6 Şubat depreminden sonra ikinci gün, yine hiç uyumadığım bir gecenin sabahı olmak üzereyken eşimin telefonu çaldı. Kısaca konuştu babasıyla telefonda ve kapatır kapatmaz dönüp bana ‘yakıt lazım’ dedi. Yaklaşık 10 saatimizi yakıt bulmak için harcadık çünkü eşimin babası Samandağ’da durmadan cenaze kaldırıyordu. Cenazeleri kaldırmak için gece gündüz çalışıyordu Alevi şeyhleri. Her sokak mezarlıktı. Elektrik yok, yakıt yok, her yer mahşer yeri. Dinin gerekliliklerine göre gömülmek için verilen çaba, insanın var olduğu günden beri hayatın sonlanmasına dair en önemli ritüelin gerçekliğini bir antropolog olarak vurdu yüzüme: Ölüm ve cenaze ritüelleri. Hep okuduğum, öğrencilerime anlattığım ama hiç bu denli acı şekilde deneyimleyeceğimi tahmin edemeyeceğim “insan”a dair en önemli geleneklerden biri. Sevdiğine veda etmenin, bu dünyada yaşanmışlığa şahitliğin yegane ritüeli. Türlü zorluklarla da olsa yakıt bulduk ve devam etti cenazeler kalkmaya. En azından bir mezarı olanlar ve adresi olan yitirdiklerimiz, bulunamayan bedenlerin tesellisiydi.
Yine 6 Şubat depreminden dört gün sonra haber alamadığımız bir arkadaşımızın hayatta olduğunu ve köyde evlerinin arka tarafında kalan bir sera içinde yaşam mücadelesi verdiğini öğrendik. Zar zor çeken operatörlere rağmen telefonda konuşmayı başardığımız arkadaşımız, annesinin üzerine elbise dolabı düştüğünü ve muhtemelen birkaç kaburgasının kırıldığını söyledi. Bir şekilde onları tahliye edip Adana’ya hastaneye götürmeyi teklif ettik ama arkadaşımızın annesi Sema[1] teyze ‘Şabani bayramından önce hiçbir yere gitmem ve ben hayvanımı bırakamam burada’ dedi. Şaşkın şaşkın birbirimize baktık. Ne yapsak ne etsek çıkmadı oradan. Arap Aleviler için kutsal günlerden biri olan Şabani bayramı 5 Mart’ta. O tarihten önce Sema teyzenin mutlaka hastaneye gitmesi gerektiği için bir şekilde kurbanlık hayvanı birilerine emanet verip ikna ettik ve hastanede tedavisini tamamladı. Ancak Sema teyzenin kaygısı yine benim için önemli bir ders niteliğinde oldu. Bu kadar büyük bir depremden sonra ilk vazgeçilecek gibi gelen oysa pek çok insan için bedensel temel ihtiyaç kadar hayati olan bir şey kültürel ritüeller ve bağlı olduğu inançlar. Yukarıda bahsettiğim ve aile içinde bizzat yaşadığım örnekler bunlardan yalnızca birkaçı. Yaşadığımız bu iki olayı sizinle paylaşmamın sebebi somut olmayan kültürel miras, topluluk mirası ve kültürel olanın yeniden inşasında can alıcı bazı soruları gündeme getirmenin önemine dikkat çekmek amacını taşıyor. Depremin yarattığı yıkım zaten var olma mücadelesi veren, on yıllardır asimilasyon politikalarına ve farklı türde sosyal ve kültürel baskılara maruz kalan ve tüm bunlara direnen topluluklar için nasıl bir anlam taşıyor? Kentin aldığı yaranın ötesinde somut olmayan kültürel miras bağlamında nasıl bir etki yaratıyor? Ve özellikle Samandağ’da ne gibi kültürel direniş öğeleri ortaya çıkıyor? Bu yazıda amacım bu soruları yanıtlamaya çalışırken bir yandan da deprem sonrası her türlü ihmale ve ekolojik yıkıma rağmen hala direnen ‘gitmedik, buradayız’ diyen herkese kendimce bir katkı sunmaktır.
