyor ne ev. [16] [1] 1934 yılında açılan müze, İskenderun bölgesinin Türkiye tarafından Hatay olarak ilhak edilmesinden sonra 1948 yılına kadar kapalı kalmıştır. Daha sonra bugünkü Hatay Arkeoloji Müzesi olarak faaliyete girmiştir. [2] Bkz. Can, Şule ve Levent Duman. 2022. “Fransız Manda Dönemini 'İçeriden' Hatırlamak: Hatay'da Bir Sözlü Tarih Çalışması”. İçinde Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Nr. 49, Denizli: 505-517. DOI:10.30794/pausbed.996866, s. 506. [3] Guttstadt, Corry. 2008. Die Türkei, die Juden und der Holocaust. Berlin-Hamburg: Assoziation A, 158-159; Erol, Ezgi. 2019. Mulberry Tree. Video essay: Diploma artwork, Academy of Fine Arts Vienna. https://ezgi-erol.net/mulberry-tree/ ; Erol Ezgi. 2022. “Wessen Kulturerbe? - Einführende Überlegungen zu den Ausgrabungen im Nahen Osten unter französischem Mandat”. migrazine - Online Magazine by Migrant Women* for Everyone. https://migrazine.at/artikel/wessen-kulturerbe-einfuhrende-uberlegungen-zu-den-ausgrabungen-im-nahen-osten-unter , Erişildi: 02.07.2024. [4] Can, Şule. 2023. Musa Daği Ermeni Direnişi, 1939 Göçü ve Araplar*. İçinde Arapların 1915’i. Soykırım, Kimlik, Coğrafya. derl. Emre Can Dağlıoğlu, İstanbul: İletişim, s. 239. [5] Duman, Levent. 2023. Antakya’dan Vazgeçmemek: Çok Kültürlülüğün Yeniden İnşası. https://www.nehna.org/post/antakya-dan-vazgecmemek-cok-kulturlulugun-yeniden-insasi Nehna. Erişildi: 02. 7.2024; Magemizoğlu, Gizem. 2021. “The Jews of Antioch in Modern Times”. Australian Journal of Jewish Studies XXXIV: 24-43, s. 31. [6] Can, 2023., s. 258. [7] Mozaik diaspora kavramı, Paul Basu’nun (2011) “obje diasporası” kavramına dayanmaktadır. Basu, Paul. 2011. “Object Diasporas, Resourcing Communities: Sierra Leonean Collections in the Global Museumscape”. Museum Anthropology, s. 28 – 42. [8] Erol, Ezgi. 2022. “The Second Abduction of Europa”. In to touch at the edge, ed. by KO-OP Space, Sofia, BG, s. 152. [9] Bkz. Beyen, Kemal, Mustafa Erdik, Cihan Mazmanoğlu. 2003. “Geçmişten Günümüze Antakya'nın Sismik Aktivitesi ve Yapılması Gerekenlerin Uluslararası Bir Konferans Işığında Değerlendirilmesi”. TMH - Türkiye Mühendislik Haberleri, Nr. 423/, 2023/1. [10] Pamir, Hatice. 2023. “Helenistik Dönem ve Roma Dönemi’nde Antiokheia/Antakya’da Yaşanan Depremlerin Etkileri ve İmar Faaliyetleri”. İçinde İnterdisipliner Yaklasimla Hatay’da Afet Deneyimi: 6 Şubat 2023 Depremini Tarihe Not Düşmek, derleyen Veysel Eren, Ankara: Nobel Akademik Yayın, s.35. [11] Pamir, 2023, s. 57-58. [12] a.g.e., 61 [13] Levi, Doro. 1947. Antioch Mosaic Pavements I and II. Princeton University Press, s. 170; Erol, 2022, s.153. [14] Levi, 1947, s. 169-171. [15] Bu argüman yazarın ve "of sea, leaves, sunshine, and red" (2022/devam ediyor) adlı sanatsal araştırmasının bir parçasıdır. Daha fazla bilgi için: https://ezgi-erol.net/of-sea-leaves-sunshine-and-red/ [16] Bu metinde yer alan bazı argümanları, yakında uzman bir yayında girecek olan “Europa’s Dispersal: Mosaic Diaspora from Antioch and its Vicinity” adli makalemde ayrıntılı olarak tartışıyorum.
- Dünya Klasiği Küçük Prens’in Antakya Arapçasına Çevirisi Heyecan Yarattı
Yusuf Gasseloğlu aslen Gümüşgözeli (Yakto) bir doktor. Kendisi geçtiğimiz aylarda herkesçe bilinen Küçük Prens adlı romanın Latin harfleriyle Arapça çevirisini yaptı. Kitap Sivil Düşün’ün Anadolu Dillerinde Küçük Prens projesi kapsamında gerçekleşti. Bu vesileyle Gasseloğlu’yla kitabı vesilesiyle, Antakya’yı, depremi ve bölgemizde Arapça’nın durumu konuştuğumuz bir söyleşi gerçekleştirdik. Röportaj: Mişel Uyar Merhabalar, Nehna'ya sizden gelen bir mesajla çok heyecanlandık. Küçük Prens'in Latin alfabesiyle Arapça çevirisini yaptığınızı öğrendik. Öncelikle bizimle görüşmeyi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Antakyalısınız, doktorsunuz… Çalışma hayatınıza Antakya bölgesinde mi başladınız? Ben mezun olduktan sonra Muş Malazgirt'te mecburi hizmetimi yaptım. Ardından Mustafa Kemal Üniversitesi'nde uzmanlığımı aldım. Göz hastalıkları uzmanıyım. Daha sonra 2,5-3 sene yine mecburi hizmet olarak Şırnak'ta çalıştım. Ardından kurum içi atamayla Samandağ'a geldim. Depremden önce mi geldiniz? Evet, yaklaşık 6 yıldır Samandağ'da çalışıyorum. Konumuz Küçük Prens kitabının çevirisi ancak depremle ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı? Deprem için öncelikle bütün vefat edenlere Allah'tan rahmet diliyorum. Halen tedavi almakta olanlar var. Onlara da Allah'tan şifa diliyorum. Çok büyük bir kayıp oldu bizim için. Sevdiklerimizi kaybettik, canlarımızı kaybettik, şehrimizi kaybettik. Depremde en çok ağır yara alan şehir Antakya oldu. Neredeyse %90'ı yok oldu. Mekânlarıyla, hafızasıyla şehrin yeniden imar edilmesi için uzun bir süre gerekiyor, öyle görüyorum maalesef. Umarım hep birlikte el ele vererek şehri yeniden kalkındırmaya çalışırız. Temennim bu şekildedir. “Antakya binlerce yılın birikimi olan bir şehir” Ne yazık ki Antakya'ya her geldiğimde daha da kötü halde görüyorum ve üzülüyorum… Çünkü bu şehir 10 yıl önce 20 yıl önce kurulmuş bir şehir değil. Binlerce yılın birikimi olan bir şehir. Halen üzerinde iskân olan nadir tarihi şehirlerden bir tanesi. Katman katman her döneme ait kalıntılar bulabiliyoruz, yazıtlar bulabiliyoruz, tarihi eserler bulabiliyoruz. Binlerce yıldır halen burada yaşayan toplumlar var. Bu anlamda Antakya özel bir şehirdir. İnşallah hep birlikte el ele vereceğiz ve tekrar bu şehri imar edeceğiz. Şehirde geziyorsunuz, her yer toz, her yer yıkıntı. Hala şehir içinde yaşayanlar için çok ciddi bir hayati riskler taşıyor. Yani hakikaten zor. Herkes için çok zor. Umarım en kısa zamanda atlatacağız. Nehna olarak bu kitabı görünce gerçekten çok sevindik. Antakya bölgesinde en yaygın konuşulan dillerden birisi Arapça. Arapça konuşma dili olarak çok yaygın ama yazı dilinde, edebi dilde bir karşılığını göremiyoruz. Çünkü ne yazık ki insanlarımız okuma yazma bilmiyor. Geçmişte belki büyüklerimiz, yaşı ilerlemiş insanlar veya dini görevliler dışındakilerin neredeyse hiçbiri artık Arapça okuma yazma bilmiyor. Tüm bu olumsuz duruma rağmen Küçük Prens’i Latin alfabesiyle Arapça çevirisini yaptınız. Aslında şunu belirtmek lazım. Arapça çok özel bir dil. Bildiğiniz üzere Arapça, Arap harfleriyle yazılır ve okunur. Yani bu tarih boyunca dönem dönem tartışılmıştır. Latin harfleriyle yazılır mı, yazılmaz mı? Genel olarak buna çok sıcak bakılmamaktadır. Sebebi de Arapçanın kendine has seslerinin olmasıdır. Arapçanın diğer bir adı da Lugat ıt dhat’tır. Dhat dili denilir. Dhat harfi bütün dünyada sadece Arapçada olan bir ses. Bu bile başlı başına bir örnektir. Bu sebepten ötürü aslında Latin harfleriyle yazıma çok sıcak bakılmamaktadır. Ancak bahsettiğiniz olumsuz durumu toplum olarak bir şekilde aşmamız gerekiyor. Ve ara çözüm olarak bu şekilde, Latin harfleriyle yazmaya karar verdik. Latin harfleri Arapçayı kısıtlıyor mu peki? Kısıtlar. Muhakkak kısıtlar. Kitabın çevirisini yaparken de yaşadığımız en büyük tereddütlerden bir tanesi de buydu. Acaba anlam kaybı olur mu veya biz bunu nasıl aşabiliriz? Çünkü en ufak bir nokta bile Arapçada farklı bir kelime veya farklı bir anlama dönüşebiliyor. Burada bizi kurtaran şey ise günlük konuşma dilinde yazıyor olmamız. Günlük konuşma dilinin daha az kurallı oluşu bize özgürlük alanı, genişlik sağladı. Son yıllarda sosyal medyayla daha çok haşır neşir olduk. Mesaj atacağımız zaman hızlıca bir şeyler yazmamız gerekiyor. Yazarken kurallara genelde bakmıyoruz. Bu alan sayesinde biz Latin harfleriyle çok daha seri bazı şeyleri yazabiliyoruz. Arapça okuma yazma bilmeyen kişiler için bu bir kolaylık. Latin alfabesinde olmayan bazı Arapça seslerin rakamlarla veya farklı harflerle sembolize edildiğini görüyoruz. Evet, kitapta da aynı tekniği uyguladık. Örneğin Arapçada kef ve kaf harfleri vardır. Bildiğimiz k harfini biz kef olarak aldık. Kaf harfi için de k'nin altına nokta koyma suretiyle simge olarak bu şekilde kullandık. “Önemli olan Arapça okumayı ve yazmayı bilip onun üzerinden yola devam etmektir.” Latin harfleriyle Arapça yazma biraz daha evrenselleşmiş gibi. Mesela Lübnan ve Suriye'dekiler de aynı şekilde kullanıyorlar herhalde. Benzer şekillerde kullanıyorlar ama evrenselleşmiş noktasında yine de bazı harfler için farklı kabuller ve tartışmalar var. Son yıllarda internet çağıyla birlikte tüm dünyada gençler arasında yaygın bir şekilde Latin harfler kullanılıyor. Ama geleneksel olarak bu tartışmalı bir konu. Önemli olan Arapça okumayı ve yazmayı bilip onun üzerinden yola devam etmektir. Bunun bir geçici çözüm olduğu, bir ara çözüm olduğu muhakkak unutulmamalıdır. Siz