Fotoğraf: Bebeto Fotoğrafçılık
Bu yazı, 2017 yılında Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü bünyesinde Sivil Düşün Platformu desteğiyle tamamlanan Antakya’da Arapça ibadet eden Rum Ortodoks Hıristiyan etno-dinsel topluluğunun sözlü tarihi, kültürel ve siyasi sorunları araştırmasının ortaya koyduğu temel bazı unsurları ele alır. Antropolojik ve tarihsel araştırma yöntemlerinin kullanıldığı bu araştırma, Hatay’ın Altınözü, Antakya, Arsuz, İskenderun ve Samandağ̆ ilçelerinde gerçekleştirildi.
Yalnızca Antakya’da değil, tüm Türkiye’de yaşayan Arap/Rum Ortodokslarla ilgili sivil toplum alanında yapılan veya akademik çalışmalar sınırlı düzeyde kalıyor. Bu nedenle Antakya Ortodoksları bağlamında bellek, kimlik ve tarih odaklı araştırmalar, aslında yalnızca Ortodoksların tarihine veya anlam dünyalarına bir katkı sunmaktan öte, Türkiye’de gayrimüslim toplulukların yaşadığı sorunlar ve deneyimlerine dair önemli bazı fikirler verir. Bu bağlamda aynı zamanda kitaplaştırılan bu çalışma, Antakya’da Ortodoks Hıristiyanların kültürel bellek ve etno-dinsel kimliği ve kültürel sınırları, 1939 göçü, Varlık Vergisi uygulamaları ve günümüzde devam eden vakıf malları sorunları ile Ortodoksların siyasi temsili ve siyasete katılımları gibi pek çok konuya odaklanıyor. Bu araştırmanın sonuçları sırasıyla ifade edilirse; kültürel belleğin etno-dinsel özelliklerini koruma ve sürdürme ile sosyal ve kültürel sınırların korunmasının paralel olması nedeniyle Antakya’daki Arap/Rum Ortodoks Hıristiyan cemaatinin, pek çok tarihsel, toplumsal ve siyasal olay dahilinde çeşitli baskı unsurlarından etkilendiği tespit edilmiştir. Antakya’da varlığı oldukça eski olan Ortodoks Hıristiyanların göçü, görüşmecilerin tarihsel ve kültürel belleklerinde yer alıyor ve göçün hem Antakya’dan hem de Antakya’ya olduğu anlatılarında belirtiliyor. Bunların en başında, Osmanlı’nın son döneminde; gayrimüslimlerin askere alınması, ek vergi, civar köylerin ve isyancı çetelerin Hıristiyanlara yönelik, erkek ve kız çocukları ve kadınları kaçırma, fidye, ev basma, dini sembolleri tahrip etme, talan gibi eziyetleri sonucu, bölgedeki nüfusun önce Suriye ve Lübnan’a, sonra Avrupa ve Latin Amerika’ya göçü, cemaatin belleğindeki en önemli tarihsel olaylar. Özellikle o dönemde askere ve yurtdışına gidenlerin çoğunun geri dönememesi, Antakya’da Ortodoks Hıristiyan nüfusun azalmaya başladığı ilk tarihsel olay olarak yaşlı ve genç tüm cemaat üyelerince dile getiriliyor.
Çalışmanın genel sonuçları ve odağı oldukça geniş olsa da, biz bu yazıda araştırmada ön plana çıkan iki konuyu ele almayı amaçlıyoruz. Birincisi, Antakya’da yaşayan Ortodoks Hıristiyanların etnik ve dinsel sınırlarının, yani sembolik sınırlarının ve farklılığın toplumsal inşası ve gündelik hayatta yaşadıkları dışlanma biçimleri. İkincisi de kitapta kurumsal ve “bürokratik” ayrımcılık olarak ele aldığımız mülksüzleştirme ve Türkiye’de “eşit” vatandaşlık haklarına erişim konusunda yaşanan sorunlar.