6 ve 20 Şubat depremlerinin en çok düşündürdüğü ve üzerine konuşulduğu noktalardan biri belleğin kendisinin binaların ötesinde ve somut olarak görünenin çok ötesinde bir olgu olmasıdır. Mekanı mekan yapan unsur, hatırlanma biçimleri, o mekanların yaşanma ve deneyimlenme biçimidir. Bu nedenle kişisel hafızaların yok oluşu toplulukların da kişilerin de belki de en çok korktuğu unsurlardan biridir. Bu korku temelde hafızanın işlevi ile yakından ilgilidir: “hafıza sadece geçmiş ve günümüz arasında bir köprü kurmak işlevini üstlenmez aynı zamanda depoladığı bilgilerin gerekli yerlerde hatırlanması işlevini de yerine getirerek günümüz ve gelecek davranışları etkiler. Hafıza, toplumların ekonomik, sosyolojik ve teknolojik durumlarının tarihsel gelişimine göre değişir ve dönemin şartlarına göre şekillenir” (Kırcı 2015:9). 6 ve 20 Şubat depremleri sonrasında Antakya’da hem sosyal anlamda hem de aidiyet anlamında bize “kimlik” kazandıran pek çok kent mekanının yıkıma uğradığına şahit olduk. Ancak bununla beraber yaşanan zorunlu göç, yerinden edilme, hayata tutunma mücadelesi ve tüm sorunların ortasında “kimliğimizi” oluşturan kültürel, sosyal, gündelik ve hafızamıza dair pek çok somut olmayan unsuru nasıl ve kimden koruyacağımız meselesi daha da önem kazandı.
Bu sorunun cevabı tarihsel olarak yaşatmak için büyük çabaların verildiği kültürel mirasın ve büyük yıkıma rağmen gündelik hayatı direnişle ve dayanışmayla kuran toplulukların emeğinde yatmaktadır.
Kültürel Mirası Tanımlamak
Kültürel miras anıtlar ve objelerin koleksiyonu ile sınırlı değildir. Kültürel miras aynı zamanda, nesilden nesle aktarılan sözlü gelenekleri, gösteri sanatlarını, ritüelleri, şölenleri, toplumsal uygulamaları, doğa ve evrenle ilgili uygulamalar veya el sanatları üretmek için kullanılan beceriler gibi gelenekleri veya yaşayan ifadeleri de kapsar. Bunlar her ne kadar somut olmasa da – elle tutulabilir nitelikte olmamalarından dolayı – kültürel mirasımızın çok önemli bir parçasını oluştururlar. Bu, somut olmayan kültürel mirastır; bizim geliştirdiğimiz pratikleri ve gelenekleri kapsayan ve devamlı olarak yeniden üretilen, mirasın yaşayan bir formudur. Somut olmayan kültürel miras kültürümüzle ilişkili bir aidiyet ve kimlik hissi sağlar. Öte yandan, insanlar halen somut olmayan kültürel mirasın ortaya çıkmasında ve aktarılmasında kilit rol oynamaktadır. Nesiller arası aktarım, kimlik ve kimliğe ait tarihsel, etnik, dinsel tüm pratiklerin hepsi somut olmayan kültürel miras kapsamındadır (UNESCO).[2]
Elle tutulmayan pratiklerin korunması ve aktarılması elbette zorlayıcıdır ve acil durumlarda, afet ve yıkım sonrasında tehlike altındaki kültürel mirasın korunması için de bu tür durumlarda yapılması gerekenler yine Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) tarafından belirlenmiştir. “Acil durum sırasında ve sonrasında, tehlike altındaki somut ve somut olmayan kültürel mirasın sabitlenmesi ve risklerin azaltılması için yapılması gereken ivedi ve birbirine bağımlı eylemler”in toplamı olarak ifade edilen “kültürel miras ilk yardımı”nın uygulanması için dört aşamalı bir süreç tanımlanmıştır. Buna göre ilk adım “durum incelemesi”, ikinci adım “olay yerinde risk ve hasar tespiti”, üçüncü adım “emniyet altına alma ve sabitleme” sonraki adım ise “ilk toparlanma”dır.[3] Bu ilk yardım tanımının ve protokolünün ötesinde deprem sonrası Antakya’da oluşan çeşitli sorunlar kültürel öğelerin devamı konusunda endişe yaratmaktadır. Sabitlenmesi, kaydedilmesi ve sonrasında toparlanma için destek görmesi gereken kültürel miras Türkiye’de ihmalin diğer yüzünü oluşturmaktadır. Temel ihtiyaçlar konusunda zorluk yaşayan topluluklar oldukları yerlerden şehir dışına göç etmek zorunda kalmaktadır. Bu da aslında kültürel mirası koruma konusunda en büyük handikabı oluşturmaktadır. Tandon’a (2018) göre, “insanları birbirine bağlayan” ve “bir kimlik duygusu sunan” somut ve somut olmayan kültürel mirasa dair her şey, yıkım ve yer değiştirme sırasında daha da değerli hale gelir. “Bu nedenle, kültürel mirasın korunması ve kurtarılması, acil durum sırasında ve sonrasında sağlanan insani yardımlardan ayrılmamalıdır ve geciktirilmemelidir.”