Arapça okumayı yazmayı ne zamandır ve ne kadar biliyorsunuz? Ortalama diyebiliriz. Ben çocukluğumdan beri okuma biliyorum. Yazım daha zayıf idi. Okuma biliyorum ama hep aklımda Arapça seviyemi artırmak vardı. Açıkçası yaklaşık 4 sene önce kardeşimin eşi hamile kaldığında aklıma yeğenime ne miras bırakabilirim diye bir soru düştü. Bırakabileceğim en iyi mirasın maddi değil elbette manevi miras olduğunu düşündüm. En güzel manevi miras da ana dil olacaktır. Ben yeğenime Arapça öğreteceğim ama benim Arapçam ne durumda? Zaten yıllardır bu sorun hep aklımdaydı. Bir ara oturup Arapçamı daha iyi bir seviye getireceğim gibi düşüncelerim vardı. Fırsat bu fırsat dedim ve yaklaşık 4 yıldır çalışıyorum. Kendiniz mi çalıştınız, bir kursa gittiniz mi? Kendim de çalışıyorum. Online bir kursa da katıldım. İkisini birlikte götürdüm. Arapça dil bilgisi, okuma ve yazma konusunda gün gün kendimi geliştirdiğimi düşünüyorum. Kısa zamanda edebi ve teknik konularda tartışabilecek seviyeye gelmeyi umut ediyorum. Herkese de muhakkak çalışmalarını tavsiye ederim. Ne yazık ki ülkemizde Arapça hep İslam’la bağdaştırılıyor. Arapça konuşan herkes inançlı bir Müslüman olmak zorunda gibi düşünülüyor. Ama aslında Arapça çok geniş bir coğrafyanın konuştuğu dil. Yüz milyonlarca insanın konuştuğu ve içerisinde Alevisi, Sünnisi, Hristiyanı, Yahudisi birçok insanın konuştuğu ortak bir dil. Bunu sadece İslam’la bağdaştırmak aslında dile de bir kısıtlama getiriyor. Ülkemizdeki kurslarda genelde dini temelli Arapça dersleri veriliyor. İnsanlar din temelli olmayan kurs veren mekân bulmakta zorlanıyor. Siz böyle bir zorluk yaşadınız mı? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Evet, tek bir alana sıkıştığını ben de gözlemliyorum. Arapça sadece dinle ilişkilendiriliyor. Aslında şöyle düşünmek lazım; Arapça şu an Birleşmiş Milletlerin altı resmi dilinden bir tanesi. Edebiyat, sanat, felsefe, hukuk, tıp, tarih, astronomi, bilim vb. aklınıza hangi alan gelirse gelsin, Arapça bilmediğiniz vakit o alanla ilgili masanın bir ayağı eksik oluyor. Yüzyıllar boyunca Arapça dünyadaki en önemli dillerden biriydi ve halen de böyle. Arapça halen önemini korumaktadır. Dolayısıyla dili sadece tek bir alana sıkıştırmamak gerekiyor. Eğitim noktasında ise hem insanların ilgisi azaldı, hem de okuma kursları verebilecek yerler azaldı veya yok. Birbirini besleyen bir süreç diye düşünüyorum. Ve bu ilgi azlığı son yıllarda ortaya çıktı gibi görüyorum. Kurs vb. ararken burada önemli olan okumayı öğrenmektir. Kişi daha sonra dilerse ilgisini çeken alanda kendisini geliştirecektir. Çocukluğunuzda ailenizde genelde Arapça konuşuluyordu değil mi? Kesinlikle evet. “Çevremde Arapça 5-10 sene gibi yakın bir gelecekte maalesef yok olma noktasına gelecek.” Çevrenizde nasıl peki şu anda? Günlük hayatta Arapça konuşuluyor mu? Siz nasıl görüyorsunuz Arapçanın bölgedeki gidişatını? Çocukluğuma kıyasen; ailede konuşulsa da etrafta gittikçe çok daha az konuşulduğunu gözlemliyorum. Bunun birçok sebebi vardır elbette. Ancak 5-10 sene gibi yakın bir gelecekte yok olma noktasına gelecek. Bu maalesef çok üzüntü verici bir durum. Hızlı bir şekilde gerekli çözümleri hayata geçirmeliyiz diye düşünüyorum. Yakın geçmişte ve günümüzde büyüklerimiz, anne babalarımız Arapça öğretmeyelim Türkçesi bozulur gibi ne yazık ki yanlış bir mantıkla bize Arapça öğretmediler ya da öğretmek istemediler. Bizim aksanımızın bozuk olmasının sebebinin aslında doğru şekilde Arapça ve Türkçeyi öğrenmediğimizden olduğunu düşünüyorum. Bu da anadilde eğitimden geçiyor. Bir dille ilgili eğer yeterince emek harcarsanız, o dil üzerine iyi bir eğitim alırsanız o dili neredeyse ana diliniz gibi konuşabilirsiniz veya doğal konuşucuları gibi konuşabilirsiniz. İkinci bir nokta var, bir dili bilmek diğerini bozmuyor. Aslında o dilin bozuk olmasının sebebi o dille ilgili olan eğitimin ve çabanın eksik olması. Üçüncü durumda ki bu algı ülkemizde çok yaygındır: ‘’Bir dili konuşuyorsan aksansız konuşman gerek’’ fikri. Bu da dili öğrenirken bize büyük bir zorluk çıkarıyor aslında. Yani bir buçuk milyar nüfusa dayanan Hindistan'daki insanlar İngilizce konuştuğunda kişiyi biz hiç görmesek bile konuşanın aksanından Hintli olduğunu anlıyoruz. Çünkü Hint aksanı ile İngilizce konuşuyor. İspanyollar veya Fransızlar için de geçerli bu durum. Amerikan aksanı var. İngiliz aksanı var. Fransız aksanı var vb örnekler çoğaltılabilir. Dolayısıyla aksana yönelik ülkemizde yerleşen bu algıdan ötürü biraz dil eğitimimiz sekteye uğruyor diye düşünüyorum. Eğitimciler muhakkak daha derinlemesine analizler yapacaktır ama benim kişisel gözlemim bu şekilde. İnsanlar sanki aksanlı konuşunca eğitimsiz insan, kötü vatandaş olarak algılanıyor. Hâlbuki dediğiniz gibi biz doğru Arapça öğrenip aynı zamanda aksanlı bir Türkçe’yle konuşabiliriz. Bu gayet normal bir şey. Gayet insani bir konu. İnsan aksanlı konuşunca ona gülünecek, onunla dalga geçilecek bir utanç konusu haline geliyor. Gerçekten son dönemde özellikle bu konuda çok fazla sosyal medya üzerinden bölgenin toplumunu, toplumun içinden gelen insanlar bu durumu bir mizah unsuru haline getiriyorlar. Elbette bu konunun mizahı olabilir ama aksanlı konuşmak kişinin utanması gereken bir durum olduğunu göstermiyor. Evet adına mizah denilen bu utanç tablosu son birkaç yılda bu arttı. Burada ben şu noktayı eleştiriyorum. Aksanlı konuşmadan ötürü bir mizah belki yapılabilir. Yapılıyor. Bunun sayısız dizi, film örneği de var. Yine Antakya özelinde çok sayıda takipçisi olmaya başlayan ve gün geçtikçe daha fazla ilgi toplayan influencerlar, youtuberlar var. Burada benim eleştirdiğim nokta aksanlı konuşmadan ziyade yanlış konuşma.Yanlış konuşmadan kastım, cümleye Arapça başlayıp Türkçe devam ediyorlar veya tam tersi Türkçe başlayıp Arapça devam ediyorlar. Evet böyle “yarım yarım” konuşan insanlar var ve bu maalesef her iki dile de zarar veriyor. Özellikle kaybolmaya yüz tutmuş Arapçaya daha çok zarar veriyor. İnfluencerların da bunları tekrar etmesi bir pekiştirmeye sebep oluyor. Bu da bir olumsuz pekiştirme ve yanlış bir şey. Eleştirdiğim nokta bu. İnfluencerların bu konuda kendilerini sorumsuz hissetmemesi gerekiyor. Ülkemizde anadilde eğitim yok. Anadilde eğitim veren okullar olsaydı sizce hem Türkçe hem de Arapça daha doğru konuşulur muydu? Kesinlikle. Türkçe daha doğru konuşuluyor zaten. Arapça da aynı şekilde daha iyi ve doğru konuşulurdu. Bir dilde okuma ve yazma öğrenmek o dili kesinlikle geliştirecektir. Bu soruyla bağlantılı olarak ilkokul öncesinde ne yapılabilir sorusu geliyor aklıma. Aileler yabancı dili daha iyi öğreneceklerini umarak çocuklarına ilkokul çağından önce İngilizce veya başka bir yabancı dil öğretmeye çabalıyor. Buradaki temel nokta o dile verilecek olan emek ve kaliteli bir eğitim. Emek olduğu sürece ister Arapça olsun ister başka diller olsun elbette ki gayet düzgün bir şekilde konuşulabilir. Arapça özelinde ise ilkokuldan önce sadece anadilin öğretilmesi taraftarıyım. Birçok dil bilimcinin tavsiyeleri de genelde bu doğrultuda. Anne-babaların çoğu dil bilimci veya bu konuda uzman eğitimci değil. Dolayısıyla iki dili aynı anda götürmek zor oluyor. Sonuç olarak ‘Yarım Yarım’ konuşan insanlar artıyor. Bunun olumsuz örneklerini çok yaygın şekilde görmekteyiz. “Bir dünya klasiğinin kendi lehçemizde olması ilgiyle karşılandı.” Gelelim kitaba. Nasıl oldu bu süreç? Küçük Prens’i çevirme hikayeniz nasıl başladı? Son birkaç yıldır Arapça üzerine çalışıyorum. Bu süreçte kitap okuma, bazı edebi eserleri bulma ihtiyacı hissettim. Özellikle bizim lehçemizde sınırlı ürün olduğunu fark ettim. Daha sonra tesadüfen sosyal medyada “Anadolu Dillerinde Küçük Prens” isimli bir projeyle karşılaştım. Ermenice, Lazca, Hemşince gibi kaybolmaya yüz tutmuş dillere çevrisi yapılmış olan Küçük Prens’in Arapçasının olmadığını gördüm. İlgili proje kapsamında talepte bulundum. Süreç o şekilde başladı. Onlar size dönüş yaptılar değil mi? Evet, kendileri dönüş yaptılar. Arapçası yok ama yapılabilir dediler. Bu konuda katkı sağlayabilirim; bizim lehçemizden, Antakya’mızdan bir şey olsun düşüncesiyle destek olabileceğimi söyledim. Ben tercüman değilim, yazar veya dil bilimci değilim. Bu alanda çalışmıyorum dolayısıyla biraz tesadüfen oldu. Bu şekilde çalışmaya başladım. Onlar da sağ olsun bana yardımcı oldular ve karşılıklı bu süreci yürüttük. Bu arada bu projenin hazırlanmasında Sivil Düşün ’ünün destekleriyle projenin oluşturucusu Özlem Durmaz’a ve tercümede emeği geçen Salih Kocaoğlu’na teşekkür etmek isterim. Çeviriyi hazırlarken yardım aldınız mı? Anlamını bilmediğiniz kelimeler olduğunda nasıl