Şubat ayı depremlerinin ardından Antakya’nın yüzde 50’si yıkıldı ve şehirdeki binaların yüzde 89’u yaşanmaz hale geldi. Bu korkunç sayıların nasıl ortaya çıktığı herkesin kafasında büyük bir soru işareti olarak duruyor. Bu süreçte Twitter hesabından bu durumun örneklerini paylaşan gazeteci Bahadır Özgür’le böyle bir yıkımın nasıl ortaya çıktığını konuştuk. Kent suçlarını yakından takip eden Özgür’e depremde pisti kırılan Hatay Havalimanı’nın inşaat sürecini, Türkiye’nin inşaat ekonomisinin nasıl işlediğini, Antakya’nın deprem sürecinde neden ihmal edildiğini ve yeniden inşa sürecinde Antakya’yı bekleyen tehlikeleri sorduk.
Röportaj: Emre Can Dağlıoğlu
‘Hatay’daki binaların neredeyse üçte ikisinin riskliydi’
6 Şubat depreminden en çok etkilenen il Hatay oldu. Deprem öncesine gidersek, bunun sebepleri nelerdi? Yani hiç önlem alınmamış ve sürekli ihmal edilen şehir mi?
Bu kentlerin deprem kuşağında olduğunu Türkiye’deki pek çok bilim insanı yıllardır söylüyor. Tabii, burada esas sorun bunun bilinmesi değil. Buralara uygun yapılaşmanın yapılmadığı Hatay özelinde resmi raporlar da doğruluyor. Hatay’daki binaların neredeyse üçte ikisinin bir şekilde riskli olduğuna dair raporlar ve çalışmalar yapılmıştı. Sadece Antakya değil, Maraş’ta da öyle. Gaziantep’in bütün ilçelerinde öyle, tamamen yıkıldı. Bu yapılar uygun yapılmamış. İlk çıkan raporlarda bunu gösterdi. İkincisi, asla yapı yapılmaması gereken, resmi olarak da işaret edilmiş her yere yapı yapılmış. Dolayısıyla, afetin felakete dönmesi aslında bundan.
Yıkılan binalar için daha çok Deprem Yönetmeliği’nden önce yapılan eski binalar olduğuna dair bir söylem var.
Bu çok söyleniyor. ‘Bu yapılar çok eskiydi. Yapı stoku aslında deprem yönetmelikleri çıkmadan önce yapılmış yapılardı ve dönüşmesi gerekiyordu’. Ama buradaki yapılara baktığımız zaman, yani resmi TÜİK dağılımına bakıyoruz, yıkılan binaların yaklaşık yüzde 55’i 2000 yılından sonra yapılmış yapılar. Gözünüzle gidip yıkıntılara baktığınız zaman bile bunu görüyorsunuz, derinlemesine bir araştırmaya gerek yok. Pek çok yapı, birkaç yıl önce yapılmış veya altı ay önce yapılmış yapılar da var yıkılanlar arasında. Dolayısıyla yani eski-yeni yapı gibi bir bahanenin kabul edilebilir bir tarafı yok. Nurdağı ve İslahiye için daha depremden 40 gün önce Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün raporu var. Binaların depremde yıkılacağını ve dolayısıyla acil tedbir alması gerektiğine dair resmi rapor var. O raporu yazan kişi de pasif göreve alınmış. Mesela, Nurdağı için özellikle belirtilmiş. Birinci derece deprem bölgesi, toprak ve zemin uygun değil denmiş. Kamu yapılarının yüzde 50 ve daha üstünde güçlendirilmiş yapılması lazım denmiş. Konutların da bitişik yapılmaması lazım denmiş. 3-4 katı aşmaması lazım denmiş. Bu rapor, belediye imar planı hazırlarken ona sunulmuş. Burada bu yazdığı halde, tarım ve hayvancılıkla geçinen bir küçük ilçede 15-16 katlı binalar yapıldığını görüyoruz.
Depremde yeni inşa edilen kamu binaları da ciddi hasar aldı.