Gündelik hayatta Ortodoksların en çok karşılaştığı tepkilerin odağının ve bir “kimlik” öğesi olarak en görünür unsurun “isim” olması dikkat çekiyor. Ortodokslar, özellikle Antakya dışında isim telaffuzuyla beraber karşılaştıkları “garipsenme” hallerini ya da yabancı olarak konumlandırılmalarını görüşmelerde vurguluyorlar. Örneğin, bir katılımcımız isim farklılıklarının Türkiye’de sıklıkla açıklama yapmak zorunda hissettikleri bir unsur olmasını şu şekilde aktarıyor:
İsimlerimiz Türk değildir algısı yarattığı için insanlar merak edip bize soruyorlar. Bizi yabancı sanıyorlar. Fransız ya da İngiliz… Antakyalı olduğumuzu söyleyince de şaşırıyorlar. Burasının kültürlerin birlikte hayat bulduğu bir yer olduğunu kimse bilmiyor (Christin, Kadın, Antakya, 26).
İsim konusunda dikkat çeken diğer bir unsur ise Hıristiyanların devlet kurumlarında ve otorite karşısındaki “muğlak” vatandaşlık konumu. Doğrudan bir ayrımcı söylem olmasa bile, pek çok örnekte devletin belirlediği “makbul vatandaş̧” standardı (Üstel, 2005) Türk ve Müslüman isimleri içerdiğinden, Ortodoks Rum veya Arapça isimlerin norm dışı kaldığını ve kabul edilmediğini görüyoruz. Anlatılarda Hıristiyan “özne”nin diğer vatandaşlara kıyasla devlet kurumlarıyla pek çok kere karşı karşıya geldiğine yer veriliyor. Yani, Ortodokslar için kendi isimleri ve inançlarıyla var olmak, ancak hukuki ve toplumsal bir mücadelenin sonucunda mümkün olabiliyor. Cemaatin dinsel inanışları, bayramları, isimleri, ritüelleri, giyim-kuşamları, sembolleri ve farklılıklarının diğer etnik ve dini gruplarca, özellikle de Sünni Müslümanlarca bilinmemesi veya bilinmiyor gibi davranılması, bir tür homojenleştirme olarak ifade ediliyor.
Modern ulus-devletin inşası, güvenlik ve kendi sınırlarını ve kurumlarını güvence altına alma söylemi üzerine kuruludur. Antakyalı Arap/Rum Hıristiyan cemaati üyelerinin “Rum” ya da “Hıristiyan” kimliğinden dolayı çeşitli mesleklere erişemediğini görüyoruz. Bazen de devlet kurumlarında çalışan Hıristiyanların terfi ettirilmediği ve buna bir sebep gösterilmeden geçiştirildiği pek çok kere görüşmelerde ifade ediliyor. Bu bağlamda, “gayrimüslim” öznenin devletin kurumları içinde olmasının sistematik olarak reddedildiğini söylemek yanlış olmaz. “İyi vatandaşlık” anlamında, Ortodoksların her zaman Türkiye’ye bağlılıklarını hem pratikte hem söylemde dile getirmelerine rağmen, kurumsal ayrımcılığın günümüzde hâlâ sürdüğü öne çıkan önemli gerçeklerden biri. Hıristiyanların yaşadığı milliyetçilik ve “millet” inşasında Türk-Müslüman sentezi merkezi bir hal alır.
Erkek görüşmeci, yaşadığı isim, sosyal ve kurumsal dışlama deneyimini, insanların Türkiye’de Hıristiyanların yaşadığını bile bilmemesinden kaynaklandığının altını çiziyor ve çeşitli önemli görülen mevkilere Hıristiyanların getirilmeyişini askerlik üzerinden şöyle aktarıyor:
Askerde usta döneme geçtiğimiz zaman çavuş ve onbaşı olacaktım. Dosyalar verilirken çavuş komutana seslenerek “Komutanım, Askerlik Kanunu’na göre gayrimüslimler çavuş ve onbaşı olamaz” dediğini gayet iyi hatırlıyorum; böyle engel oldular. (Sam, Erkek, Arsuz, 57).