çözdünüz bu konuyu? Kitabın hazırlığının bir kısmında arkadaşım Salih Kocaoğlu ile çalıştık. Kitabın yaklaşık yüzde altmış kadarını birlikte hazırladık. Arkadaşım denizci, uluslararası sularda gemi kaptanı. İşinden ötürü şehirden ayrılmak zorunda kaldı. Sonrasında ise baştan sona kitabın tekrarı ve nihai hali benim elimden geçti. Bu noktada biz kitabı sade ve günlük konuştuğumuz dilde yazmayı hedefledik. İşin açığı çok zorlanmadık. İstediğimiz anlamı rahatlıkla bulduk. Hatta bu vesileyle lehçemizin zenginliğine bir kez daha hayran kaldık diyebilirim. Sadece bazı kelimeleri, teknik terimleri sözlük yardımıyla çevirip kitaba koyduk. Yine ara ara etraftan, aile büyüklerinden bazı kelimelerin daha sade ve doğru halini bulabilme adına destek aldık. Elimizdeki çeviriyi orta halli Arapça bilen birisi biraz çabayla okuyabilir diye düşünüyorum. Biz bunu çok kıymetli buluyoruz. En azından bölgemizde kullanımı yavaş yavaş azalan anadilimiz ile ilgili böyle bir çalışma yapılması belki ufak da olsa bu sürece bir katkıda bulunur. Belki de insanlarda ufak da olsa bir heyecan yaratır ve belki de önümüzdeki süreçte başka projeler için bir adım olur. Sizin de elinize sağlık, çaba harcamışsınız, bayağı uğraşmışsınız ve Küçük Prens’i en azından Türkiye'de ki Arapça okuma yazma bilmeyen ama konuşabilen insanların faydalanabileceği bir eser haline getirmişsiniz. Evet beklenilenden fazla bir heyecan yarattı diyebilirim. Bir dünya klasiğinin kendi lehçemizde olması ilgiyle karşılandı. Kendi lehçemizde çok daha fazla yayın yapılmasını temenni ederim. Bu konuda çok ilgili ve tecrübeli kişiler var. Gençler arasında maalesef Arapçanın imajı çok kötü. Yani Arapçaya kötü gözle bakan, aşağı seviye gören, umursamayan, bozuk olduğunu iddia edenler, hakaret edenler bile var. Aslında bu kitabi bizim lehçemize tercüme etmiş olmamız bu tür düşüncelere belki de cevap niteliği taşıyor olabilir. Lehçemiz ile kültürel çıktılar arttıkça bu olumsuz düşüncelerin azalacağını umuyorum. Bu konuda çok haklısınız. Özellikle Arapçayı küçük görme, Arapça konuşanı küçük görme veya lehçeli, şiveli konuşanı küçük görme yaklaşımı ne yazık ki bölgemizde birçok insanın Arapça öğrenmesinin önüne geçiyor. Aksanlı konuşmanın aslında bir sorun olmaması gerekiyor. Az önce sorduğunuz soruda da açıklamıştım. Özellikle çocukların küçük yaşta alacağı eğitim çok önemli. Çünkü dil öyle bir şey ki çocukken öğrettiğinizde çok daha kalıcı ve çok daha doğru oluyor. Belli bir yaştan sonra bunu öğrenmek çok daha zor oluyor. Ayrıca bu olumsuz düşüncelerin önüne geçmenin yolu dilin önemini hatırlatmaktan geçiyor. Bu noktada aile büyüklerine, entelektüellere ve toplum önderlerine büyük görev düşüyor. “Arapça bilmeyen kayıp bir nesil” Hepimizin ailesi, annesi, babası Arapça biliyor ama çocuklarına belki öğretmekten imtina ediyorlar veya ettiler. Sonuçta doğru Arapça konuşmayan bir nesil yetişiyor. Hâlbuki bölgemizin Arapçası kendine özgü. Mesela bizim kullandığımız Arapça lehçesinde olan bazı kavramlar Lübnan, Suriye’de yok. Yani lügat açısından, dil bilimi açısından Arapça ama orada yok. Orada olan bazı kavramlar burada yok. Yani buranın kendine özgü olan dili aslında yok oluyor. Bu aynı zamanda bir kültürel mirasında yok olması demek oluyor. Maalesef öyle. Arapça bilmeyen kayıp bir nesil. Arapça’nın şehirden şehire, bölgeden bölgeye, mahalleden mahalleye hatta bir sokaktan diğerine değişen bir yapısı var. Bu dışarıdan bakılınca biraz garip gözükse bile ben bunu zenginlik olarak görüyorum. Birçok dil bilimciden duyduğum ve okuduğum kadarıyla da bu bir zenginlik. Her coğrafyanın kendine özgü bir dil yapısı var. Antakya ve civarının da kendine özgü bir dil yapısı var. Buna sahip çıkılması gerektiğini ve aktarılması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için daha fazla kaydedilmiş yazılı ve sesli materyale ihtiyaç var. Maalesef yakın gelecekte Arapça bu bölgede kaybolmaya yüz tutmuş. Ama en azından geleceğe bir umut ışığı taşıyabilmek hepimizin görevi diye düşünüyorum. Bölgemizde yoğun bir Suriyeli nüfusu var. İyi kötü, doğru yanlış, bu tartışmayı bir tarafa bırakırsak bölgemizde Arapçanın belki daha uzun zaman kullanılma şansını yarattı diyebilirim. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Suriyelilerin bu bölgede yoğun olması Arapçanın ömrünü burada biraz daha uzatacaktır. Ancak şunu belirtmem gerekiyor: Antakya bölgesinde konuşulan Arapça kendine has bir lehçe. Şehrimize gelen Suriyelilerin konuştuğu lehçe ise ağırlıklı olarak Halep lehçesi diyebilirim. Birbirine çok yakın ama bazı farklılıklar var. Arapçayla ilgili olumsuz görüşe sahip olan bazı kişilerin şöyle bir düşüncesi olduğunu gördüm: “Suriyelilerle bile anlaşamıyoruz.” . İşte bakın bizim Arapçamız kötü, bizim Arapçamız eksik gibi yorumlar var. Gelen Suriyelilerin konuştuğu Arapça ağırlıklı olarak Halep lehçesi. Bizim lehçemiz farklı. Dolayısıyla farklılıklar olacaktır. Bu bizim lehçemizin eksik olduğunu göstermez. Bizim konuştuğumuz lehçe daha çok kıyı şeridi lehçesi diyelim. Gerçi onların arasında da farklılıklar var. Resmi Arapça dediğimiz Fusha, Fasihadır. Klasik Arapça, Edebi Arapça, Kur'an Arapçası gibi adlandırmaları da var. Klasik Arapçaya, modern kelimelerin eklendiği işte örneğin bisiklet, uçak. Bunlar 200-300 yıl, 500 yıl önce yoktu. Modern kelimelerin eklendiği dile Modern Standart Arapça deniliyor. Resmi yazışmalarda-görüşmelerde, televizyon ve basın yayın organlarında kullanılan Arapça da bu. Arapça’nın belli başlı lehçeleri ve alt kolları var. Örneğin Mağrib lehçesi, Irak, Suud lehçeleri, Körfez lehçesi, Suriye lehçesi gibi. Suriye lehçesinin de alt kolları var. Bunlardan bir tanesi Halep lehçesi, Dimeşk-Şam lehçesi, Lübnan, Ürdün, Filistin lehçeleri gibi. Haritada Doğu Akdeniz'i düşündüğünüz vakit Ürdün, Filistin, Lübnan biraz daha kuzeyi düşündüğümüz zaman bu bölgede konuşulan lehçe %95-98 oranında birbirine benzerdir. Kabaca Levanten lehçesi olarak da adlandırılır. Dolayısıyla Doğu Akdeniz'de konuşulan bu lehçenin bir parçası olarak biz de Arapça’nın bu lehçesini konuşuyoruz. Türkiye içerisinde Arapça konuşulan çok bölge var. Mardin bölgesi, Urfa bölgesi, Antakya bölgesi gibi. Bir Mardinlinin Arapça konuşması ile bizim Arapça konuşmamız arasında ciddi farklılıklar var. Anlaşmakta zorlanabiliyoruz. Keza Urfalılar da öyle. Coğrafyayı düşününce çok geniş bir alanda bu farklılığın olması gayet normal. Aynı zamanda kültür ve yaşam tarzı da farklı. Mesela Mısır bambaşka bir dünya. Irak bambaşka bir dünya. Böyle bir gerçeklikte var . Bu tür farklılıkları ben Arapçanın zenginliği olarak görüyorum. Lehçe farklılıkları. Her bölgenin farklı bir lehçesi var. Yüzyıllar içinde etkilendikleri diller kültürler farklı oluyor. Bunun dışında farklı bir durum da var. Belki konumuzla ilgili değil ama. Mesela Suriye'yi düşünelim veya Lübnan veya herhangi bir Arap ülkesi. Tabii orada sistematik bir eğitim olunca ne oluyor? Sistemli eğitim dile bir standart getiriyor. Yani eğitim ona bir standart getiriyor. Zamanla içerisindeki kendi lehçeleri de ya yok oluyor ya da çok silikleşiyor. Bunu yine Türkiye'de Türkçenin bazı şive-ağızları içinde söyleyen uzmanlar var. Bazı yerel şivelerin zamanla kaybolacağını öngörüyorlar. Yani Türkçe için de, diğer ülkelerde Arapça için de bu geçerli gibi görünüyor. O standardizasyon aslında oradaki zenginliği bir nebze de olsa yok ediyor. Tabii. Bu, modern zamanın bir tartışma alanı. Peki Küçük Prensin Arapça çevirisi kaç adet basıldı? Şu an 500 adet basım gerçekleştirildi. Bunların çoğu ilgili derneklere, platformlara, sivil toplum kuruluşlarına dağıtıldı. Bireysel olarak yine okumak isteyenlere verildi. Bizi takip eden okurlarımız edinmek isterlerse nasıl bir yol izlemeleri lazım? Edinebilirler mi? Yeniden basımı düşünülüyor. Basıldığı takdirde yeniden bir dağıtım yapılabilir. Çok güzel. Peki kitaba dijital ortamında ulaşılabilir mi? Evet bunu bir sesli video olarak da hazırladık ve hem uygulama olarak hem de Youtube ve Spotify’da sesli hali yayına girdi. En azından kaydımızı dinleyebilirler. Hem dinleyip hem de ekrandan takip edebilirler. Okur-dinleyici o kelimenin nasıl telaffuz edildiğini de görebilecek. Kıyaslama karşılaştırma yapabilecek. Bir kelimenin burada kendi mahallesinde ve kendi köyünde farklı bir kullanımını da orada keşfedecek. Kaydı dinlemek için buraya tıklayabilirsiniz. Tekrar emeğiniz için çok teşekkürler. Gerçekten güzel bir çalışma olmuş. Umarız ki Arapça okuma yazma bilmeyenler için Latin harfleriyle bu tür çalışmalar artar. Ayrıca bölgemizde anadilimizin kullanımını belki bir nebzede olsa artırmanın yolunu açar diye umut ediyoruz.