Somut olmayan kültürel mirası korumak, somut, tescilli ve de dünya mirası olarak korunma yollarının bilindiği unsurları korumak kadar basit değil. Tam da bu nedenle bir envanterini tutmanın zor olduğu ancak yerelde pek çok grubun kendi anlam dünyaları içerisinde vazgeçilmez olan ritüelleri ve kültürel öğeleri korumayı konuşmak oldukça elzem. Etno-dinsel ritüeller veya kültürel öğelerin tümü aynı zamanda belirli yaşam tarzlarını ve mekansallığı beraberinde taşır. Bir kültürel öğeyi sürdürmek, korumak ve yaşatmak aslında o kültürel pratiğin çıkışına ve oluş şartlarına geri dönmekle mümkündür. Bu nedenle somut olmayan mirası yaşatmak aslında yeniden dirilişin yolunu döşeyen yegane meselelerden biri olmakla beraber, mekân ve yaşam tarzı gibi pek çok unsuru ilgili toplulukların yeniden var etmesi anlamına gelir. İşte kültürel mirasa dair yerelin söz sahibi olması bu nedenle de ayrıca önemlidir. Kültürel öğelerin tarihselliği ve o pratiklerin nasıl olması gerektiğini yalnızca o topluluk üyeleri tarafından tüm derinliğiyle anlaşılır ve anlatılabilir.
Antropolojik perspektif mekanı ‘insan’ üzerinden tanımlar ve aslında mekanı anlamlı kılan toplumsal hafızanın ve anlatıların kendileridir. Bu nedenle Assman (2001), mekânları belleğin saklama kapları olarak görür. Aytaç’ın da Asman’ın kavramsallaştırmasıyla altını çizdiği üzere “mekânlar, toplumun kolektif hafızasının üzerine giydirildiği özel uzaysal elamanlardır. Toplumsal bellek, mekânlara ruh ve desen verir, orada yaşar, orayı kendine ait kılar. Bu sayede mekânlar, kolektif hafızada iz bırakarak somutlaşır ve yerel aidiyetin odağı haline gelirler. Mekân böylelikle, toplumsal olanın, kültürel zihnin ve algısal dünyanın içine sızdığı, onu dönüştürdüğü, yeniden şekillendirdiği/ürettiği bir gerçeklik olarak öne çıkar. Bu yönüyle, mekânlar, bir nevi hafıza mekânları olarak görülebilirler.” (Aytaç, 2013:143). Hafıza mekanları bir bina veya müze olabilirken bir kişi veya kolektif aidiyete ve ortak bir hafızaya işaret eder. Bu nedenle bir muvvel[4] duyduğunuzda, o muvvel size silinmeye çalışılan dilinizi, on yıllarca tarlalarda pamuk toplayan tarım işçisi aile büyüklerinizi ve onların yaşadığı ayrımcılığı hatırlatırken bambaşka bir mekandan ve kültürel topluluktan gelen kişiye hüzünlü ama estetik bir şarkı gibi gelir. Muvveli okuyan da onun size anlattıkları da sizin hafıza mekanınıza dairdir ve kolektif bir hafızanın parçasıdır. Toplumsal bellek kimliği, zamanı ve mekanı inşa eden en temel unsurdur. O yüzden deprem sonrası Antakya’da yeniden inşa edeceğimiz şey birkaç barınağın, binanın çok ötesindedir ve bunun başında toplumsal hafıza gelir.
