Yasmina Şelfun Lokmanoğlu dört kuşak Mersinli, ailenin bir tarafından Rum Ortodoks, bir tarafından da Maruni. Lokmanoğlu’nun birçok şapkası var. Kendisi bir yemek kültürü araştırmacısı, Dünden Bugün’e Mersin Mutfağı kitabıyla tanınıyor. Aynı zamanda, Tarsus Slow Food’un başında, Akdeniz bölgesindeki Antakya dahil diğer Slow Food liderleriyle birlikte çalışmalar yapıyor ve bölgedeki geleneksel ürünlerin kaybolmaması için çaba sarfediyor. Lokmanoğlu’yla Mersin’deki Rum Ortodoks kültüründen, Slow Food’a, Antakya’nın bugün her zamankinden çok korunması gereken geleneksel üretim pratiklerine kadar birçok konuda konuştuk.
Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu
Bildiğim kadarıyla birkaç kuşaktan beri Mersinli bir Hıristiyansınız, ayrıca Antakya ve onu çevreleyen Levant kültürüyle de bağınız var. Bu çerçevede biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
Büyük dedemin babası Dimitri Nader, kardeşi Tannus’la 1840 yılında Süveyş Kanalı yapımı için kullanılacak uygun kerestelerin satışı ve yollanması için Trablusşam’dan Mersin’e gelmişler. O zamanlar Mersin bir köymüş. Aile hemen Grek Ortodoks Kilisesi’ni inşa etmiş ve bu kilise halen duruyor. Sadece büyük dedemin babasının ve kardeşinin adlarını yanlış tercüme etmişler. Dimitri, Mitri olmuş, Tannus da Tomris olmuş. Artık yapacak bir şey yok. Dimitri dedemiz, Mersin’in ilk kurulan belediyesinde başkan yardımcısıymış. Baba tarafım ise Maruni. Onlar da Beyrut ve Halep’ten gelmişler. Dedem Mülhem Selfun, Joseph Catoni’nin (Josef Katoni) acentasıydı. Gelen gemilerin İskenderun’da yüklemesi varsa gemiye biner, İskenderun’a gidermiş. Orada arsalarımız da vardı. Annemin nenesinin kardeşi de Barbur ailesine gelin gitmiş. Anneannem İtalyandı. Ben büyürken Mersin’de Hıristiyan nüfusu fazlaydı. Mahalleler vardı. Şehirde inanılmaz bir hoşgörü vardı. Büyükler birbirlerine “ata dostu” diye hitap ederlerdi. Dini bayramlarda herkes dini ne olursa olsun birbirini ziyaret eder, saygıda kusur etmezdi. Hatta 1950’lerde, ortak mezarı bile kabul ettikleri için Mersin Mezarlığı, herhalde dünyada ortak dinlere ait insanların yattığı tek mezar olarak anılır.
Evet, Mersin’deki mezarlık farklı dinlere ayrılmış kısımlar barındırması açısından güzel bir örnek. Şu anda Mersin bölgesinde Tarsus Slow Food adlı oluşumun liderisiniz. Peki, Slow Food ne demek? Günümüzün dünyasında neden önemli? Biraz anlatabilir misiniz?
Slow Food, herkes tarafından yavaş gıda olarak bilinse de, aslında çevreyi koruma amaçlı, merkezi İtalya olan uluslararası bir ağdır. Bugün dünyada sürdürülen konvansiyonel gıda üretim şekline karşıdır. Çünkü bu açgözlü üretim şekli, ormanları bitirdi, suları kirletti, toprağı bitirdi. Slow Food, atalık tohum ve yerinde üretimi savunur. Kendi ekolojisinde yetişen bitki dayanıklıdır. Bitkiyi veya hayvanı korumak için lüzumsuz bir efora gerek yoktur. Ekilen ürünler asırlardır yaşadığı topraklara adaptedir. Slow Food üç ayaktan bahseder: Biyoçeşitlilik, eğitim ve farkındalık. “Bizim gıdamız, bizim gezegenimiz ve bizim geleceğimiz” der. Gelecek nesillere sağlıklı, yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için de Slow Food felsefesini benimsememiz gerekir.
Yasmina Şelfun Lokmanoğlu ve Yeryüzü Pazarı Tarsus Lideri Fuat Togo
Peki, Tarsus Slow Food ne zaman kuruldu? Bölgede ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?
2019 yılında 50 kişiyle kurduk. Her sene biyoçeşitliliğimizi koruma amaçlı projeler yapıyoruz. İlk sene üzüm, buğday, zeytin ve süt ürünleri üzerine bir araştırma yaptık. Silifke, Gülnar bölgesinde sarı buğday bulduk. Üzüm çeşitlerimizi tespit ettik. Bunu dijital bir haritayla paylaşacağız. Sarı ulak zeytini üzerine bir çalışma yaptık, halen yapıyoruz. Kaybolmuş bir peynir cinsi olan kızıl tort peynirini tekrar ortaya çıkardık ve Mersin’e tanıttık. Bu sene arıları korumak için bir projeye başladık. Mülteci krizine dikkat çekmek için dev kukla Amal’ı ağırladık. Amal, Gaziantep’ten başlayan yolculuğuna Adana ve Tarsus’a gelerek devam etti. Biz onu Yeryüzü Pazarı’nda ağırladık. Ona Manchester’a müzeye konmak üzere Tarsus’u anlatacak hediyeler verdik. Tarsus Yeryüzü Pazarı’nı da Tarsus Belediyesi, Tarsus Ticaret Odası, Tarsus Ticaret Borsası ve Tarsus Ziraat Odası’nın ortaklığında kurduk. Bu pazarı da Slow Food’un felsefesine uygun sürdürüyoruz. Üreticiyi eğitiyoruz, satın alanlarda da farkındalık yaratıyoruz. Kasım 2021’de Erdemli’de bir bal ormanı açacağız. Bahçeşehir Mezitli Anaokulu’yla protokol imzaladık. Çocuklara bir yıl Slow Food eğitim kitiyle haftada bir eğitim verilmesini sağlayacağız.