- Suriye’nin Gözü, Kulağı: Antakya’nın Liwan Otel’i
Antakya’nın büyüleyici dokusunun arasında parlayan, Antakya’nın en önemli yapılarından biriydi Liwan Otel, şehrin zengin tarihine ve kültürel dokusuna ışık tutan önemli bir simgeydi. Liwan’ın duvarları tarihin ve yakın geçmişin sırlarına tanıklık etti. Geçen yıl yaşadığımız felaketten Liwan da kurtulamadı, ağır hasar aldı. Liwan, eski bir yapıdan ibaret değildi, aynı zamanda yaşayan bir kronikti. Antakya’nın ve Suriye’nin sessiz gözlemcisiydi. Bu yazıda bu yapının tarihine yolculuk yaparken, unutulmuş ve unutulmayan tarihin izini sürmeye davet ediyorum. Liwan Otel, 2021, Fotoğraf: Bora Selim Gül Liwan, 1920’lerin başında Şekip Nakip tarafından Suriye’nin ilk Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda binanın ilk sakini Antakyalı Suphi Bereket (Soubhi al-Barakat) ve ailesi için inşa ediliyor. Fransız kontrolündeki Suriye yıllar boyunca bu binadan yönetiliyor. Suphi Bey, Halep ve Şam’ın aynı devlet altında buluşmasında önemli rol oynayan bir isim. 1925'te Suriye devlet başkanlığından ayrılarak Fransızların Alevi ve Dürzi devletlerinin kaderiyle ilgili tutumunu protesto ediyor; çünkü Fransa, bu devletleri Suriye'ye eklemenin, yeni oluşturulan Lübnan'ın bağımsızlığını tehlikeye atabileceğinden endişe ediyor. 2008 yılında ise Liwan otel olarak hizmete açılıyor. Liwan’ın yakın tarihteki yeri çok önemli. Suriye Savaşı’nda ses getiren, bilinen isimler bu otelde kaldı. New York Times, makalelerinde birçok kez Liwan Otel’e yer vermişti çünkü Suriye hakkında yazılan birçok makale, haber bu otelin avlusunda yazılıyordu. Bir makalede Liwan’a “Hayaletler Oteli: Bu duvarların dili olsa da konuşsa” diye bir başlıkla yer veriliyor. Bu otelde genel olarak ses getiren gazeteciler, Suriyeli aktivistler kalıyordu. Hatta lafı hiç dolandırmaya gerek yok, yabancı ajanlar da kalmıştır desek yeridir, sınır şehri Antakya’dan bahsediyoruz… Yabancı turist gibi gelen ama bir ülkenin istihbaratından olduğu bariz olan kişiler de burada kalıyordu. Antakya’da bu duruma alışmıştık artık. Liwan’ın tarihinde, kalbinde yer edinecek bir kişi varsa, o Amerikalı savaş muhabiri James Foley’di. Foley, Antakya’ya her gelişinde Liwan’da kalır, otelin terasında Antakya’yı izlerken viski içer ve Suriye’ye gitmediği zamanlarda işini oradan yaparmış. 2012’de Foley ve otelin bir başka misafiri, aynı zamanda Foley’in iş arkadaşı gazeteci John Cantlie, Suriye’den Antakya’ya dönerken, sınıra ulaşamadan IŞİD tarafından kaçırıldılar. 2014’te Foley kafası kesilerek öldürüldü, katledilişi IŞİD tarafından videoya alındı ve bu video tüm dünyayı sarsmıştı. Daha sonra, Rakka ve Halep IŞİD işgali altındayken “Musul’da ve Rakka’da Yaşam” konulu propaganda videolarında John Cantlie kullanıldı. Cantlie’dan bir daha hiç haber alınamadı, ona ne olduğuna dair kimsenin bir fikri yok. Bu iki gazeteci dünyaya damgalarını vurmuştu. Antakya’da ara ara dolaşmaya çıkar, restoranlara giderlerdi, onlar da Antakya’nın bir parçası olmuşlardı artık. New York Times’ın deyişiyle “Hayaletler Oteli”nin iki misafiriydiler. Başka bir gazeteci, arkadaşı Foley’i anarken Buzzfeed’e yazdığı yazıda şu sözleri kullanmış: “James Foley’i her zaman Antakya’da hatırlayacağım. Video kamerasında bazı sorunlar vardı ve bana bir mesaj göndererek ona bir göz atmamı istedi. Liwan Otel lobisinde buluştuk. "Kardeş," dedi, "sadece viskiyle ödeme yapabilirim." Ekipmanı küçük bir Türk kahve masasına yayılmıştı.” Ölümünden sonra, Liwan Otel, misafir Foley'i hiç unutmadı. Depreme kadar otelin barında her zaman oturduğu köşede, fotoğrafıyla birlikte andı. Liwan Otel’in Barı, Foley’nin her zaman oturduğu köşede onu anan fotoğraf (2014-2023) New York Times’tan bir muhabir Anthony Shadid, Liwan’ın başka bir misafiriydi. O da Liwan’da kalırdı. Savaşın ilk yıllarında savaş muhabirlerinin Antakya’dan Suriye’ye geçerken araba ile geçmesine izin verilmiyordu. Savaş muhabirleri sınırı yürüyerek geçiyordu. Birlikte seyahat ettiği iş arkadaşına göre, Shadid’e 2012’deki sınır geçişi için at verilmiş, kendisi ata binemeyip yürümeye karar vermişti. Bu yolculuk sırasında fenalaşıp hayatını kaybetti. Antakya’da yazılmış çoğu Suriye haberi Liwan’da yazıldı. Savaşın ilk yıllarında çoğu Suriye haberinin, makalenin Antakya’da yazıldığını hesaba katarsak, Liwan’ın avlusu Suriye’nin habercisi olmuştu. New York Times’taki bir makaleye göre Liwan Otel “bir zamanlar Suriye’nin umutlarını ve korkularını taşıyordu.” Bu otelde kalan tüm gazetecilerin, aktivistlerin görüşü aynı değildi. Yazılan bazı haberler doğruydu, bazıları yalandı. Tek ortak yanları aynı avluda yazılmış olmalarıydı. Belki de savaşın asıl merkezi Liwan’dı… Tarihte, yakın tarihte ve günümüzde Liwan, yıkılmış da olsa bence Antakya’nın en önemli binası. Bazı oteller, ait oldukları şehirlerin kimliklerini, hikayelerini taşıyorlar ve aynı kaderleri paylaşıyorlar. Liwan'ın enkazını ilk gördüğümde, içimde umutsuzluk hissi yoğunlaşmıştı. Ancak, Mart 2024'te Beyrut'a yaptığım seyahat, düşüncelerimi kökten değiştirdi. Gemmayze'nin alt sokağında, Ermenistan Caddesi'nde gördüğüm bir restorasyon projesi, Liwan için yeniden umutlanmama neden oldu. Liman'ın hemen karşısındaki patlamadan etkilenen bölgede, tarihi bir Beyrut binası gördüm. Mimarisi Liwan'ınkinden farklıydı, ama enkazı Liwan'ınkiyle benzerdi. Bu bina, geçmişteki ziyaretlerimde hala onarılmaya devam ediyordu. Ancak, 2024'teki ziyaretimde, tamamen restore edilmiş halini gördüm. Binanın önüne, enkazı gösteren bir afiş asılmıştı. Restore edilen bina bu afişin arkasında parlıyordu resmen. Geri dönmüştü. Bunu gördüğümde Liwan'ın enkazının altında hala umut filizlendiğini hissettim. Yıkımın ardından yeniden doğuşun ve insanın azmi ve dayanıklılığının gücünü gözler önüne seriyordu. Gördüğüm bu manzara, insanın zorluklar karşısında nasıl ayakta kalabileceğini ve eski güzellikleri yeniden inşa etme gücünü gösterdi. Bu deneyim, Liwan'ın yıkılmış duvarlarının ardında yatan öykülerin ve hatıraların asla yok olmadığını hatırlattı. Geleceğe dair umutlarımı yeniden yeşerten bir an oldu. Liwan'ın enkazının altında bile umut filizlenebileceğini bilmek inancımı yeniden canlandırıyor. Liwan Otel’in enkaz ı Yazıda bahsedilen Beyrut binası ve enkaz afişi
- “Feminist Dayanışma Afet Zamanlarında Bambaşka Bir Önem Kazanıyor”
Uzun yıllar Mersin Üniversitesi’nde İşletme Bölümü Muhasebe-Finansman Ana Bilim Dalı’nda profesör olarak çalışan fakat 2017 yılında KHK ile üniversiteden ihraç edilen Ayşe Gül Yılgör’le Rimmen Kadın Kooperatifi özelinde kadın emeğini ve afet döneminden sonra kadın dayanışmasının önemi hakkında konuştuk. Yılgör, akademisyen arkadaşları ile Kültürhane isimli kütüphane-kültür sanat ortamı ve kafeyi hep birlikte kurduktan sonra Mersin’de SOLİNOVA Kadın Kooperatifi’nin Kurucu Başkanı olarak 4 yıl faaliyet göstermiş. 