Yas ve yas ritüellerinin somut olmayan kültürel mirasta yeri
Kültürel miras düşünüldüğünde ölüm ve cenaze törenleri genelde en son akla gelen unsurlardır. Oysa sosyal ve kültürel antropoloji alanında en çok çalışılan ve araştırılan konulardan biri ölüm ve cenaze ritüelleridir. Ölüm kavramının kendisi kişisel bir olay gibi düşünülse de aslında toplumsal olanın ve kültürel, dinsel ve ekonomik pek çok unsurun kesiştiği bir olaydır. Yas, ölüme dair o yöreye ait kadim bilgiler, inançlar (örneğin reenkarnasyon inancı gibi), cenaze törenlerinde kullanılan tüm objeler ve bu törenlerin tüm pratikleri kültürel mirasın parçasıdır ve nesilden nesle aktarılmazsa yok olur.
Pek çok tören gibi cenaze törenleri de “ortak kimliklerini ifade etmelerine olanak” verdiğinden, “topluluk kimliğinin ve aidiyetinin birey tarafından hissedilmesini sağlar” (Atay, 2004:21). Cenaze törenleri ve kaybedilen kişilerin dini pratiklere uygun şekilde gömülmesi, anılması ve Arap Alevi geleneğinde olduğu gibi yedinci ve kırkıncı günde yemek, bahur gibi ritüellerin gerçekleştirilmesi yalnızca kültürel olan korumak değil giden kişilere karşı vazifeyi getirmek anlamına gelir. 6 ve 20 Şubat depremleri sonrası en acı şekilde deneyimlenen kayıp bu cenaze ritüellerinin yeterli düzeyde yerine getirilmemiş olmasıydı. Bu yazının giriş bölümünde verdiğim örnekte olduğu gibi ölümlerin çok fazla sayıda olması din adamlarının cenazelere yetişmek için olağanüstü çabayı bile yetersiz bıraktı. Ancak Samandağ’da depremden sonra kaybettiklerimizin kırkıncı gününde yapılan kadınların bahur ve reyhanlarla yürüyüşü, ‘Hüznümüz isyanımızdır’ eylemi, kimlik ve kültürel olanın anlamının ne kadar güçlü olduğunu ve yas ve cenaze ritüellerinin “birliktelik” ve birlikte yasa katılım ile acıları azaltmanın ne kadar toplumsal bir mesele olduğunu gösterdi.
Depremden sonra kaybettiklerimizin 40. gününde Samandağlı kadınlar eşi görülmemiş bir rituel gerçekleştirdi. Her sokağı mezarlık olmuş Samandag’da ellerinde bahur ve reyhanlarla yürüdüler. “Hüznümüz isyanımızdır” olarak bilinen bu eylem kolektif yasın, mahalleye, kente tutulan yasın direnişe kattığı boyutu göstermesi açısından da önemli. Kenti yeniden ayağa kaldırmada acının ve yasın ortaklığı büyük bir rol oynamakta. Antakya, bir yandan fiziksel olarak varolma mücadelesi veren halkların bir yandan da birlikte eyleme geçerek kültürel devamlılık ve varoluş mücadelesine giden birbiri içine geçmiş bir süreci deneyimlemeye devam etmekte. İşte bu bağlamda deprem sonrası kültürel devamlılığının asli unsurları olan bazı bayramların yıkımın ortasında bile olsa yapılması hem Aleviler hem de Antakya halklarının her biri için en büyük kültürel direniş sembolleri olarak kayda geçti. Bu bayramlardan ikisine bizzat katılarak ve deprem sonrasında ‘bir araya’ geliş ve kültürel olanı korumak için özellikle Samandağlıların nasıl olağanüstü bir çaba gösterdiklerini deneyimledim. Yazının bundan sonraki bölümlerinde bu iki bayramı ve deprem sonrası topluluk mirasının ne kadar önemli birer parçası olduğunu anlatmaya gayret edeceğim.