Evet, kamu kurumu binaları da yıkıldı, hastaneler de yıkıldı. Dolayısıyla burada ihmalden öte bile isteye genişletilen bir imar rantı var. Bunun getirdiği siyasi ve iktisadi avantajlardan yararlanmak için pek çok riskin göz ardı edildiği bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye’de 99 depremlerinden sonra çıkan pek çok yasa var. Aslında kağıt üzerinde pek çoğu asgari düzeyde gerçeğe uygun tedbir öngören şeyler. Mesela, en son 2018’de değiştirilen bir yönetmelik var. O yönetmeliğe göre, şimdi yapılar üç bölüme ayrılıyordu. Bunlardan birincisi, öncelikli yapılar, yani hastane, karakol, deprem olsa dahi ayakta kalması gereken binalar. Depremden sonra altyapın sağlıklı işlemesi ve insanların sığınabileceği yerlerin olması için ayakta kalması gereken yapılar. İkinci öncelikli binalar ise altyapıyı sağlayan havalimanı, sanayi tesisi, elektrik santrali gibi yapılar. Üçüncüsü ise konut. Bunlar için deprem riskine göre bir katsayıyla çarpılarak binanın ne kadar sağlam gerektiğine dair bir oran bulunuyor. Yani şöyle söyleyeyim, mesela hastanelerin normal bir yapıdan yüzde 50 daha dayanıklı olması lazım. Şimdi böyle bir yasa var. Bu yasaya göre eğer bu binalar yıkılmışsa bunu yapanlar ve bunu imzalayanların işlediği açık bir suç vardır. Çünkü yasa ‘bunları yıkılmayacak şekilde yap’ diyor. Diyelim ki, insanlar kurallara uymuyor veya rant peşindeler, o yüzden konutlar düzgün yapılmadı. Ama hastanenin ve havalimanının yıkılmasının açıklanacak bir tarafı yok. Belediye binasının yıkılmasının açıklanabilir bir tarafı yok. Dolayısıyla, kamu kendi koyduğu kurala kendisi uymamış zaten.
Deprem sonrası Hatay Havalimanı pisti
‘Hava Kuvvetleri, DSİ ve Kandilli Rasathanesi havalimanına ‘hayır’ demişti’
Bu noktada Hatay Havaalanı’nı sorayım size. Yapılmadan önce şehirde de genel kamuoyunda da ciddi itirazlar yükselmişti burası için. Tüm bunlara rağmen neden oraya yapıldı havaalanı?
Raporlara bakmadan bile Antakya’da kime sorsanız orasının en riskli bölge olduğu söyler. Eski Amik Ovası olduğu için normalden çok daha fazla yağış alıyor ve su baskınları daha sık oluyor. Bakın, şurası veya burası değil, tam olarak havalimanının yapıldığı yer en riskli yer. Raporlara göre de böyle. O bölgede pek çok yer riskli ama özel olarak havaalanının yapıldığı yerin toprak analizlerinde sürekli toprağın yer değiştirdiği yazıyor. 2009’da Mustafa Kemal Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nden Emre Özşahin, kendi uzmanlık alanından da yola çıkıp tek tek arazilerin profilini çıkartmış. ‘Her yer riskli ama burası en riskli yer’ diyor. İkincisi, bu havalimanı 99 depremlerinden sonra gündeme geldi. İşin en acıklı olan bu, yani 99 depremi olmuş ve buna rağmen ülkedeki en büyük yatırımlardan birisi olan bu havalimanı projesi Hatay’da deprem bölgesine yapılıyor. Bülent Ecevit hükümeti bu projeyi başlatıyor ama para yetmiyor. O zaman Kamu İhale Kanunu olmadığından ihalelerde bu tür yatırımları genellikle valilikler ya da il özel idareleri yürütüyor. Bu projeye bütçeleri yetmiyor. AKP iktidarı geliyor. AKP bakıyor, kentte o dönem bir inşaat furyası başlamış, havalimanı yapma, duble yol yapma, ihtiyaç nedir bakmadan bir vaatte bulunuyor. Bu havalimanı projesini Ulaştırma Bakanlığı’nın bünyesine alıyorlar.
Ecevit hükümeti sırasında bu projeye karşı çıkanlar var mı?
Bu iş ilk başta yapılırken ilgili kurumlara soruluyor ve ilgili kurumlar ‘burası olmaz’ diyor. Şimdi bunu kimler demiş? Hava Kuvvetleri’ne sormuşlar. ‘Burada kuş göç yolu ve kuş cenneti var, olmaz’ demiş. Devlet Su İşleri’ne sormuşlar, onlar demiş ki: ‘Burada sel olur’. Kandilli’ye sormuşlar, ‘deprem bölgesi, yapmayın’ demiş. O zaman daha bağımsız hareket edebildiği için bürokratlar, Çevre Bakanlığı içindeki bir büro da ‘yapmayın’ demiş. Ama proje yapılmış.
2007 yılında projeye başlanırken bu kurumlara sorulmamış mı?
