İnsanın doğup büyüdüğü şehirlerin kendi şansıyla bir ilgisi olduğunu düşünenlerdenim. Şanslıyım, çünkü Türkiye’nin en kozmopolit şehirlerinden birinde doğdum. Kendimi en çok ait hissettiğim şehir olabilir (bu bir sır) Antakya. Aslında daha da köklere gidecek olursak en çok özlediğim yer, şehrin arka dar sokakları arasında, içinde meyve ağaçları olan yüksek duvarlı, kahverengi demir kapılı, içine doğduğum avlulu ev. Çocukluğumun en güzel anılarına şahitlik eden o avlulu evden ve genel olarak Antakya’nın en sevdiğim yerlerinden Zenginler Mahallesi’nden, çok meşhur olan Affan Kahvesi’nden ve arkasındaki avlulu evlerden bahsedeceğim. Değişik hikayeleri içinde barındıran avlulu evlerdeki anılar burada belki de bir yazı dizisine dönüşecek. Bunu çıktığım bu yolda hep beraber yaşayarak göreceğiz.
Antakya’daki avlulu evler dışarıya kapalı, gökyüzüne açık mekanlar olarak, sosyal ve kültürel hayatın en önemli parçalarından biridir. Farklı etnik ve dinsel topluluklardan insanlarla bir arada büyüdüm bu evlerin birinde. Bu evler genellikle şehrin eski Antakya diye bilinen kısmındadır. Habib-i Neccar Dağları ile Asi Nehri arasında, özellikle de Kurtuluş Caddesi üzerinde bulunur.
Nedir bu evlerin gizemi, zorlukları, güzellikleri? Benim büyüdüğüm evde, yan yana iki büyük yatak odası, kısa bir girişten sonra hemen sol tarafta çocukken çok büyük gelen ama şimdilerde ne kadar küçük olduğunu fark ettiğim dedemlerin odası ve hepimizin aslında en çok orada vakit geçirdiği iki sofa, bir odun sobası, küçük bir masa ve televizyonun sığdığı bir oda vardı. Ne yılbaşılar, ne Noeller kutladık o küçük odada biz bize. Karşıdaki iki büyük odanın biri, iki kişiden fazla gelen misafirlerin, hısım akrabanın karşılandığı, akşamları ise benim ve kız kardeşimin yatak odasına dönüşen oda. Diğer büyük oda ise annemle babamın yatak odasıydı. Ve bu iki odayı birleştiren, yukarıdaki odalara çıkan ahşap bir merdiven vardı. Annem orayı kiler olarak ya da kışın çamaşır asma alanı olarak kullanıyordu. Bir de öyle güzel üzümü olan bir asmamız vardı ki! Dalları o ahşap balkondan taş duvarlara uzanıyordu. Hemen sağ tarafta da kazanlı banyomuzu da içine alan eski tip bir mutfak bulunuyordu. Mutfağın karşısında tuvalet ve bütün bunların ortasında yerleri taşlarla döşenmiş kocaman bir havuş*, iki kenarında yer alan tarhlar ve tarhların bir tarafı rengarenk ortancalar. Ortancaların bittiği yerde sırtını duvara yaslamış kocaman bir yeni dünya ağacı. Tarhın diğer tarafındaki yan yana dizilmiş zambak ile kolonya, uzun ve taş duvarlara sarılmış kokusu bütün mahalleyi saran Arap yasemini yaz gecelerinin büyüsü gibiydi.
Hiç yaz bitsin istemezdim çocukken, çünkü o etrafı uzun taş duvarlarla döşenmiş havuş öyle kalabalık uzun sofraların kurulduğu bayramlara, mutluluklara ailelerin bir araya geldiği ve gitmek istemediği sohbetlere, vedalara, karşılamalara şahit oldu ki! Ama tabii ki, yaz bitsin istemememin en büyük sebebi kışın o dondurucu soğuğunda böyle evlerde yaşamanın getirdiği zorluklardı. Uzun ve güzel geçen yaz gecelerinin sonunda kışın gelişi çile demekti. En çok da babaannem için. Hiç sevmezdi kışı. Çünkü yazın serin olan o taş duvarlar kışın kolay kolay ısınmazdı. Mutfak dışarıda, tuvalet dışarıda. Hepimiz o soldaki tek odun sobası olan küçük odada yaşardık. Eski, zor kapanan ahşap bir kapısı vardı o odanın ve biri bir şey almak için çıktığında o odadan dedem arkadan hepimizi titreten kocaman sesiyle “baaab” (kapı) diye bağırırdı. Yani kışları çileydi aslında hepimiz için. Geceleri tuvalete gitmek, sabahları okula uyanmak hep bir azap.
Ama diyorum ya, çilesiyle, zorluğuyla o avlulu evler hayatın ta kendisi idi. Bunu şimdilerde daha iyi anlıyorum. Kapısının önünde ya da havuşta çeşitli oyunlar oynadığımız, içindeki meyve ağaçlarıyla yazımızı şenlendiren, günün sonunda hepimizin asmanın altında nefes aldığı ve sadece gökyüzüyle temas ettiğimiz huzurdu o ev.
Antakya’ya her gittiğimde, çocukluğumun geçtiği o dar, ortasından küçük bir su kanalı geçen sokaklardan mutlaka geçerim. Hala eskisi gibi mi derseniz, benim için ne yazık ki değil. İlk biz taşındık, sonra da sırasıyla hemen hemen komşularımızın hepsi gittiler. Her gittiğimde bir evin boşalmış, restore edilmiş veya bir kafeye, meyhaneye ya da butik otele dönüştürülmüş olduğunu görmek, beni hala o evlerde yaşayan insanları bulup eskileri kurcalamaya sevk etti. Ve ne güzel ki Nehna ile bunları sizlerle paylaşma fırsatı bulacağım. Belki de o eski sokakların dönüşümü ve değişimine sebep olan şeyleri beraber keşfe çıkacağımız bir yol olacak. Benim de hala gizemini çözemediğim, çok güzel hikayeleri olan avlulu evler var. Hazır yer bulmuşken kapılarını çalma vakti gelmiştir belki. Çocukluğumu ve umudumu var eden her şeyden bir parça olan hikayemin ilk durağından şimdilik bu kadar…
* Türkçeleştirilmiş Arapça bir kelime, avlu içerisinde oturulacak alan anlamına gelir.