Depremden sonra her bir yanı yara almış Hatay’da her sene büyük bir özenle kutlanan ve Arap Aleviler için oldukça büyük ve anlamlı olan bayramların –Gadir Hum ve Evvel Temmuz- yine olağanüstü bir çabayla kutlanması ve deprem sonrası dayanışmanın da sembolü haline gelen kutsal yemek “hırise”nin pişirilmesi kültürel direnişin en büyük iki örneğini oluşturuyor.
Depremden sonra Gadir Hum Bayramı ve “hırise”
Gadir Hum, Arap Aleviler için en büyük ve en kutsal bayram olarak kabul edilir. Bunun nedeni hem önemli bir olayın anılması ve böylece yapılan haksızlığın tekrar tekrar hatırlatılarak belleğe işlenmesi hem de çok eski zamanlarda vuku bulmuş olmasıdır. Hatıraların, aynı şekilde, bir diğer dayanak noktası da yaşanan mekanlardır. Mekan, aidiyet duygusunu güçlendirir; dolayısıyla, kendini özel kimliğiyle belirlemek ve aidiyet duygusunu güçlendirmek isteyen her grup ortak mekanlar yaratır (Can 2011). Deprem sonrasında bu sene 5 Temmuz tarihinde Gadir Hum bayramının zor şartlar altında bile olsa mümkün olduğunca aynı mekanlarda ve mümkün olmadığı zamanlarda alternatif üreterek yine pek çok biçimde kutlandığını gördük.
Hırise, Samandağ, 2023. Foto: Şule Can
Gadir Hum tarihsel olarak egemen İslam tarihini de direnişi simgeleyen bir kutsallık taşımakta. İslam tarihinde “Ğadir-Hum” olayı Peygamberden sonra Hz. Ali'nin halife olacağının ilan edildiği ve bununla birlikte dinin kemale erdiğinin (tamamlandığının) tebliği olarak kabul edilir. Hz. Peygamber, Hac ve Umre ziyaretini yapmak üzere Hicret'in 10. yılında tüm sahabeleri ile birlikte Mekke'ye hacca gider. Hac dönüşünde Ğadir-Hum denilen mahalle gelindiğinde Hz. Peygamber, yanı başında duran Hz. Ali'nin elini tutup havaya kaldırır ve şunları söyler: “Ali'nin kanı kanımdandır, canı canımdandır, teni tenimdendir, ruhu ruhumdandır, Ali ile biz bir nurun ikiye bölünmüş parçalarıyız” der ve şöyle devam eder: “Ben kimin Mevla'sı isem, Ali de onun Mevla'sıdır.” Böylece Ali'yi İslam aleminin yegane adresi olarak gösterir.
Aleviler ve tüm Ehl-i Beyt dostları, Hz. Peygamber'in bu hutbeyi okuduğu Zilhicce ayının 18. gününü “Gadir Hum Bayramı” olarak kutlarlar. Bu olay temelde bir ayrışmaya da işaret eder çünkü Gadir Hum Hz. Ali’nin vasi olarak adres gösterilmesinin kanıtı olarak bilinen bir biattır ancak sonrasında Hz. Ali haksızlığa uğramış ve Hz. Ali’nin yolundan gidenler ile gitmeyenler arasında bir ayrışma yaşanmıştır. Bu nedenle Gadir Hum günümüzde ve deprem sonrasında daha da fazla her Arap Alevi için hafızanın başlangıcı ve egemene karşı tarihi yansıtıyor.