‘Yapmayın’ diyen kurumların hiçbirine sorulmuyor. Çünkü yasa değişti. Çevre Bakanlığı’na soruluyor. Onlar da bir ÇED raporu hazırlatıyor. Bu raporda hiç bunlar yer almıyor, gayet yapılabilir görünüyor. Özşahin, yaptığı araştırmada bu ÇED raporunda kullanılan bilgilerin yanlış olduğunu söylüyor. Devletin öbür kurumlarının verilerinin çarpıtıldığını yazıyor. Mesela ÇED raporunda ‘Evet, burayı sel basmış ama bunun nedeni Suriye’de barajı açılması’ diyor. Raporda verilen yağış miktarları meteoroloji verilerine göre yanlış ve çarpıtılmış. Özşahin’in araştırmasında diyor ki, ‘burayı her seferinde sel basacak’ ve her seferinde sel basıyor. Araştırmada aslında ‘yapılacaksa buranın inşaatının ve drenaj sisteminin çok özel olması lazım’ diyor. Bu da yapılmamış. 2012’de sel basıyor. 2014’te sel basıyor. 2018’de sel basıyor. Pandemide de sel bastı. Yani tamamen su altında kaldı. Bunun üzerine dönüp tekrar aynı şirkete bu sefer drenaj sistemi yapması için ihale veriliyor. Yani, havalimanını hatalı yapan YDA Grup’a bu sefer düzeltmesi için ihale veriliyor. Bu şirket yüklenici olarak alıyor. Havalimanının pistinin ve apronlarının mühendisliğini Ermit Mühendislik yapıyor. Akkuyu’dan pek çok yere kamu ihalelerinden mühendislik hizmetini alan bir firma. İnşaat kısmını yapansa Hataylı İNTAŞ. İNTAŞ da yine kamu ihaleleri alarak ya da bu tür büyük yüklenicilerin taşeronluğunu yaparak büyüyen bir şirket. Havalimanını parça parça yapan bu şirketlere tekrar ihale veriliyor düzeltsinler diye.
Buranın riskli yapı olduğuna dair bir rapor yok mu bu süreçte?
Sayıştay 2015 ve 2017 raporlarında pek çok havalimanını inceliyor. Hatay Havalimanı için de şunu söylüyor: ‘Terminal binası dökülüyor. Çatısından su duvarlar kabarmış. Gözle bakıldığında dahi bu yapı uygun yapılmamış’. Şimdi Kamu İhale Kanunu’ndaki şartnameye göre, Sayıştay’ın bu yapıları incelemesi gerekiyor zaten. Buralar kurallara uygun yapılmadığında bir kamu zararı doğuyorsa, yapılan bu işten dolayı, yüklenici direkt cezai sorumluluğa tabi. Yani, mahkemeye gitmeniz, bilirkişi atayıp incelemeniz ve suçlu bulunursa cezalandırmanız lazım. Bir daha kamu ihalesi vermemeniz lazım. Sayıştay o yüzden inceliyor ve hata buluyor burada. İşin özeti, depreme gelene kadar, bu havalimanının her aşamasına çeşitli kurumlar ve insanlar itiraz ettiği halde bu yapıyı en yanlış yere yapıyorsunuz. Oraya uygun da yapmıyorsunuz. Sonra dönüp tekrar düzgün yapamayan aynı şirkete ihale veriyorsunuz. Hiçbir soruşturma ve inceleme yok. Dolayısıyla, yine herhangi bir depremde orası yıkılacak. Yine orayı sel basacak.
‘Türkiye’de her şey inşaat etrafında örülüyor’
Kamunun inşaat görevinden sivil alana geldiğimizde de tüm kalkınma planını inşaat yapmak üzerine kurmuş bir iktidardan bahsediyoruz. Bu alanı da kurallara uygun bir şekilde yürütemediğini görüyoruz. Bu gelişim neden kurallara uygun başarılamadı?
Şimdi biz inşaata odaklı deyince sadece inşaat sektörü olarak anlıyoruz. Öyle değil. İnşaata odaklı ekonomi dediğimiz zaman aslında bütün bir kaynağın nasıl kullanıldığını, yani Türkiye ekonomisini, Türkiye’deki geçimi, istihdamı ve hatta tüm sektörleri bunun etrafında örüyorsunuz demektir. Aslında sorunu bu Türkiye’nin. İnşaata odaklı demek, inşaatı merkeze alıp kaynakların nereye aktarıldığının rotasını buna göre belirliyorsunuz demek. O rota oraya aktığı için geri kalan her şey onun etrafında ve onun ihtiyacına göre şekilleniyor.
Türkiye tüm sektörleriyle neden bu noktaya evrildi?
Aslında eskiden beri inşaat odaklıdır Türkiye, çünkü kolay sermaye birikimi yapıyorsunuz, kolay kar ediyorsunuz, kolay servet ediniyorsunuz. Siyasetle, bürokrasiyle kolay iç içe geçirebiliyorsunuz bu kaynağı. Yani siyasetin finansmanına çevirebiliyorsunuz, kolayca kendinize yakın sermaye grupları, şirketler yaratabiliyorsunuz. Bunun için bize eğitim, birikim, deneyim, teknoloji gerekmiyor. Şu anda bile iktidara yakın olsak, hiç sermayemiz olmadan bir kamu ihalesi alıp oradan edindiğimiz sermayeyle tekrar tekrar konut yapımına girişebiliriz. 1-2 gün denebilecek hızda olabiliyor bu.
2000’lerden sonra bu süreç nasıl gelişti?