Türkiye tarihinde gayrimüslimlere yönelik ayrımcı politikaları ve tarihsel birtakım olayları Antakyalı Ortodokslar çeşitli dönemlerde farklı ölçülerde deneyimlemişler. Bu bağlamda, Cumhuriyet tarihinde göçe de neden olan üç büyük olay hatırlanıyor. 6-7 Eylül 1955, 1963-1965 Kıbrıs olayları ve 1974 Kıbrıs Harekâtı, belleklerinde önemli bir yer tutuyor. Cumhuriyet dönemindeki olaylara dair toplumsal bellek, hem dışlanma hem de cemaati koruyan mekanizmaları ve grupları hatırlama şeklinde karşımıza çıkıyor. O dönemi hatırlayan cemaat üyeleri, özellikle bazı yöneticilerin bu dönemde cemaati koruma ve kollama yönündeki gayretlerini anlatıyorlar. Özellikle 1960’lardaki Kıbrıs olayları ve 1974 Kıbrıs Harekâtı, Almanya ve Avrupa’daki bazı ülkelerin işçi talebiyle de birleşince, bu dönem de Cumhuriyet döneminde önemli bir göç dalgası olarak kültürel bellekte yer ediyor. Bu dönemler, Sünni-Türk kimliğine sahip olmayan kesimler için zor zamanlar olarak anılsa da, özellikle Rumlar için kaygı verici dönemler ve belleğin inşasında dönüm noktaları olarak nitelendirilebilir.
Ayrımcılığın bürokratik ve yapısal bir yüzü de akademik tartışmalarda mülksüzleştirme olarak geçen bir süreçle karşımıza çıkıyor. Mülksüzleştirme, tarihsel bağlamda Birinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’da başta Filistin olmak üzere güç ilişkilerinin değişmesiyle çeşitli topraklarda ve belli başlı bazı gruplara yönelik gerçekleşmiş ve görünür hale gelmiştir (Chatty, 2010). Mülksüzleştirme zaman zaman zorunlu göç durumlarında veya Antakya örneğinde olduğu gibi ilhak süreci ya da devletin arazilere yönelik yaklaşımıyla belirleyici hal alıyor. İlhak dönemi öncesi Hıristiyan nüfusu, yerleşimleri ve yaşam tarzı genelde Fransız kayıtlarında görülür. Sözlü tarih aracılığıyla ulaştığımız bilgiler, arşivsel dokümanlar temeline dayanmasa da, günümüze daha yakın tarihlerde Hıristiyanların sahip oldukları arazileri aşama aşama kaybettiklerini gösteriyor. Yakın zamanda Nehna’da kapsamlı bir araştırma yazısı olarak yer alan Varlık Vergisi döneminde mülksüzleştirme, günümüzde Türkiye’de “azınlıkların vakıf temsili”yle beraber vakıf kanunlarının yarattığı sıkıntılar şeklinde devam ediyor. Fransızların tuttuğu kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla, İskenderun Sancağı’nın ilhakı döneminde topluluk daha geniş̧ alanlarda yaşıyordu. Bu yaşam alanlarının genişliğinin rahat yaşam koşulları ve tarım arazilerinin genişliğinden kaynaklandığı söyleniyor. Farklı mahallelerde oturan halkların, yerleşim yerleri esas alınarak adlandırıldığını görmek mümkün. Mesela Alevışık (Levşiye) mahallesinde oturan Hıristiyan topluluğu için Levşiye Hıristiyan ve Müslüman kesimin de Levşiye İslam gibi isimler kullanıldığı belirtiliyor:
Babam zamanında ve öncesi Tekebaşı (Cilliy) ve Meydan köylerinde Hıristiyanlara ait çok arazi vardı. Bildiğim kadarıyla Hıristiyan ağalara aitti o yerler. Samandağ’da en fazla, Hıristiyan ailesi olan Beylunilerin arazileri vardı ve bir konakları da vardı. Önceki dönemlerde belediyeler bu arazilere yapılar koydular. Mesela mezbaha ve sebze halinin yerleri onlara aitti. Deniz mahallesinde, şimdiki Alevışık mahallesi (Levşiye) denilen Samandağ merkezi ve şimdiki Şükrü Kanatlı (Zeytuniye) mahalleleri vardı. Mızraklı’da da (Mışrekiy) Hıristiyan aileler bulunmaktaydı (Martin, Erkek, Samandağ, 61).