Hırisenin dövülmesi, Samandağ 2023. Foto: Şule Can
Gadir Hum bayramı gündelik hayata dair de pratikleri belirleyen bir bayram. Gadir Hum bayramı, Arap Alevi dinsel pratiklerinden oldukça uzak yaşayan Samandağlı bireyler için bile oldukça kutsal görülen ve bir şekilde ritüellerine dahil olunan bir bayramdır. Hatırlamanın en önemli pratiği olmasının yanı sıra geçmişin kurulmasına yardımcı olan anlatıların yinelendiği “en büyük” diye nitelenen bir bayramdır. Gadir Hum ritüelinde, Samandağ’ın hemen her hanesinde kurbanlar kesilir, bunu izleyen toplu namazlar kılınır ve akşamları aile ziyaretleri yapılır. Kadınlar gün içerisinde çocuklarıyla beraber en kutsal görünen ibadet mekanlarına “ziyaretlere” giderek ibadetlerinin gerçekleştirirler. Bugünün en önemli özelliği, o gün Samandağ’da ve Antakya’nın büyük bir kısmında “hayat”ın tam anlamıyla durmasıdır. Bu kutsal günde özellikle Arap Aleviler işe gitmez, esnaf işyerlerini açmaz, kamu çalışanları izin alır ve öğrencilerin pek çoğu okula gitmez. Ayrıca herhangi bir ev işi de yapıldığı görülmez. Hatta inanışa göre, bugünde “ölüler bile rahat bırakılır ve ahirette sorgu, sual olmaz.” Deprem sonrasında aynı şekilde herkesin Gadir Hum’da bir araya gelmesi ve yine hırise pişirilip ibadetlerin gerçekleşmesi için büyük bir çaba vardı ve benim de parçası olduğum bir ritüelde bu ortaklığın verdiği gücü hissetme şansı buldum. Ortak mekan aynı zamanda ortak kimliğin mekanıdır. Ait olunan, ortak mekan, yani “bizim” mekanımız, bireysel kimliğin ortak kimlikle bütünleşmesine yardımcı olur. Memlekete, köyüne ya da gündelik hayatın hafıza mekanları olan herhangi bir ortak mekana duyulan özlem aynı zamanda ortak kimliğe bağlılığın da aracıdır. Grup ve mekan bir arada, sembolik bir ortak yaşam kurarlar; grup kendi mekanından ayrı düşse de, bu birlikteliği, kutsal mekanları ve zamanları sembolik olarak yeniden üreterek yaşatır. (Assmann, 2001:43) Kutsal mekanın ve ortak yaşanılan zamanın yeniden üretimi aynı zamanda ortak kimliğe referans olan simgelerin anımsanmasıdır (Can 2011).
Evvel Temmuz
Ritüeller topluluk üyelerinin yaşamına değer ve anlam kazandırır. Ritüellerin göz ardı edilemeyecek diğer bir özelliği de yinelenmesidir. Yinelenme, geçmişle ilişkiyi kurmasından ziyade, ritüellerin sürekliliğinin hiç kesintiye uğramamış olduğu düşüncesini belleğe yerleştirmektir. Bu nedenle hem kutsallık atfeden hem de Türkiye’nin modern tarihi ve hatta öncesinde bile pek çok kere asimilasyon politikalarına maruz kalmış toplulukların bir araya gelişinde oldukça önemli rol oynayan bayram ve cenaze ritüelleri kesintiye uğramadığı için kültürel direniş sembolleridir. 6 ve 20 Şubat depremleri sonrası Evvel Temmuz Bayramı’nın 11-15 Temmuz tarihlerinde gelenekselleşen bir festival olarak yapılması da Evvel Temmuz ve bölgedeki halkların tarihi ve kültürel devamlılık için gösterdikleri çaba açısından ayrı bir anlam taşımakta.