Dünyada 2000’li yıllar para akımının yoğun olduğu bir dönem. Dışarıdan büyük sermaye girişi oldu dolayısıyla. Bu sermaye girişleri, bizim gibi pek çok ülkede de oldu ve bu ülkelere baktığımız zaman hepsinde inşaat sektörü patladı, özellikle de kamu inşaatları, kamu altyapıları işlerinde. Çünkü bu paranın değerlendirilmesi en pratik alan olarak bizim gibi ülkelere inşaatı gördü. Sanayi yatırımı zaman gerektiren bir iş. Bunu beklemek yerine hızlı bir şekilde parayı çekebileceğim şey nedir? Bol bol havalimanı, yol ve konut yapmak. Bu para bankalar aracılığıyla gelsin. Bankalar şirketlere ve şahsa kredi versin. Şirketler inşaat sektöründe iş yapsın. Şahıslar konut alsın, istihdam edilsin. Bankalar kredilerden kazansın. Böylece yeni bir sermaye birikim modeline evrildi. İnşaatı döndürebilmek için inşaatın hammaddesi arazidir. Dolayısıyla, bu model için sürekli yeni imar planları yapmak ve yeni araziler açmak mecburiyetindesiniz. Açmadığınız an inşaat durur. Dolayısıyla para gelmesi durur. Dolayısıyla sermaye birikimi durur, krize girersiniz. Bunu sürdürebilmek için sürekli ve sürekli yeni alanlar, yeni projeler yaratmak zorundasınız. Şimdi kamu eliyle bir sürü şey yaratıldığını biliyoruz. Gerekli gereksiz havalimanları ve otoyollar yapıldı. Marmara’da daire çizmek için köprüler yapıldı. Sağlık, yeni yapılan şehir hastanelerine kaydı. Okullar TOKİ’ye verildi. Devasa bir ekonomiden bahsediyoruz. Ampulünden, prizinden, çelikçisinden, kerestecisinden mobilyacısına kadar hepsini düşündüğünüzde, onlarca yan sektörü canlandıran bir yer. Bir de istihdam sağlıyorsunuz. Türkiye yirmi yıl önce buraya oturdu. Bu yüzden bu kadar konut yapmak zorundasınız. Dolayısıyla, araziyi arsaya çevirmeniz lazım.
Dolayısıyla, yasalar da buna göre düzenlendi.
Evet, 2008’den sonra imar yasaları ve ruhsat işleri değişmeye başladı. Belediyeler ile merkezi idare arasında görev bölüşümleri oldu. Önce Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve şimdi de Cumhurbaşkanı ülkenin genelinde istediği araziye istediği statüyü verme yetkisine sahip oldu. Dolayısıyla, istediği yeri kentsel dönüşüme sokma, istemediği yeri sokmama yetkisine sahip oldu. Tepede bunu yapıyorsunuz, sonra aşağı dönüp belediyelere ‘siz de buna uygun imar planları yapın’ diyorsunuz. Yani, ‘Ben şu bölgeyi imara açtım. Sen de sana ait etrafındaki yerleri de düzenle artık. Oralara ne yaptırıyorsan, yaptır’ diyor.
Bahadır Özgür
‘Türkiye bir inşaat oligarşisi tarafından yönetiliyor’
Şehirler de bu modele göre yeniden şekillendi.
Şöyle söyleyeyim. Bütün kentler merkezi iktidardan bağımsız olarak ekonomisini inşaata oturdu. Yani, onlar da inşaat olmadan kentin ekonomisini çeviremez oldular. İstihdam yaratamıyorlar, para bulunamıyor, yerel siyaseti finanse edemiyorlar. Türkiye’de siz ilçe örgütlerinin bu kadar güçlü olduğuna daha önce tanık oldunuz mu yani? Kimin müteahhit, kimin inşaatçı, kimin denetmen, kimin plancı, kimin uygulayıcı olduğunun karıştığı bir yapı ortaya çıktı. Karar verici, denetleyici ve uygulayıcının iç içe geçtiği bir yapı oluştu. Ben buna inşaat oligarşisi diyorum. Türkiye bir inşaat oligarşisi tarafından yönetiliyor. Çünkü oligarşi, yönetici elitle servet sahiplerinin iç içe geçtiği bir sistemdir. Örneğin, İslahiye’de belediye başkanı müteahhit. Ama belediye başkanı, yani imar komisyonu başkanı. Şimdi bunlar oturuyorlar, şehrin planını yapıyorlar. Şehrin planını yapanlar şehri inşa ediyorlar aynı zamanda. Peki kim denetliyor? O da aynı partiden meclis üyesi. Yani bu abartı değil.
Daha önceki sistem de bu muydu?
Eskiden böyle değildi. Yine vardı. Yine müteahhitler denetlenmedi. Yasalar sorunluydu. Pek çok şey vardı. Siyaset göz yumuyordu ama bu seferkiler göz yumma, ihmalkarlık, iş bilmemek, liyakatsizlik değil. Bu bir sistem. Bu sistem işlediği müddetçe o kentlerin ekonomisi dönüyor. O kentlerin ekonomisi döndüğü müddetçe o kentin siyasetçileri oy alabiliyor. Oy aldıkça da bunu sürdürmek zorunda kalıyorlar. Bu modelde iş döndükçe kredi mekanizması da işliyor ve bankalar büyük karlar ediyor. İnsanları borçlandırıyorsunuz. Borçlanmış insanlar istikrar adına o borcu sürdürebileceği faiz oranı istiyor. Şimdi Erdoğan neden bu kadar ısrarla faizi düşük tutuyor? Yani cahilliğinden yapmıyor. Bir kere bu sistemin sürmesi için faizi düşük tutması lazım, bunu biliyor. Bu sistemi sürdürmeye çalışıyor. O yüzden, bu depremin yıkıntısına bakarken aslında görmemiz gereken şey, bu durumun yirmi yıllık işleyişin ürünü olduğu. Türkiye, eğitiminden bürokrasisine ve liyakat sistemine kadar buraya oturdu. Kimsenin istifa etmemesinin nedeni budur. Zaten bu iç içe geçmiş bir yapı.