2023 yılındaki depremlerden sonra kurulan RİMMEN Kadın Kooperatifi’nin ise kuruluşundan beri içinde yer alıyor ve halen Rimmen Kadın Kooperatifi’nin ortaklarından birisi. Umuyorum ki bu röportaj, dünyanın her yerindeki kadınların -özellikle de afet dönemlerindeki- feminist dayanışmasına içeriden bir bakış sağlayarak Rimmen Kadınları’nın tecrübe ve ihtiyaçlarına ses olmayı başarır. Röportaj: Elifsena Biroğlu Rimmen Kadın Kooperatifi’nin kuruluş hikayesinden bahsedebilir misiniz? Rimmen Kadın Kooperatifi, Hatay Depremi sonrasında inanılmaz çalışmalar yapan Deprem Dayanışma Derneği’nin faaliyetlerinden doğdu. Deprem Dayanışma Derneği yardımların dağıtılması, kadın ve çocuk etkinlikleri, söyleşiler, hukuki ve tıbbi destek vb. çalışmaları yürütmüşler aylarca. Bu dönemde çokça kadınla iletişim kurmuşlar. Bu kadınlar gelir elde etmek, istihdam olanağı bulmak, ev üretimlerini gelir sağlayıcı faaliyetlere dönüştürmek ve Hatay’ın yeniden inşasına katkıda bulunabilmek arzularını dile getirmişler. Bu noktada çok sayıda kadın tartışmalar yürüttük ve en iyi örgütlenme modelinin kadın kooperatifi olacağına karar verdik. Böylece Rimmen Kadın Kooperatifi doğdu. Nar gibi bereketli olsun, nar taneleri gibi ayrı ayrı da güzel ama bir araya gelince güzelliği artsın, Hatay’ın mozaikleri gibi tüm farklılıkları kendi içinde kaynaşsın, birbirine güç katsın dileklerimizle kooperatifimizi kurduk. Çok anlamlı bir kuruluş amacı ve hikayesinden bahsettiniz. Peki kooperatifin bünyesinde hangi kadınlar hangi bölgelerde yer alıyor? Rimmen Kadın Kooperatifi; Samandağ, Defne ve Serinyol’da örgütleniyor. Çoğunlukla bu bölgelerde yaşayan ya da deprem sonrasında buradaki yakınlarının yanına gelen, çadır kentlerde veya konteynerlerle oluşturulmuş yaşam alanlarında kalan kadınlarla ilişkileniyoruz. Çok değişik yaş gruplarından, kimisi ev kadını, kimisi eğitim görmüş ama çalışma olanağı bulamamış kadınlar… Çoğunlukla evliler ve bakmakla sorumlu oldukları çocukları var. Ama her birinin tek bir ortak yanı var; hepsi çok becerikli, çok çalışkan ve üretme hevesi ile dopdolu. Fotoğraflar: Hilal Bakı Rimmen Kadın Kooperatifi olarak neler üretiyorsunuz? Sizde hangi ürünleri bulabiliriz? Kooperatifi kurarken “kendiliğindenci olmasın, biraz da olsa planlama yaparak, hedeflerimizi, örgütlenme modelimizi ve faaliyet alanlarımızı belirleyerek başlayalım” dedik. Faaliyet alanlarımızı geleneksel Hatay gıda ürünleri ve bunlardan türetilen farklı gıdalar, geleneksel Hatay Sabunu ve geliştirilmiş yeni ürünler, dikiş-nakış, halı dokumacılığı olarak belirledik. Mor Tır’ımızla perakende gıda satışı ve küçük bir kafe işletmeciliği olarak belirledik. Peki şimdilerde süreklileştirebildiğiniz üretimleriniz neler? Maalesef sadece dikiş-nakış alanında sipariş alabiliyoruz ve bu siparişleri zamanında teslim edebiliyoruz. Bu faaliyetlerden 40-45 arası kadın arkadaşımız az veya çok bir gelir elde ediyorlar, dikiş nakış bilgilerini geliştiriyorlar, kolektif karar verme pratikleri yapıyorlar. Diğer alanlarda henüz sürekli faaliyete geçemedik, sabun için özel makine yaptırdık, alt yapı vb. ve eğitimleri tamamlıyoruz, sonbaharda üretime başlayacağız. Üretim konusunda karşılaştığınız aksilikler/zorluklar oluyor mu? Bazı zorluklarla karşılaşıyoruz. Örneğin; mutfak atölyemiz için destek sağladığımız STK, 10 aydır satın alma yapamadı, Mor Tır için sadece bir yer göstermesini istediğimiz yerel yönetimler henüz olumlu bir cevap vermedi. Halı dokumacılığı için Halk Eğitim ile eğitim protokolü imzalanamadı. Bu yüzden şimdilik sadece dikiş-nakış atölyemiz düzenli çalışıyor; zaman zaman da partiler halinde belirli gıda ürünleri üretimi yapıyoruz. Kooperatif amaçlarınıza ve yaptıklarınıza bakınca Hatay’ın kültürel belleğinin de bir taşıyıcısı olduğunuz anlaşılıyor… Evet, Hatay’ın kültürel belleğinin bir taşıyıcısı olmayı hedefliyoruz. Kültürlerin uyumlu bileşimini yansıtan gıda ürünlerinin, yemeklerin unutulmamasını, bu ürünler/malzemeler kullanılarak günümüzde tercih edilen beslenme trendlerine hitap eden ürünlere dönüştürülmesini istiyoruz. Kadim kültürün çok kıymetli bir bileşeni olan defne ve zeytinyağı sabunlarımızı standartlaştırılmış ve çok sayıda üretilebilir bir hale getirmeyi, geleneksel sabunu, bölgeyi yansıtacak şekilde narenciye, kekik vb. güzel kokulu bitkilerle çeşitlendirmeyi hayal ediyoruz. Sabun üretimini uluslararası standartlara uygun hale getirmeyi hedefliyoruz. Çünkü sabun üretim atölyemizi Ticaret Bakanlığı desteğinin yanı sıra İtalyan Kooperatifler Birliği’nin de desteğiyle kuruyoruz. Rimmen’in sabunlarının İtalya’da tüketim kooperatiflerinin raflarında görebilirsek Hatay insanı ile İtalyan dostlarımız arasında, insani ve kültürel çok kuvvetli bir köprü oluşturabiliriz. Aynı zamanda Hatay, bitkisel örücülüğün birbirinden güzel örneklerini sunuyor, her biri el emeği, göz nuru ile yapılan bu ürünler de unutulmasın, yaratıcı ürün geliştirme çalışmaları yapılsın ve yurt içinde ve yurt dışında tüketicilere ulaşsın istiyoruz. Hatay öyle bitip tükenmez bir kültürel yapıya sahip ki, bizi “onu da yapalım, bunu da yapalım” şeklinde heveslendiriyor. Biliyoruz; küçük ölçekli, sınırlı bütçeli kadın kooperatifçilik bu kadar çok alana dağılmayı kaldıramaz. Akıl bunu söylüyor ama gönül de bambaşka şeyler istiyor. Tüm bu anlattıklarınızı değerlendirdiğimde, Rimmen’in kuvvetli bir feminist dayanışma alanı da olduğunu gözlemliyorum. Sizce afet sonrası dönemde feminist dayanışmanın önemi nedir? Feminist dayanışma her zaman çok önemli ama afet zamanlarında bambaşka bir önem kazanıyor. Bazen o çok büyük-çok yaygın felaketin içinde kadın olarak yaşanan özel zorluklar gözden kaçabiliyor. İşte o zaman feminist bakış ve feminist dayanışma devreye giriyor. Hatay depremi sırasında da feminist örgütler ve feminist bireyler ilk günlerin yaralarının sarılmasından bugüne kadar çok önemli katkılar sundular. Hijyen malzemeleri, ped vb. fiziksel ihtiyaçların karşılanmasına destek oldular, kadınlara özgü güvenlik sorunlarına -yardım dağıtım noktalarına ulaşırken veya çadır veya konteyner kentlerde gece tuvalete kalkarken karşılaşılabilen taciz tehlikesi- dikkat çektiler, kadın sağlığı ve deprem sonrası hukuki haklar konularında bilgilendirici çalışmalar yaptılar. Tüm bunlar o zor günlerde gücümüzü artırdı. Destekleri eğitimlerle, ortak çalışmalarla, sosyal faaliyetlerle azalmaksızın sürüyor. Kooperatif olarak bize de “Mor Tır” dediğimiz şahane bir seyyar mutfak hibe ettiler ama yukarıda da belirttiğim gibi, bunu çalışır hale getirecek tüm kaynaklara sahibiz ama Mor Tır’ımızın yerleştirilebileceği bir yerimiz yok. Belki bu röportaj vesilesi ile Defne Belediye Başkanı’mız konudan haberdar olur ve bize destek verir. Mor Tır, Fotoğraf: Cansel Aslan Rimmen Kadın Kooperatifi bünyesinde yer alan kadınların afet sonrasındaki durumları hakkındaki gözlemleriniz nelerdi? Kadınlar bu kolektif emekte neler hissediyor? Rimmen Kadın Kooperatifi içinde kadınlar ürünlerini satarak veya kolektif üretim sürecine katılarak gelir elde ediyorlar. Sosyalleşme ortamı buluyorlar, sohbet ediyorlar, dertleşiyorlar. Dikiş, nakış, halı dokuma vb. meslek olabilecek bilgi ve eğitimler alabiliyorlar. İçinde yer aldıkları üretim alanına ilişkin karar alma süreçlerine katılıyorlar, kolektif davranma ve karar alma becerileri ve pratikleri gelişiyor. Konuştuğumuz kooperatif ortakları ve henüz ortak olmamakla birlikte kooperatif faaliyetlerine katılan kadınlar bunu o kadar açık ifade ediyorlar ki… Çocuğunun okul ihtiyaçlarını aldığını, bir başka şehirde okuyan çocuğuna harçlık gönderdiğini söyleyen kadınlar var. Üretim atölyesine gelmek için sabahı sabırsızlıkla beklediğini söyleyenler de… Daha önce hiçbir yerde çalışmasına izin vermeyen kocasının sabah kooperatife gitmesi için kendisini uyandırdığını; “işe yarama duygusu”nun depremin yıkıcı etkisini azalttığını, kendisini daha öz güvenli hissettiğini söyleyenler de… Bundan sonraki süreçte “Rimmen Kadınları” neler yapacak, neler üretecekler? Atölyelerimizi işler hale getirmemizle birlikte mevsimine uygun malzemelerle paketlenebilir, raf örü uzun ürünler üretecekler: zeytin, zeytinyağı, turunç reçeli, ceviz reçeli, salça, zahter vb. gibi… Gıda ürünleri geliştirme eğitimleri, uzmanlarla ortak çalışmalar sonucu yeni ürünler geliştirecekler; mis kokulu, güzel görünümlü sabunlar yapacaklar. Halılar-kilimler dokuyacaklar. Buğday sapı gibi doğal hammaddelerle sepetler, dekoratif ürünler geliştirecekler. Bunları Türkiye’nin dört bir yanına ulaştırabilmek için pazarlama, adil fiyatlar belirleyebilmek için maliyet hesaplama-fiyatlama eğitimleri alacaklar ve bu işleri belirli bir zaman sonra kendileri yapabilecekler. Birbirinin fikrine ve emeğine saygı göstererek, iletişimin şiddetsiz ve şeffaf biçimini kullanarak, ben dilini biz diline dönüştürerek, çalışmayı ve üretmeyi keyifli bir uğraşa dönüştürerek kadın kooperatifçiliğinin güzel bir örneğini sunacaklar. Tüm paylaşımlarınız için ve kadınlara böyle bir alan açtığınız için çok teşekkürler. Kendimizi ifade fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederiz. Fotoğraf: Cansel Aslan Öne çıkan görsel: Cansel Aslan
