Editorial Not: Bu yazı deprem gününe dair detaylı anlatımlar içermektedir ve bazı okuyucularımız için tetikleyici olabilir.
Distopya toplumların olumsuz, baskıcı ve otoriter bir sistem altında yaşamaları olarak tanımlanır. Genellikle çoğumuzun bu tanıma aşinalığı George Orwell'ın 1984 adlı kitabındandır. Çoğumuzun okuduğu bu kitapta distopik dünyanın içindeki yaşamın nasıl olduğuna dair bir anlatı mevcuttur. Kitapların yanı sıra günümüz dünyasında da distopik dünya yaratma dizi ve filmler için bir konu haline gelmiştir. Tıpkı 6 şubat tarihine girdiğimiz saatler de izlemeye başladığımız, o günlerin popüler dizisi Sıcak Kafa gibi. İzlemeye başladığımız dizinin distopik dünyasının ilgi çekiciliği biz ardı ardına bölümleri izlemeye itiyordu.
Dizinin beşinci bölümüne geldiğimizde saat sabahın dördünü geçiyordu. Kendimizi bölümün akışına bırakalı dakikalar olmuştu ki bulunduğumuz dairenin yavaşça titremeye başladığını hissettik. Birbirimizin gözlerinin içine bakarak son günlerde sıkça yaşamaya başladığımız hafif bir deprem olduğunu varsaydık. Ancak tahminimizde yanılmıştık. Sallantı gittikçe şiddetini artırmaya başladı. Evin eşyaları sarsıntının şiddetiyle birbirine çarparak yüksek sesler çıkarıp yerlere düşüyordu. Sarsıntının şiddetiyle bulunduğumuz koltuklardan savrulup kendimizi yerde bulduk. Olduğumuz yerde sağa sola savruluyorduk. Elektriğin kesilmesiyle birlikte içinde bulunduğumuz durumun korku ve tedirginlik derecesi giderek artıyordu. Dakikalar önce izlediğimiz distopya örneği olan televizyon ekranı önümüze düşerek bize yaşayacağımız distopyadan daha kötü günlerin habercisi oldu. Olduğumuz yerde dairenin içinden yükselen çığlıklar eşliğinde sağa sola savrularak çaresizce bekledik. Sarsıntının bir süre etkisini azaltmasıyla birlikte dairenin üst katında bulunan ve en az eşyalı odaya sığındık. Alanın en uygun yerinde kendimizce bir yaşam üçgeni oluşturduk. Çaresizlik içinde bir çözüm aramaya çalışıyorduk. Ancak depremin çözüm bulmamıza fırsat vermesi pek mümkün değildi. Olduğumuz binanın son katındaydık. Sarsıntı bizi sağdan sola savurmaktan vazgeçmiş, binanın altından başlayarak yukarı doğru şiddetini artırıyordu. Ne düşüneceğimizi, ne diyeceğimizi bilmeden ölümün bize sunduğu gösteride yerimizi almıştık. Çaresizce önümüzde sunulan rolün süresinin bitmesini bekledik. Bu süre ya sonsuza kadar sürüp noktalanacaktı ya da bize sunulan distopyada yeni bir başlangıç yapacaktık. Zaman kavramının kaybolduğu süreden sonra binamız çökmedi ve biz hala hayattaydık. Fırsat bulduğumuzda yere düşen eşyalara aldırış etmeden çıkışa doğru ilerledik. Acele etmemiz gerekiyordu, ancak merdivenlerden inerken de çökme riskine karşı dikkat etmemiz gerekiyordu. Hızlı bir şekilde ilerlerken dikkati göz ardı etmeden çıkışa doğru yöneldik.
Binanın dışına çıktığımızda karşılaştığımız zifiri karanlık ve bardaktan boşalırcasına yağan yağmur, tabirinin üzerinde bir yağmur oldu. Karanlığın içinde sadece bağırışlar, çığlıklar vardı. Yağan yağmur ile sırılsıklam olmuştuk. Tanımadığımız ama dakikalar önce aynı kaderi paylaştığımız birinin arabasına sığındık. Herkes şok içinde ne yaşadığını idrak etmeye çalışıyordu. Dakikalar sonra tanıdıklarımızdan haber almak için uğraşmaya başladık. Şebeke ağlarının böylesi bir durumda kaynaklanan yetersizliğinden dolayı aramalarımız havada asılı kalıyor, ulaşabildiklerimizle de boğuk boğuk gelen seslerden durumlarını anlamaya çalışıyorduk. Gün aydınlanana kadar o aracın içinde beklemek zorundaydık. Yağan yağmur dışarda durmaya, adım atmaya izin vermiyordu. Yağmur sanki depremin yardımcısı gibi hareket edip insanların çaresizliğini ve felaketin şiddetini arttırıyordu. Günün aydınlanmasını beklediğimiz sürede zaman mefhumu ortadan kalkmış, dakikalar geçmiyordu. Hayatımızda geçirdiğimiz en uzun saatlerin ardından gün aydınlanmıştı. Yakın olduğumuz ve tanıdığımız insanların evlerine doğru yola çıktık. Karşılaştığımız manzaralar, durumun ne kadar vahim olduğunu bir anda gösterdi. Yıkılan binaların yanında insanlar içerde birilerinin olduğunu ve enkazların altından sesler geldiğini söyleyip, yardım çığlıkları atıyorlardı. Çaresizliğin ne demek olduğunu yaşayarak öğreniyorduk. Kimsenin yardım etme gibi bir durumu olamazdı. Artçılar devam ediyordu ve enkazın altına girmek risk teşkil ediyordu. Çoğu enkazın ise insan eli ile de çıkarılması imkansız görünüyordu. İlerledikçe ağlayışların ve feryatların sesi daha da yükseliyordu. İnsanlar enkazın altında kalan tanıdıklarını ölümün pençesine kaptırmamak için dışardan onlara umutla sesleniyorlardı. Bazı yıkılmış binalardan ise cesetler, kopuk uzuvlar görülüyordu. Yıkılan binaların yanında ilerledikçe içlerinden boğuk boğuk yardım sesleri artıyordu. Yardım edememenin ve o dakika yaşamanın bedelini ödemeye başlamıştık. Hayatta kalmanın sevinci değil, çaresizlik içinde yaşadığımız yaşama utancı vardı üstümüzde.