‘Kentsel dönüşüm, bir tür el koyma, bir tür sermaye transferidir’
Depremden sonra ortaya çıkan bir diğer söylem de ‘kentsel dönüşüme direnildiği için bu kadar yıkım’ olduğuydu. Kentsel dönüşüm şehirlerin depreme dayanıklı bir şekilde dönüştürülmesi mi demek?
Bu konuda mevzu TOKİ’nin yaptığı konutlarsa, doğru, sağlam yapılıyor. Ama bu konutların yıkılmaması demek, onun doğru bir şehirciliğin ürünü olduğu anlamına gelmiyor. Kaldı ki yıkılanı da var. Karadeniz’de sel felaketlerini de gördük. Bunun yanında, insanların ihtiyaçlarını karşılamayan konutlar bunlar. Birincisi, küçükler, kalabalık ailelere çok uymuyor. İkincisi, hayatın merkezinden uzaklar. İnsanlar, tarlasından, mahallesinden, sokağından uzaklaşmak istemiyor. Üçüncüsü, TOKİ yapılan yerde eğitim, sağlık, yol, parklar, oyun alanlarıyla hayat kuracak imkanlar verilmiyor, inşaatlar böyle bir bütün olarak düşünülmüyor. Dolayısıyla, insanlar yerinde dönüşüm istiyor ve dönüşüm yapılırken hayatını sürdürebileceği bir ekonomik yardım talep ediyor. Ama kira yardımları çok düşük. İstanbul’da bile 1500 liraydı. Üstüne üstlük bir de yeni yaptıkları evi, insanlara eski eve göre fiyatlandırararak veriyorlar. Yani diyor ki: ‘Senin eski evin şu kadar eder, bu yeni ev ise bu kadar. Bu aradaki farkı bana 20 yıl ödeyeceksin.’ 3+1 evinizi veriyorsunuz, karşılığında devlet size 1+1 ev veriyor. Yine 3+1 istiyorsanız, borçlanmak zorundasınız. Eğer halktan bir direniş varsa, esas nedenler bunlar. İnsanların elindeki mülk gidecek, yerine ne geleceğini bilmiyor.
Bir de bunun soylulaştırma boyutu var.
Evet, dünyadaki bu akım Türkiye’de 2000’lerden sonra başladı. Cihangir, Tarlabaşı, Sulukule gibi kent merkezinde kalmış değerli yerlerin yenilenmesi ve dolayısıyla sahiplerinin el değiştirmesine yol açan bir akım. Bunun ardından 2013’te çıkan Afet Yasası, afet bölgesi ilan edilen yerleri mecburi kentsel dönüşüme tabi tutma hakkını devlete verildi. Bunu herkes ilk başta çok olumlu buldu, çünkü devlet gidecek, riskli bölgelerdeki binaları dönüştürecekti. Karşılığında da onlara geçici olarak hayatlarını idame ettirilecek bir yerler sağlanacak. Yasada bu var.
Ama öyle olmadı mı?
AKP, bu yasayı AVM yapmak için kullandı mesela. Örneğin İstanbul’da Mall of İstanbul. Buranın statüsü eğitim arazisiydi. Burayı birinci derece deprem bölgesi olduğu gerekçesiyle afet bölgesi ilan ettiler. Neden? Çünkü afet bölgesi ilan ettikten sonra oraya kentsel dönüşüm yapılması mecburiyeti doğuyor. Bu olunca, şahıslar bir yere kadar devletle anlaşmak zorunda kalıyor, çünkü anlaşmazsanız zorla kamulaştırma hakkı var devletin. Çünkü devlet bunu teorik olarak sizin sağlığınız ve hayatınız için yapıyor. Bu yüzden, Mall of İstanbul’un olduğu arazinin sahipleri orayı vermek istemeyince ilk başta, orası afet bölgesi ilan edildi. Afet bölgesi ilan edilince, deprem riski olmadığı halde kentsel dönüşüm otomatikman devreye girdi. Dolayısıyla kamulaştırma devreye girdi ve çok ucuza satmak zorunda kaldılar. Peki, sonra ne oldu? İmar Yasası devreye girdi bu noktada. İmar planları hazırlanırken burası eğitim ve kısmen ticari alan olduğu halde hemen statüsünü değiştirip konuta çevirdiler. Konuta çevirirken kat sınırını kaldırıp 15 kata kadar izni verdiler. Yetmedi, AVM ve otel yapma izni verirler. Zeytinburnu veya Mecidiyeköy’deki eski Ali Sami Yen Stadı bu şekilde dönüştürüldü. İşte Türkiye’deki kentsel dönüşümün hikayesi bu.