- “Antakya’nın Geleceği Yeşil Sanayi, Tarım ve Ekoturizme Bağlı”
Dün başladığımız Yelda Güzel’le röportajımızın ilk kısmında Antakya’nın Doğu-Batı arasında nasıl bir köprü olduğunu, Yelda Güzel’in ailesinden miras aldığı doğa ile kurduğu ilişkiyi, Mitolojiden günümüze doğanın bilinçaltına etkisini ve bu aktarımı sağlayan ailenin önemini ve Antakyalıların kültürel kimliğinin de bir parçası olan Doğu Akdeniz’e özgü hikaye anlatıcılığını konuşmuştuk. Dün başladığımız sohbetimize kaldığımız yerden bugün devam ediyoruz. Röportaj: Burcu Meltem Arık Hikâye anlatıcılığı, yalnızca aile bağlarını güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda kültürel mirasın nesilden nesile aktarılmasını da sağlar. Bu gelenek bence Antakya’da eğitim sistemine de yansımış. En azından benim çocukluğum ve gençliğimde bunu gördüm. Antakya’daki eğitim çocukların kültürleriyle iç içe. Bu, büyük ölçüde Antakyalı öğretmenlerin katkılarıyla mümkün oluyor. Öğretmenler, öğrencilerin kültürel miraslarını korumalarına ve bu mirası eğitimin bir parçası haline getirmelerine yardımcı oluyorlar. Bu çok kıymetli. Şimdi Antakyalı bitkilere geçelim isterseniz. Bitkilerle olan ilişkiniz ve bu alanda yaptığınız keşifler çok önemli. Antakya’ya özgü birçok bitki keşfettiniz. Kızınızın adını verdiğiniz bir bitki var, barışın adını verdiğiniz bir bitki var ve keşif süreciniz hâlâ devam ediyor. Antakya ve Hatay’a özgü, adını bu coğrafyadan alan bitkileri paylaşır mısınız? Anadolu’daki flora çalışmaları, yani hangi bitkilerin buralarda bulunduğuna dair çalışmalar, 19. yüzyılda İsviçreli bir botanikçi olan Pierre Edmond Boissier ile başladı. Avrupalı botanikçiler bu alanda önemli çalışmalar yaptılar. Pierre Edmond Boissier Fotoğraf: Wikimedia Benim için batı ve doğu ayrı ayrı değerlidir. Çoğu kişide, birini diğerine üstün bulma çabası vardır, “Işık doğudan yükselir” ya da “batıda parlar” gibi. Ancak ben her iki bölgenin de, insanlık için çok değerli olduğuna inanıyorum. Her birinin dünya ve insanlığa farklı farklı katkıları olmuştur. Batı’da metodolojik bilim erken başladı ve biz ancak 20. yüzyılda bu bilincin farkına vardık. Batı'da metodolojik bilimsel çalışmaların erken başlaması önemli bir gelişmedir. Bunun artıları ve eksileri var. Coğrafi keşifler ve sömürgecilik gibi unsurların ardında farklı niyetler olabilir. Ancak devletlerin bilimsel çalışmaları desteklemesini ve bunun ardındaki niyetin ne olduğundan bağımsız olarak, bireylerin merak duygusunu gerçekten takdir ediyorum. 17. ve 18. yüzyılda bitkileri adlandırmak ve sınıflandırmak isteyen bir merak doğmuş. Bu merak, insanlığın bilgi birikimini zenginleştiren önemli bir faktör. Evet, batıda bilimle uğraşan ilk insanların varlıklı ve kaygısız olmaları, onlara meraklarını takip etme imkânı sağladı. Ancak, bu insanlar sadece varlıklı oldukları için değil, merak duyguları sayesinde büyük keşifler yaptılar. O dönemin bilim insanları, merak etmek yerine ziyafet sofralarında keyif çatabilirlerdi. Aristokrasinin kaymağını yiyebilirlerdi. Ancak öyle yapmayan, bütün olanaklarını merak duygusunu gidermek için harcayan insanlar vardı. Bu insanlar gerçekten çok saygıdeğer. Hiçbir derdi yokken, “Ben kuzey kutbunu merak ediyorum, gidip bakacağım” diyerek kuzey kutbuna giden insanlar vardı. Lüks içinde oturmak yerine, “Ben Patagonya'ya gideceğim, orada hangi bitkiler var bakacağım” diyen insanlar vardı. Bu insanlar, merak duygularını takip ederek, bilimsel keşiflere imza atmışlardır. Bu, gerçekten büyük bir saygıyı hak eder. Varlıklı olmaları onlara bu imkanı sağlamış olsa da, merak duygularını takip etmeleri onları özel kılar. Bu insanların, bilime olan katkıları ve merak duyguları, bugün bildiğimiz birçok şeyin temelini oluşturur. Boissier’in genç yaşta kaybettiği eşi Lucile Butini’nin adını verdiği Bozdağ sümbülü (Scilla luciliae) Fotoğraf: Wikimedia Bizdeki botanik çalışmaları, dediğim gibi, 19. yüzyılda başlamıştır ve bu çalışmaların öncüsü İsviçreli botanikçi Pierre Edmond Boissier’dir. Boissier, çok saygıdeğer bir botanikçidir. Eşi (Lucile Butini) ve kızıyla (Caroline Barbey-Boissier) birlikte -hatta onlar da ilk kadın botanikçilerden sayılabilir- epey gezmiş ve bitki toplamışlar. “Flora Orientalis” adlı eseri, doğu florası üzerine kapsamlı bir çalışmadır. İsviçre’den kalkıp Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu’sundan Filistin’e, Mısır’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada bitki toplamış. Kendisinin topladığı bitkilerin yanı sıra, diğer kişilerin topladığı bitkileri de inceleyerek adlandırmış. Bu bölgelerde hangi bitkilerin bulunduğunu belirlemek için yoğun çalışmalar yapmış. Boissier’in kendisi gibi botanikçi olan kızı Caroline Barbey-Boissier Fotoğraf: William Barbey ve Caroline Mathilde Boissier arşivi Toplanan bitkiler, İsviçre’nin Cenevre kentindeki herbaryumda saklanmış. 19. yüzyılda toplanmış bu bitkiler orada hâlâ korunuyor. Bu, bilime verilen önemin ve bilimsel çalışmaların ciddiye alınmasının bir göstergesi. Bu yüzden, İsviçre’de botanik çalışmaları için önemli bir merkez olan Cenevre Herbaryumu, bizim için çok kıymetli. Orada çalışıp bu bitkileri inceleyebiliyoruz. Cenevre Herbaryumu Fotoğraf: Yelda Güzel Elbette, sadece buradan değil, dünyanın her yerinden bitkiler toplanmış. Bu sayede dünyanın bitki varlığını öğrenme imkânı doğmuş. Devlet politikası açısından bakarsak, kralların ve kraliçelerin bu çalışmaları desteklemelerinin sebebi, elbette ki doğal zenginlikleri ve hammaddeleri keşfetme arzusu. Onlar, bu zenginliklerden nasıl faydalanabileceklerini düşünmüşler. Her ne olursa olsun, bu bilgi derlenmiş ve önem verilmiş. Bu sayede ilaçlar, tekstil lifleri ve diğer ürünler üretilmiş. Türkiye, dünyanın en önemli bitki merkezlerinden biridir! Hatay’ın bazı endemik bitkileri Fotoğraflar: Yelda Güzel Botanik çalışmalarına ilk başladığımda, bitki toplama ve teşhis etme çalışmalarımla dalga geçenler oldu. “Ne yapacaksın, bitkiyi toplayıp ne olacak?” diye soruldu. Bu, büyük bir cahillik göstergesidir. Türkiye, dünyanın en önemli bitki merkezlerinden biri ve verimli hilalin içinde yer alıyor. İnsanlar, tarıma bu bölgelerde başlamış ve doğadan alıp bitkileri evcilleştirmişler. Sahip olduğumuz tarımsal çeşitliliğin büyük bir kısmını bu bölgedeki doğaya borçluyuz. İnsanlar burada şehirler kurmuş, sanat ve tekstil geliştirmişler. Bu bölgede uygarlıklar kurmuşlar. Bu uygarlıkların temellerinde biyolojik çeşitlilik yatıyor. Doğanın bize sunabileceği birçok imkân var. Ancak, bu zenginliği birkaç ot olarak küçümseyip göz ardı etmek inanılmaz bir cahilliktir. Doğanın sunduğu bu çeşitlilik, bir insanın sahip olabileceği en büyük hazinelerden biri. Biz, bu uygarlıkları doğal zenginlik sayesinde kurduk. İdealist bakış açısını bir kenara koyup, diğer canlıların da en az bizim kadar yaşama hakkı olduğunu ve bitkilere, hayvanlara saygı duymamız gerektiğini bir an için göz ardı edelim. İnsan merkezli bir bakış açısıyla bile, sahip olduğumuz bu doğa ve çevremizdeki biyolojik çeşitlilik müthiş bir hazine. Tarih boyunca bizi