Bir annenin yanımıza doğru geldiğini fark ettik. Çocuğunun enkazın altında mahsur kaldığını ve ayağına bir demir parçasının saplandığını ağlayarak hızlı bir şekilde anlatıyordu. Bir annenin evladı için yaptığı yakarış, bizim çaresizliğimiz ve yardım edemeyişimiz arasında kayboluyordu. Annenin feryatları, vicdanımızı ve insanlığımızı sorgulamamıza sebep oluyordu. Bu distopyada, acı içinde utanmamıza ve insanlığımızdan tiksinmemize yol açan yakarışları unutulmayacak bir şekilde hatırlayacağız. Sokakların arasında devam ederken, insanlar yardım çığlıklarını yükseltmeye başlamış ve ihtiyaçlarını karşılamak için enkazların altında kalan markete vb. yerlere doğru yönelmişlerdi. Panik ve tedirginlik içinde, bilincinde olmadan bir şeyler kapıp alıyorlardı. Saatler geçmiş olmasına rağmen, hala hiçbir yardım gelmemişti. Ağlar çökmüş, iletişim bağlantıları kopmuştu. Bir şehir kendi kaderine bırakılmış ve kendi kendine çare üretmeye çalışıyordu. Ancak tahribatın etkisi çok büyük olduğundan, üretilen çözümler anlamsız kalıyordu. İnsanlar risk alarak enkazlara girip genellikle cansız bedenleri çıkarıyorlardı. Sokakta yaralanan insanlar ve ceset sayıları artmaya devam ediyordu. Havaların soğuk olması nedeniyle, güvenli sayılan alanlarda biraz ısınabilmek için ateşler yakılıyordu. Enkazın altında kalanlar için bir nebze ısınma imkanı yoktu; üzerlerine binen yükün yanı sıra soğuk havanın da etkisiyle yaşamak her geçen gün daha da zorlaşıyordu - tıpkı bizim yaşamak için mücadele ettiğimiz gibi.
Şehir merkezinden köyde bulunan evimize doğru dönerken çökmüş binaları ve şehrin yok oluşu daha belirgin şekilde anlaşılıyordu. Yolun karmaşasında, trafikteki araçların panik halinden sadece korku hissediliyordu. Yaşanan o hengâme, yaşanan o dakikalar gözlerimizin önünden gitmiyordu. Artık yeni bir dünyanın kapısındayız. İçerde insanlar kendi yaşamlarını devam ettirebilmek için barakalarda, sokaklarda kalmaya başlıyorlar. Isınmak için kullanılan modern araçların yerini şimdi zorla bulunan battaniyeler aldı. Çeşit çeşit yapılan yemeklerin ne kadar müsrif olduğu bulunup yenilen bir kuru ekmekle anlaşılıyor. Maddiyatı elinde bir güç halinde bulunduran insanların çaresizliği uzatılan yardım kolilerine açtıkları elleri ile artık anlaşılıyordu. Yaşanan felaket herkesi aynı konuma indirgemişti. Ancak insanların egosu bundan ders almıyor herkes kendi çıkarını ve hayatta kalmak için her yolun mübah olabileceğini düşünüyordu. İnsanların hala enkaz altında olduğu ve bir yaşam savaşı verilirken yapılan gıda stokları bunun göstergesiydi. Kayıp giden onca şeye rağmen insanın aç gözlülüğü bu distopyaya gayet yakışıyordu. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir distopyadayız. Yaşamanın ağırlığını her an hissediyoruz. Distopyadan içeri adım attık. Şimdi hayatta olmak bizim için sadece nefes alıp vermekten ibaret. Yaşanan ilk günün ardından yaşamak daha ağırlarına katlanmak ve ölümün basitliğine alışmak olmuştu bizim için...
Öne çıkan görsel: Doruk Aksel Anıl / Pexels