Yani, kentsel dönüşüm insanların eski mahallelerinden gönderilmelerini devlet eliyle sağlayan bir mekanizma mı?
Bu bir tür ortadan kaldırma, insanların hayatını kurtaracak bir dönüşüm değil. Başka bir projenin parçası olarak o insanlara evlerine almaya giriş yapıyorsunuz. Ve onlara önerdiğiniz paralar o yeni yapılan evleri alabilecek güçte olmuyor. Çünkü rezidans dikiyorsunuz. O zaman sana diyor ki, ‘ben Halkalı’da diyor ev yaptım’. Çok iyi takas edelim. Hayatı burada olan insanlar, kalkıp Halkalı’nın bilmem neresine gidecekler, yeni bir hayat kuracaklar. Sulukule’deki Romanlar böyle gitti mesela ama yaşayamadılar. Bu kentsel dönüşüm, bir tür el koyma, bir tür sermaye transferidir. Çok azı gerçekten kentsel dönüşüm.
‘126 sayılı Kararname tartışmalı yasaları dahi askıya alan bir şey’
Antakya için böyle bir örnek var mı?
Emek ve Aksaray Mahallesi’ydi yanılmıyorsam. Eski Antakya’nın merkezindeki mahalleler dönüştürülmek istendi. Suriye Savaşı’nın göçlerinden dolayı biraz gecekondulaşma da vardı, büyümüştü. Sağlıksızdı, dönüşmesi lazımdı. 2013’te bir proje başlattılar. Buraya önerilen proje, oradaki insanların ihtiyacını karşılayacak bir proje değildi. Mahkemeden bile ‘Siz kentsel dönüşüm yapmıyorsunuz. Kat artışı yapıyorsunuz. 13-14 katlı gökdelenler dikiyorsunuz. Yeterli sosyal alan bırakmıyorsunuz ve eğitim alanları yetersiz. Bu insanın ihtiyacını karşılayacak proje değil‘ diye karar çıktı. İptal etti. Yani, yalnızca halkın tek başına direnişiyle değil, mahkeme kararıyla iptal edildi. Bu iptal edilen projede ilginç olan ortada dev gibi bir Çamlıca camisi gibi bir cami vardı. Şimdi bu, buradaki insanların dini kültürlerini ve kimliklerini göz ardı eden bir tür mahalle baskısı demektir. Şimdi o mahalle de yıkıldı, ‘kentsel dönüşüme karşı oldukları için oldu’ dediler ama kentsel dönüşüm yoktu ortada. Yalan söylüyorlar.
Anlattıklarınızdan zaten belirli yasaların zincirleme çalıştığında ‘kentsel dönüşüm’ planlarının sorunsuzca uygulandığını anlıyorum. Peki, 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi tüm bu yasaları bir çatı altında topluyor ve süreci hızlandırıyor diyebilir miyiz?
Evet. Orada 126 sayılı Kararname’den önce yasaları uygulamak zorundaydınız. Kararname onları da rafa kaldırdı. Yani, zaten o yasalardan dertliydik, evet. Ama en azından planlar bazen idare mahkemesinden dönüyordu. En azından halk toplantısı yapmak zorundalardı ÇED’i alırken. Zorla veya gönüllü de olsa halkı ikna etmek zorundalardı. 126 sayılı Kararname bütün bunları askıya aldı. Planları görmemizi engelliyor. Plan görüyorduk eskiden. Artık ‘Arazimi satıyorum, satmıyorum, ikna oldum’ falan yok, devlet isterse seni alıyor, başka yere taşıyor. ‘Burada oturacaksın’ diyor. Artık itiraz hakkın yok. Yani korkunç bir şey. Yirmi yıllık tartışmalı yasaları dahi askıya alan bir şey. Yani artık ortada yasa yok. Tamamen kapalı devre, kimin ne yaptıklarını bilmediğimiz bir süreç. Dolayısıyla, 126 sayılı Kararname’nin, yani bu iktidar sürerse, oralarda çok fazla mülkiyet değişimine ve transferine yol açma potansiyeli çok yüksek.
‘Antakya’yı bir turizm destinasyonu gibi planlıyorlar’
Bu kapsamda nasıl bir Antakya planlıyorlar sizce?