besleyen, bu seviyeye getiren ve gelecekte de destekleyecek olan bu doğa zenginliği. Üstelik şu anda büyük bir küresel iklim krizinin eşiğindeyiz, hatta çoktan eşiği geçtik. Şu an hepimizin, kuraklığa dayanıklı ve minimum enerji girdisiyle yapılabilecek tarım yöntemlerine ve ürünlerine ihtiyacımız var, çünkü su yok. Şehirde peyzaj düzenlemesi yaparken de artık tropikal, tonlarca su gerektiren bitkiler getiremeyiz; su içmek için bile yok. Ne yapacaksınız? Doğal olarak zaten var olan bitkilerden yararlanmak zorundasınız, hem gıda hem de süsleme için. Doğamız bize bu konuda çok seçenek sundu ama siz bunları küçümsüyor musunuz? Veya gidip oraya bir taş ocağı kuruyorsunuz. Şu an çok ciddi bir risk söz konusu; eskiden ÇED raporu zorunluluğu vardı, şimdi bu zorunluluk yok. Depremden sonra isteyen gidip taş ocağı kurabiliyor. Bu konuda çok dava açıldı, çok mücadele yürütülüyor ama hiçbir işe yaramıyor. Tamam, ben bir depremzede olarak insanların eve ve barınağa ihtiyacı olduğunu anlıyorum, şehrin yeniden kurulması lazım ama alternatifler var. Şehri yeniden kuracağım diyerek sahip olduğunuz altın yumurtlayan tavuğu kesmek bu, başka bir şey değil. Sahip olduğunuz müthiş benzersiz bir zenginliği yok ediyorsunuz. Çözümü, başka alternatifler araştırmak. Taş ocağı kurabilecek başka yerler var. 19. yüzyılda batılı insanlar gelmiş, sizden bitki toplayarak İsviçre’de bir bitki müzesine koymuş ve bitkilerinizi tanımlamış. Zaten %90’ı henüz tanımlanmamış bitkiler. Ondan sonra 1850’lerden 1960’lara kadar bir yüzyıl boyunca uyumuşuz. Botanikle ilgili hiçbir şey yapılmamış. 1960’larda da zaten biz yapmadık. Edinburgh Üniversitesi’nden bir ekip, Peter Hadland Davis liderliğinde, “Biz Anadolu florasını çalışmak istiyoruz” demiş ve gerekli izinleri almışlar. O yıllarda Türkiye’de pek fazla botanikçi yokken, botanikçilerin ilk kuşağı ellerinden gelen katkıyı sağlamaya çalışmış. Türkiye florası o kadar zengin ki, bu çalışma 12 cilt tutmuş. 1967’de başlamışlar, 1988’de bitirmişler. Sonradan 2000’lerde 2 tane ilave cilt eklenmiş. Ben Hatay’da çalıştıkça her sene yeni bir tür çıkıyor. Şu an elimin altında yayınlamaya fırsat bulamadığım, yayınlanmayı bekleyen bilim dünyası için yeni 4 tane tür var. Ancak bu türler, müthiş bir insan baskısı nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Taş ocağı Fotoğraf: Pexels Her yere müdahale ediliyor; taş ocağı, maden ocağı derken doğa tahrip ediliyor. Doğada hayran olduğumuz şeyler yok ediliyor. İnsanlar doğaya gitmek istiyorlar ama gittikleri yerde çevreye zarar veriyorlar. Deniz kıyısına gidip balık ekmek yiyorlar, sonra oraya 10 tane sandalye koyuyorlar. Ertesi gün o sandalyeler 40 tane derme çatma yapıya dönüşüyor, tuvalet koyuyorlar ve doğanın güzelliği kayboluyor. Bizde doğayı olduğu gibi sevme bilinci yok. Doğaya gittiğimizde konfor arıyoruz; sandalye olmasa, taşa otursak, mangal yapmasak, doğayı doğal haliyle bırakabilsek ne olur ki? Ama bizde böyle bir bilinç yok, her gittiğimiz yerde konfor aradığımız için doğayı gerçekten sevmiyoruz. Doğayı sadece manzara olsun diye seviyoruz, bu da çok ciddi bir insan baskısı oluşturuyor. Belki her yerde olabilecek bir durum. Ben bazı yasaklara ve cezalara karşıyım. Ancak bazı yerlerde mecbur kalıyorsunuz. Bunun arkasında bir eğitim eksikliği var. Eğitim sistemimizde bu konuda ciddi bir eksiklik var. İsteyince insanlar bir şeyler yapabiliyor. Örneğin, Japonya’da insanlar dağa çıkarken oradaki böceklere zarar vermemek için ayakkabılarını çıkarıyorlar. Yürüme patikaları tahtadan yapılmış, doğayı koruyabilmek için doğaya müdahale etmiyorlar ya da minimum düzeyde yapıyorlar. Bizde böyle bir doğa bilinci eksik, ama yeni nesil bu konuda giderek daha bilinçli hale geliyor. Yeni nesil öğretmenlerimiz daha bilinçli ve bu beni çok mutlu ediyor. Öğretmenlerden öğrencilerine seminer vermem için talepler alıyorum. Sosyal medyada güzel aktiviteler yapıyorlar. Dolayısıyla yeni nesilde bir bilinç var ve bu zamanla artacak. Bu beni umutlandırıyor, ancak umarım bu bilinç tam olarak gelişene kadar elimizdekileri tamamen kaybetmeyiz. Öğrencilere seminer verirken Fotoğraf: Yelda Güzel arşivi Antakyalı bitkiler Hatay, özellikle Antakya, adını taşıyan çok sayıda endemik bitkiye sahip. Bu bitkilerin büyük bir kısmını ilk elden Boissier adlandırmış. Amanos Dağları’nda bulunan endemik bitkiler arasında 20 tanesi sadece Antakya’da bulunuyor. Özellikle amanum, antiochia adları yaygın. 19. yüzyılda bitkilerin bir kısmı adlandırıldı, sonra bir ara verildi. 20. yüzyılda Türkiye Florası hazırlanırken de çok sayıda bitki bulundu ve adlandırıldı. Şu anda, Resimli Türkiye Florası üzerinde çalışıyoruz ve bu seferki Türkçe olarak hazırlanıyor. Böylece herkesin anlayabileceği şekilde, teknik detayların yanı sıra halka da hitap eden bir flora olacak. Şu an 3-4 cilt çıktı. Yaklaşık 30 cilt olması öngörülüyor. Resimli Türkiye Florası’nın bir avantajı da şu: Türkiye florası hazırlanırken, herbaryumlar gezilerek, bir bitkinin kaydı olup olmadığı netleştiriliyor. 9.000-10.000 civarında olan gerçek tür sayısı şu an 12.000'e ulaştı. Bu, Türkiye’nin bitki çeşitliliği açısından ne kadar zengin olduğunu gösteriyor. Bu sayı çok daha da artacak, çok daha fazla büyüyecek çünkü dediğim gibi yeni türler keşfediliyor. Türkçe olarak hazırlanan Resimli Türkiye Florası’nın 3a cildi. Fotoğraf: Ali Nihat Gökyiğit Vakfı Bazen de kayıp türleri yeniden bulduğumuz oluyor. 2015’te Heracleum amanum ’u yeniden keşfettik mesela. Boisser 19. yüzyılda Amanoslar'da gezerken bu bitkiyi kendisi toplamamış. Kendisinden 4 yıl önce buradan geçen bir botanikçi tarafından İsviçre'deki herbaryuma konulmuş. Ancak sadece bir yaprak ve bir parça çiçek var. Boissier çok gezmiş ama bu bitkiye rastlamamış. Notlarında, “Benden önceki botanikçi böyle bir bitkinin varlığından bahsediyor ama ben bunu göremedim. Bu bitkiyi Sivas-Giresun taraflarında bulunan bir bitkiyle karıştırmış olabilir” diye yazmış. Bu bitkinin büyük ihtimalle var olmadığına dair not düşmüş. Sonra 20. yüzyılda Türkiye Florası hazırlanırken, Davis veya ilgili türün editörü de aynı notu düşmüş: “Ben de aradım, böyle bir bitki bulamadım. Bu muhtemelen Heracleum crenatifolium yani Sivas veya Giresun taraflarındaki bitki” demiş. 2015’te, Samim Kayıkçı ile Amanos yaylalarının birinde böyle bir bitkiye rastladık. Tanımlamaya çalıştık, ancak anahtarlardaki hiçbir bitkiye uymuyordu. Notlara baktık, “Amanos öğrekotu ( Heracleum amanum )” dedik, “bu demek ki o bitki”. Bunu kesinleştirmek için Giresun’a ve Sivas’a gittim, öbür bitkiyi topladım. Sova ( Heracleum crenatifolium ) yani türü benzettikleri bitkiyi getirdim ve ikisini kıyasladım. Moleküler düzeydeki incelemelerimde yeniden bulduğumuz bitkinin gerçekten Heracleum amanum olduğunu kanıtladım ve 2015’te bunu yayınladık. Bu da bir yeniden keşifti; vardı ama bulunamamıştı, sonra tekrar bulduk. Yeniden keşifler bu şekilde olabiliyor. Sıfırdan keşifler de olabiliyor. “Kızımın adını alan endemik çiçek: Zeynep Işıkçiçeği ( Dionysia zeynepiae )” Dünyada sadece Hatay’da bulunan Zeynep Işıkçiçeği (Dionysia zeynepiae). Fotoğraf: Yelda Güzel Mesela, Zeynep Işıkçiçeği ( Dionysia zeynepiae) sıfırdan keşiftir. Bilim dünyasına ilk defa tanıtılan ve dünya florasına eklenen bitkilerdendir. Ayrıca, Atahan dağarcığı ( Noccaea ali-atahanii ) adını verdiğimiz bir bitki var. Bu bitkiyi Subaşı Kuş ve Kelebek Gözlem Derneği Başkanı, Dr. Ali Atahan buldu. Kendisi bitkileri amatör düzeyde tanıyordu. Bu bitkiyi teşhis için uzmanlarla çalıştı ve bitkinin adını ona ithaf ettik. Bu da yine bilim dünyası için yeni bir ilave oldu. Sonra Barışın çiçeği ( Scorzonera pacis ), dünya için yeni bir tür olarak tanımlandı. Bu