1970’lerde yaşanan en büyük sıkıntının azınlık vakıflarının mallarına el konulması olduğu tespit edilmiştir. Antakya’da Hıristiyanlar, Kıbrıs Olayları ve Harekâtı’nın, Antakya’da Ortodoks cemaatinin haklarına ve vakıf mallarına müdahalenin bir aracı olarak kullanıldığını aktarıyorlar. 1974 dönemini yaşayan Ortodokslar yaşadıkları baskıları şöyle anlatıyorlar:
1974 Kıbrıs Harekatı’nda varlıklara konulan tedbirler sebebiyle, 1980’lerde iki vakıf arazimiz mazbuta altına alınmıştır. Satışları yapılmıştır. Bunların dışında 1974 olayları bölgenin yapısından kaynaklı diğer illerde, yani İstanbul’da yaşananlar gibi değildir. Buraya yansıması aynı olmamıştır. Mersin [Ortodoks Rum] nüfusunun çoğunu Samandağ’dan göçen insanlar oluşturmaktadır. Eskiden Samandağ vakıf yönetiminde yer alan bir amcamız, 1980 döneminde bu bölgenin üst rütbeli bir komutanı tarafından vakıf arazilerini gönüllü olarak devretmeleri için üzerine baskı kurulduğunu ve birçok arazinin bu şekilde devlete geçtiğini bize anlatmıştır (Paul, Erkek, Samandağ, 52).
Tüm ilde Ortodoksların karşılaştığı en büyük sorunlardan biri, taşınmaz mallara el konulması, vakıf mallarının bürokratik karışıklıklar nedeniyle mazbuta alınması. Zaman zaman nüfusun azlığı, zaman zaman Vakıflar Kanunu ve ek düzenlemeler bahane edilerek, ilhak sonrasında Hıristiyan topraklarına ve kiliseye ait mülke el konulmuş. Mülksüzleştirme, cemaatin varlığını devam ettirmesinin önünde bir engel olarak karşımıza çıkar.
Sonuç olarak, burada çerçevesi sunulan hatırlama biçimlerinin, Antakya’da nesiller arasında, ilçelerin yerelliğinde ve yerelin kırsal ve kentsel özelliklerine göre cemaatin kendilerini var etme biçimlerinde belleğin, yani hafızanın, öneminin ve önceliğinin farklı olduğu sonucuna ulaşıldığı vurgulanmalıdır. Antakya’da Rum Ortodoksların, farklı dönemlere hem farklı nesillerde hem de farklı yerelliklerde en belirgin “hatırlama” ve “unutma” figürlerinin tarihsel olaylarda yaşadıkları baskı, ayrımcılık ve dışlanmanın yanı sıra son yıllarda yaşanan ekonomik nedenlerle birlikte ifade edilen göç figürü ve anlatıları olduğunu söylemek gerekir.
Bir sivil toplum örgütü çalışması olarak bu araştırmanın diğer bir amacı da çözüm önerileri getirmek ve yapıcı bir sürece katkıda bulunmak. Gözlemlenen temel meselelerden biri vakıf malları, mülk karmaşası ve göç sorunlarıdır. Cemaatin kültürel belleğin devamı amacıyla özellikle yerelde, sosyal ve kurumsal dışlanma ve mülksüzleştirme süreçlerinin sonlandırılması, özellikle göçün önüne geçmek amacıyla gençler için ekonomik ve sosyal koşulların iyileştirilmesi şart. Karşılaşılan çeşitli ayrımcılık pratiklerinin de milliyetçilikleri görünür hale getirerek ve bu ayrımcı pratikler analiz edilerek eleştirilmesi gerekiyor. Toplumda farkındalık yaratarak bu pratiklerin sona ermesini sağlamak, sivil toplum örgütleri ve kurumsal otoriteler için elzem bir görev.