İstanbul’da Beyoğlu Kültür Yolu diye bir şey yaptılar, biliyorsunuz. Hiç kimsenin halkın ihtiyacını ciddiye almayan bir işti. Bu sefer tuttular Antakya’nın merkezini buna çevirmeye çalışıyorlar. ‘Evet, biz kiliseyi de yapacağız, camiyi de onaracağız’ diyorlar. Burayı bir turizm destinasyonu gibi planlıyorlar. O insanlar orada yaşıyor halbuki. Yani turizm destinasyona çevirip o insanları siz yerlerinden etmeye başlayacaklar. Zaten 1400 küçük işletmenin 1200’ü yıkılmış. İnsanlar dükkanlarını da kaybetmişler. Burada yaşayanları başka bir yere taşıdığınız zaman o dükkanları yeniden yapıp sahiplerine verseniz de bu insanlar iş yapamayacak. Ayrıca, yeni planlanan konutlar tarım arazilerinden uzak kalıyor. Oraya gitmek zorunda kalan insanlar arazisini ekemeyecek. Dolayısıyla, mülklerini elden çıkartmak zorunda kalacaklar. Antakya için tehlike aynı zamanda sınıfsal bir değişim tehlike. Bir tür mülkiyetin el değiştirmesine neden olacak bir kentleşme planı yapılıyor burada.
Bir yıl içinde insanların ihtiyacı olan konutları inşa edeceğiz gibi bir söylem var. Sizce bu, seçime yönelik bir söylem mi?
Beş yüz bine yakın konut yapmaya çalışıyor. Olanaksız bir şey yetiştirmesi, daha 1-2 yıl önce, söz verdiği TOKİ konutlarını yetiştirememiş bir iktidardan bahsediyoruz. Ama ne yapıyor? Antakya’yı yapmıyor da, gidiyor Nurdağı, İslahiye gibi küçük ilçelerde seçime dönük propaganda kapsamında ‘hızla inşa ediyoruz’ demek için bir bölümünü yapmaya çalışıyor. Bu propagandası işin.
Bu yeni kentleşme planında hız insanların ihtiyaçlarının karşılanmaması endişesini de doğuruyor.
Burayı planlarken kime soruyorlar? Birtakım star mimarlık ofislerine danışıyorlar. Onlar da buradaki insanların ne ihtiyacı olduğuna bakmıyorlar. Bunlar zaten kent yaşamını planlayan insanlar değil. Binayı güzel yapma ihtiyacını gözetiyorlar yalnızca. Hatta ben duyduğumu söyleyeyim. ‘Antakya muhafazakar bir yer. Ebeveyn banyosuna gerek yok’ veya ‘Yatak odasının salonu görmesine ters bakarlar’ gibi şeyler tartışarak planlar yapılıyor. Dolayısıyla o insanın sosyal, kültürel, iktisadi, dini, etnik hiçbir ihtiyacını gözetmeden, onların o bütünlüğünü düşünmeden çiziliyor planlar. Hükümet de böylece ‘Yandaşa vermedim. Ünlü mimarlık bürosuna verdim’ diye savunacak kendisini. Ama bunların yaptığı işlere bakıyorsunuz, mesela, Bodrum’da zenginler için özel bir yapı tasarlamış. Yani hiçbir zaman oradaki halkın iktisadi gücüne veya ihtiyaçlarına yönelik bir şey tasarlamamış. Böyle düşünüldüğü zaman Türkiye’de çok vahim bir şey yapılıyor. Bütünlüklü bir planlamayla yeniden yapılması gerekiyor o kentlerin. ‘Hızlıca inşaat yapayım’ işine girildiği için, bu kentlerin artık hiçbir karakter taşımama riski var. Eski demografik özelliklerini, kültürel özelliklerini taşımayacak bir şey ortaya çıkacak. Görünen maalesef bu.
‘Hatay’ı en başından beri bir sorun olarak gören bir bakış vardı’
Bu risk en çok Antakya’yı tehdit ediyor diyebilir miyiz?
Diyebiliriz ama Hatay’ı en başından beri bir sorun olarak gören ve bunu hep yeniden üreten bir bakış vardı zaten. Bu bakış nerede kendini somutladı? Suriye’deki vekalet savaşlarında, Hatay bir anda kendini savaşın cephesi olarak bulunca somutladı. Reyhanlı patlaması oldu. Buradan neredeyse sınır kalmadı. Cihatçısı da giriyor, çıkıyor. Silah giriyor, çıkıyor. Uyuşturucu giriyor, çıkıyor. Şehirde kaynağı belirsiz bir sermaye birikmeye başladı. Örneğin, depremde İskenderun’da yarısı yırtılan MCG Tower’ın sahibi Muhammet Coşkun Gökkan uyuşturucu ticaretinden aranan bir isim. O yüzden, zaten Hatay 2010’lardan sonra bir karışıklık içindeydi ve devlet oraya bir güvenlik sorunu olarak bakıyordu hep. Biraz önce anlattığım Antakya’ya dönük bir kentsel dönüşüm projesinin aynı zamanda başlaması tesadüf değildi. Aynı şekilde, 2014’te çıkarılan Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun Hatay’da özel olarak uygulanmasının eşzamanlı olması da tesadüf değil. Etno-dinsel sınırları gözeterek ilçeleri bölerek İskenderun ve Antakya belediyelerini AKP’nin almasını sağladılar. Bunu Orta Doğu’da kolonyalistlerin sınır çizmesi gibi harita üzerinde sınır çizerek yaptılar.