tür keşifler daha da olacak, şu an elimin altında yayınlanmayı bekleyen 4 tane yeni takson var. Fırsat bulabilirsem bunları yayınlayacağım. Burası coğrafi açıdan çok özel bir yer, özellikle Amanos Dağları. Zeynep Işıkçiçeği (Dionysia zeynepiae) Fotoğraf: Yelda Güzel Ali Atahan’ın bulduğu ve adının verildiği Atahan dağarcığı ( Nocceae ali-atahanii ). Dünyada sadece Hatay’da bulunuyor ve nesli tehlike altında. Fotoğraf: Ali Atahan Deprem bu bölgenin hem en büyük talihsizliği hem de en büyük avantajıdır. Dünya haritasında biyoçeşitlilik noktalarına baktığınızda, fay hatlarının olduğu bölgeler biyoçeşitlilik açısından en zengin bölgelerdir. Çünkü bu bölgelerde yer kabuğu, fay hatları nedeniyle yükseltiler gösterir. Dağlar yükselir ve bu rakım farkı bitki çeşitliliğini artırır. Topoğrafik farklılık ve su kaynaklarının bolluğu bitki örtüsünü çeşitlendirir. Bir yükselti aniden arttığında biyolojik farklılaşma mekanizmaları devreye girer. Dağ ile ova arasında fark oluşur. Dağlardaki vadiler, bitkiler için korunaklı alanlar oluşturur. Örneğin, son buz devri geçtikten sonra Amanos vadilerinde relikt endemikler (jeolojik devirlerde yayılışı çok geniş olduğu halde çevre koşullarının değişmesi sonucunda günümüzde sınırlı bir alanda varlıklarını sürdürebilen canlılar) ortaya çıktı. Bu türler vadilere saklanarak hayatta kaldılar. En yakın akrabası Trabzon’da olan bitkiler bile var. Vadiler, mikroklima tipi olarak Karadeniz iklimi gösterir. Bu nedenlerle deprem kuşakları biyoçeşitlilik açısından çok verimlidir. Aslında, insanlar neden depremlerden çok zarar görüyor diye bakarsak, aynı durum volkanik aktiviteler için de geçerlidir. Doğal afetlerin olduğu yerler biyolojik ve doğal açıdan çok zengindir. İnsanlar da bu zenginlik nedeniyle bu bölgelere yerleşirler. Ancak, bu doğal afetlere uygun olmayan yapılar inşa ettiklerinde, ne yazık ki bu durum can kaybıyla sonuçlanır. Biz artık 21. yüzyıl insanıyız ve bu avantajı lehimize çevirebiliriz. Artık o bilince ve bilgi seviyesine ulaştık. Çok güzel, doğal açıdan cennet gibi bir yerde yaşıyoruz. Daha dirençli, depremde bizi öldürmeyecek evler yapmalıyız. Doğayla barışık yerler inşa etmeli ve bu zenginliğin keyfini sürmeliyiz. Sahip olmamız gereken bilinç bu olmalı. Göç etmekle bu sorun çözülmez. Sahra Çölü’ne mi göç edeceğiz? Orası güvenli olabilir ama ne yiyecek bir şey var ne de tarım yapılabilir. Dolayısıyla, madem böyle bir zenginliğin içerisindeyiz, onun farkına varmalı, onunla barışık bir şekilde yaşamalıyız. Var olan riskleri minimum seviyeye indirebilecek teknolojiye sahibiz. Uygun evler yaparsak, ah vah etmeden, bir elimiz yağda bir elimiz balda yaşayabiliriz. "Doğaya zarar vermeyen, aksine doğadaki bir kaynaktan yararlanan yöntemler Hatay için çok umut verici" Dünya çok ciddi bir kuraklık riski altında. Yakın gelecekte pek çok yerde içilecek su bile bulamayacağız. Ancak Antakya’da su ve çok verimli tarım arazileri bulunuyor. Bu bölgeler bize farklı tarımsal ürünler sunabilecek doğal bir zenginliğe hâlâ sahip. Başka yerlerde bu tür kaynaklar az. Bu konuda çeşitli yayınlarımız da oldu. Örneğin, zahter doğadan toplanan bir yabani baharat bitkisi, son 20 yıldır tarım bitkisi haline getirildi ve ekonomik bir girdi sağlıyor. Bu, aslında Neolitik çağ insanının yaptığı şeyin bir devamı; doğadan bir bitki alıyoruz, daha önce toplayıcılıkla elde ediyorduk, şimdi ise tarlamızda ekiyoruz ve onu tarım bitkisi haline getiriyoruz. İhraç ediyoruz, satıyoruz, bir gelir kapısı oluyor. Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz. Mesela alıç var; normalde bir santim büyüklüğünde ve çekirdekleri büyük bir meyve. Ancak Kömürçukuru alıcını ıslah ederek, yani ekerek, yetiştirerek ve gübreleyerek birkaç nesildir en verimli meyvelerini seçmişler. Tarım devrimini yapan Neolitik çağ insanının yaptığı gibi, boyutları neredeyse küçük bir elmaya ulaşan, 3 santime kadar büyüyen bir alıç varyetesi ortaya çıkarmışlar. Şu an Kömürçukuru alıcı, Antakya’nın, deprem öncesinde özellikle, önemli tarımsal ürünlerinden biriydi. Doğadan tarıma kazandırılarak hem gıda hem de ekonomik fayda sağlıyor. Kömürçukuru alıcı Fotoğraf: Yelda Güzel Doğadan tarıma kazandırılan ürünler arasında hünnap da var. Hünnap, 15-20 yıl öncesine kadar küçük kahverengi zeytin kadar bir meyveydi, ama kültüre alındı ve şu an daha iri ve tarım ürünü olarak yetiştiriliyor. Geçen yıl, bir ihracatla uğraşan arkadaşım beni aradı ve İngiltere’ye alıç ihraç edeceğini söyledi. Ancak gümrükte bu ürünün tanımı yoktu. “Bu alıç sert çekirdekli mi yoksa elma veya başka bir sınıfa mı girer”, diye sordular. Onu tanımladık ve bu ekonomik bir girdi oldu. Doğaya zarar vermeyen, aksine doğadaki bir kaynaktan yararlanan yöntemler Hatay için çok umut verici. Biz, bu kadar zengin bir coğrafyada yaşıyoruz. Doğadan alıp kültüre alabileceğimiz bir potansiyel hâlâ var. Bu ürünleri yetiştirebileceğimiz verimli arazilerimiz ve su kaynaklarımız da var. O zaman, şikayet etmeyi bırakalım ve deprem olacak mı olmayacak mı düşünmek yerine, depremde yıkılmayacak evler yapalım. Bu teknolojiye sahibiz. Yöneticilerden bunu talep edelim ve burada hayatın tadını çıkaralım. Dünyanın teknolojik açıdan en üst seviyeye ulaşmış ülkelerinden biri olan Japonya bunu dert etmiyor. Toprağı az ama denizden balık ve diğer kaynakları kullanıyorlar. Amerika da fırtınaları ve kasırgaları dert etmiyor; kasırga olduğunda “biz burayı terk edelim” demiyorlar. Eğer Orta Çağ’da yaşıyor olsaydık, burada bir felaket olduğunda anlam veremediğimiz için kaçardık, canavarlar var sanırdık. Ancak şu an 21. yüzyılda yaşıyoruz ve doğanın zorluklarıyla mücadele edebilecek, onlara karşı koyabilecek teknolojiye sahibiz. Bu zorluklarla barışarak, doğanın sunduğu nimetlerden yararlanma yoluna gidebiliriz. Antakya’da çok sayıda bitki var, müthiş bir doğal hazineye sahibiz. Korumak, bilincinde olmak ve sürdürülebilir şekilde yararlanmak bizim görevimiz. Antakya’nın geleceği yeşil sanayi, tarım ve ekoturizme bağlı. Depremden önce bu konuda çok ciddi atılımlar vardı. Örneğin, Expo yapıldı. Çoğu kişi Expo’nun anlamını tam olarak kavrayamadı ve şehre gereksiz bir masraf gibi geldi. Ancak orada çalışan öğrencilerimiz de vardı ve Expo, şehrin sahip olduğu bitki zenginliği ve coğrafi biyolojik zenginliği tanıtmayı hedefleyen, ekoturizmi destekleyen bir çalışmaydı. Deprem ne yazık ki bu çabaları ciddi şekilde sekteye uğrattı ama umarım gelecekte bu çalışmalar devam eder. Türkiye’de ekoturizm çok bilinmiyor. Afrika’da ve tropikal kuşaklarda ise çok yaygın. Belirli bir kuşu veya çiçeği görmek için düzenlenen turlar var. Afrika’ya safariye, fil ve aslan görmeye gidiliyor. Hatay ekoturizm için çok elverişli. Sadece Amanoslar’da 260 endemik tür bulunuyor, yani dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan türler. Üstelik bunlar tarihi zenginliklerin içinde yer alıyor. Eşsiz bir durum. Zeynep ışıkçiçeğinin ( Dionysia zeynepiae ) bulunduğu yeri görseniz, her yıl birkaç defa ziyaret edersiniz. Bir tarafında Roma sütunları, diğer tarafında dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan çiçekler var. Her yıl, işim olsa da olmasa da, o havayı solumak için 2-3 defa ziyaret ediyorum. İnanılmaz ve insanı ürperten bir zenginlik. Başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz bir manzara. Şimdilik yolu yok ve belki de bu iyi bir durum. İleride, bilinç oluşursa, korunaklı bir şekilde ve uzaktan patikalar oluşturulursa, çok ilgi çeker. “Burada şu Roma kalıntıları var, hemen yanında bu bitkiler var” diyerek, doğaya zarar vermeden yeşil sanayi oluşturabiliriz. Umarım böyle bir şey gerçekleşir ve görebilirim. Şu an çok umutlu olmasam da, umarım olur.