Ne kadar değerli çalışmalardan bahsettiniz! Bildiğim kadarıyla Slow Food Akdeniz olarak da diğer bölgelerin Slow Food ekipleriyle ortak çalışmalarınız oluyor. Ne gibi çalışmalar yürütüyorsunuz?
Ortak paydada aşçıların eğitimi ve zeytincilerin daha fazla yerel türleri tercih etmeleri konusunda çalışıyoruz. Bir internet sitemiz var. Burada atıksız mutfak üzerine yazılar paylaşılıyor. Biz Tarsus olarak kurduk. Adana, Antakya, Antalya ve Mersin Slow Fish de bu grupta.
Yasmina Şelfun Lokmanoğlu, Antakya Slow Food Lideri Kenan Yurttagül ve Lemye Şahin ile birlikte
Levant bölgesine ilginiz olduğunu ve Antakya Slow Food’la da beraber çalışmalar yürüttüğünüzü biliyorum. Ben de Antakyalıyım. Antakya halkı geleneklerine önem veren bir halk. Yemek ve kimlik ilişkisi Antakya’ya geldiğinizde sanki daha da güçlü bir hal alıyor. Katılır mısınız?
Ben bir yemek araştırmacısıyım. Antakya “bereketli hilal”in bir parçası ve İpek Yolu üzerinde. Bölgemizdeki birçok gıda bize Antakya üzerinden gelmiş. Artı, Antakya halkı çok gelenekselci, bugüne kadar başta yetiştirdikleri ve işledikleri ürünlere sadık kalmışlar. Bu ürünleri nesilden nesile aktarmışlar. Antakya’ya gelince ve sokaklarında yürüyünce kaybettiğim şehir kültürümü hatırlıyorum. Birçok araştırma için de bir hazine. Zaten Antakya Slow Food lideri Kenan Yurtagül tam bir Antakya sevdalısı, keza yardımcısı Lemiye Şahin ve sen de öylesin. Tarsus ve Antakya ikisi de antik şehir. Benzerlikleri de çok. Ortak çalışmalar çok keyifli oluyor. Ortak yaptığımız bir çalışma da biber salçasıydı. Burada Altınözü biberini keşfettim. Salçanın nasıl bütün bölgeye yayıldığı hikayesini bulduk. Bizim bölgede salça kullanılmazken, 1970’lerde bazen evlilik yoluyla, bazen de göçle salça bizim mutfağımıza sizden gelmiş.
İyi ve temiz gıdaya ulaştıkları için Antakya mutfağının lezzetiyle de övünür Antakyalılar. Bir Slow Food temsilcisi olarak bölgedeki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Geleneksel üretim şekillerinde bir bozulma var mı? Varsa bu süreç nasıl geriye döndürülebilir? Son olarak, Slow Food felsefesinin Antakya’ya bu anlamda katkısı ne olabilir?
Antakya birkaç yıl evveline kadar iyi, temiz gıda için ideal bir yerdi. Bir de UNESCO Gıda Mirası listesinde. Amik Ovası gibi zengin bir bölgede tarım ve hayvancılık yapılıyor. Ama maalesef bu bozulmaya başlamış. Yerel Yönetim Kanunu’nun değişmesi ve 6360 sayılı Belediye Kanunu’yla kırsal yerlerin şehre dahil edilmesi, Türkiye’nin birçok yeri gibi Antakya’yı da etkilemiş. Slow Food’un ayaklarından biri olan biyoçeşitliliğini kaybetmeye başlamış. Sanki hayvancılık eskisi gibi popüler değil. Yer yer kendi zeytin türünden olmayan Gemlik türünü ekmişler. Bunun hemen durdurulması için önlemler alınmalı. Özellikle Antakya yemeklerinde başrolü oynayan zeytinin türlerinin asla ve asla kaybolmaması lazım. Unutmayalım ki, zeytininin kalitesini yaptığı mercimekli pilav ve mamülle ölçen bir ahaliden bahsediyoruz! Keza süt ürünleri! Uzun Çarşı’da peynir pazarı olan bir kent. Antakya’nın en büyük özelliği asla geleneksel tarımdan kopmamasıydı. Çoğu Antakyalı, Antakya dışına göç etse de tarlalarını, bahçelerini korudular. Her işledikleri ürünü ertesi sene aynı titizlikle daha iyi yapmak için uğraştılar. Bunu Mersin’deki Hıristiyanlarda göremezsin. Bizimkiler 1940’lardan sonra artık topraktan uzaklaştılar ve lojistik sektöründe varlıklarını sürdürdüler. Benim Antakyalılara tavsiyem, küçük üreticilikten ve artizan ürünlerinden vazgeçmemeleri. Kolaya kaçmadan eski usul üretime devam etmeleri. Çünkü Antakya bu şekilde bugüne geldi, bundan sonra da bu şekilde devam etmeli.