Deprem sürecindeki ihmalleri de buna bağlayabilir miyiz?
Bunu bütün tanıklıklar aktarıyor. Deprem gecesinden başlayaraktan arama-kurtarma çalışmalarının neredeyse yapılmadığı, resmi olarak yapılmasının engellendiği anlatılıyor. O kadar çok anlatıldı ki, tekrarlamak istemiyor ama buraya özel bir şey oldu. Şimdi yardımların azlığı konusunda da özel bir şey oluyor. Yani, bütün kentin yıkıldığı bir yere siz günlerce yardım götürmediniz, çabalamadınız bile. Demek ki, eskisi gibi olması istenmeyen bir Hatay var ve yeni bir Antakyalı yaratma iradesi var. Ben bu aklın yeni ortaya çıkmadığını düşünüyorum. O yüzden geçmişe giderek söyledim. Hep böyle bir bakış vardı. Bir beka sorunu olarak, bir özel sınır bölgesi olarak bakılıyordu. Şimdi bu bir fırsata dönüştü bu. Yeni bir Antakya ve yeni bir Antakyalı yaratmanın bütün koşulları bir araya gelmiş oldu.
‘Felaketler dünyanın her yerinde değişim için bir fırsattır’
Dolayısıyla, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik bir değişim yaşanması tehlikesi gayet büyük.
İnsanlar bunu çok tahayyül edemiyor ama Maraş’a ve Adıyaman’a gittiğim zaman, devletin oradan göçü engellemek için uğraştığını bizzat gördüm. Ama Antakya için uğraşmıyor. Güvenlik meselesinde uğraşmadı. Öbür taraftan, Antakyalıların geçim aracı olan tarım tarım arazilerine moloz döküyorlar veya çadır ve konteyner kentleri tarım arazilerinin yanına kurmuyorlar. Başka bir yeri gösteriyorsunuz. İnsanlara yeni konut olarak başka bir merkez gösteriyorsunuz. Bu sadece ev meselesi değil, sizin söylediğiniz gibi bir kültürel bir doku var orada. Antakya çok zengin bir yer değil ama farklı dini, etnik, kültürel kimliğe sahip bir orta sınıfın hakim olduğu bir şehir. Kentin kültürel dokusunu da siyasi düşüncesini de günlük hayatını da üreten insanlar bunlar. Ne kadar haritayı değiştirseniz de bunu kıramıyordunuz. O yüzden şu anda ilk hedef burası. Türkiye tarihinden biliyoruz bunu. Bu sadece tek adam rejimiyle de ilgili değil. Yaşanan katliamlar, cinayetler, mülksüzleştirmelerin ardından Mardin’den Süryaniler, Maraş’tan Aleviler, İstanbul’dan Ermeniler ve Rumlar gittiler. Çünkü yaşananlardan sonra gitmesinler diye kimse özellikle uğraşmadı. Dünyada da felaketlerin ardından gördük bunlar. Bir bölgenin kültürel değişimini en kolay mekansal değişimle sağlarsınız. 2005’teki Katrina Kasırgası’nın ardından New Orleans’ta siyahlar aylarca çadırlarda kaldılar, yardım yapılmadı. Sonra yaşanan mülksüzleşmenin ardından sermaye akın etti, çok lüks yerler inşa ettiler ve oradaki nüfus değişti. 2004’te Sri Lanka’daki tsunami felaketine kadar okyanus kıyısındaki en güzel ormanlık alanda yerli halklar yaşıyordu. Onları ‘size yer yapacağız, tekrar döneceksiniz’ diye taşıdılar. Geri döndüklerinde orada beş yıldızlı otelleri gördüler. Yani felaketler dünyanın her yerinde sermaye için de, iktidarlar için de değişim için bir fırsattır.
Türkiye’deki ‘inşaat oligarşisi’ için de büyük bir fırsat.
Şunu söyleyeyim, bu kadar büyük bir alan inşa etmek, AKP’nin kalıp kalmamasından bağımsız olarak uzun süreç alacak bir şey. Deprem ekonomiyi çökertti, evet. 50-60 milyar dolarlık zarardan bahsediliyor. Ama uluslararası finans kurumlarının raporlarına bakıyoruz. Türkiye ekonomisinin deprem dolayısıyla 1-2 puan daha fazla büyüyeceğini öngörüyorlar. Niye? Çünkü 500 bin konut demek ülkede ne kadar hafriyat kamyonu varsa o alana sürülmesi demek. Ne kadar çimentocu, ne kadar demirci varsa, hatta ülkede üretilen ampulün belki bir yıllık stoku tamamen oraya gidecek. Dolayısıyla bunu aynı zamanda bir zor durumdaki ekonominin yeniden kaynak çekmesi ve yeniden çarkları hızlandırması için bir fırsat olarak görüyorlar. Sermaye de hükümet de böyle görüyor. Bundan sonraki iktidar da öyle görecek.