Evvel Temmuz ‘Temmuz ayının başlangıcı’ anlamına gelen ve yaklaşık beş bin yıl öncesine uzanan bir tarihi olan bölgesel bir bayram. Temmuz ayı çok tanrılı bir din sistemine sahip olan Sümerler döneminde hasadın yapıldığı ve bir sonraki hasat döneminin bereketli geçmesi için bereket tanrısı Tammuz’a kurbanların adandığı ve şenliklerin yapıldığı aydır. Bugün daha çok Arap Alevilerle özdeşleştirilen Evvel Temmuz bayramı aslında tek tanrılı dinlere geçişten sonra çok tanrılı dinlerden kalan nadir geleneklerden biri. Ancak Evvel Temmuz’un kökeninin nereye dayandığına dair birden fazla açıklama olduğunu söylemek gerekir. Birincisi Sümerlere dayanırken ikincisi de Hıristiyan havarileriyle ilgili bir olaya dayanmaktadır. [5]
Bölgesel ve kültürel anlamda Evvel Temmuz ritüelleri bize toprağı, doğayı ve birlikteliğin gücünü hatırlatıyor. Her sene ritüellere eklenen ve gençleri daha çok cezbeden popüler bir festival ile birleştirilen bu ritüel artık bereketin ötesinde yeni anlamlar barındırıyor. Öncelikle festivalin şu anki halini 2001’de Samandağ Kalkındırma Derneği kurulduktan sonra aldığını not düşmek gerek. Festival önceleri 2-3 gün sürerken, son birkaç yıldır gündemi ele alan çeşitli paneller, kitap söyleşileri veya film gösterimleri ile 5-6 güne yayılıyor. Festivalin sol-sosyalist kültür açısından da politik bir belleği var. Örneğin, 1980 yılında darbe nedeniyle bayram kutlamaları yasaklanmış ve bu bellek engellenmeye çalışılmıştı (Zubari 2016). Kültürel baskıya karşı Evvel Temmuz bayramları festivale dönüştü. Festivallere davet edilen sanatçılar, feminist örgütlerin görünürlüğü ve örgütlenme pratikleri ile ilgili yapılan etkinlikler, düzenlenen paneller ve sinema gösterimleri hem kentin hem de Samandağ’da yaşayan toplulukların asimilasyon politikalarına karşı duruşu niteliğinde oldu. Festival, tarihsel olarak işçi sınıfı hareketleri ve sol hareketlerin güçlü olduğu Samandağ’ın bu kimliğinin temsili haline geldi. Samandağ’ın politik anlamda temsilini yansıtırken festivalin ücretsiz ve sahilde tüm halka açık olması da ayrıca bir duruşu simgeliyor.
23. Evvel Temmuz Festivali, 2023. Samandağ. Foto: Tuncay Yılmaz
Belleğin yitip gittiği, dilin unutulmaya yüz tuttuğu ve her gün biraz daha nefessiz kaldığımız bir dönemde bu festivalin devamlılığı en büyük direniştir. Deprem sonrasında “memleket” üzerine düşünmenin, bir kentin yasını tutmanın ne demek olduğunu deneyimlerken birbirimize tutunup dirilmenin yollarını aramaya başladık. İşte bu festivalin artık yeni bir anlamı ve misyonu var: gidenlerin hatırladıkları haliyle memlekete dönüp yine hasretle sarılacakları “memleket” duygusunu tattırmak. Evvel Temmuz, artık depremden sonra gidenlerin ve özellikle kadınların geri dönüp birbirine sarılıp ağladığı, umutlandığı ve “ev” denilen şeyi yeniden tanımladığı bir zaman olacak uzunca bir süre.
Antakya üzerinden düşündüğümüzde deprem sonrası yas, inanç ve direniş halklar için somut olamayan kültürel mirası yeniden tanımlayan bir süreci karşımıza çıkardı. Yas ritüelleri ve kültürel devamlılığı esas alan tüm eylemlilik gündelik hayatı ören ve somut olmayan kültürel mirası hayatın her alanında var olan canlı bir unsur olarak bizi yeniden düşünmeye davet ediyor.
Sonuç yerine
6 Şubat depremleriyle hayatımızın bir daha hiç eskisi gibi olmayacağı büyüklükte bir yara aldık. Antakya geleceğini göremediği belirsiz günler yaşıyor ve Antakya’nın kadim etno-dinsel toplulukları ülkenin her bir yanına göç etmek zorunda kalmış durumda. Geri dönüş yollarını her gün arayan bizler kentin geleceğini inşa ederken söz sahibi olmanın da arayışı içinde hala yaşamı kurmak için her gün direnmekteyiz. Hafızalarımızda gömülü pek çok insanı, mekanı, hikayeyi ve değeri kaybettik. Yaşam mücadelesi içinde hiçbirinin yasını yeterince tutamadan bir kentin savunmasının içinde bulduk kendimizi. Binaları, yerleri ve sokakları ‘mekan’ yapan bizim hafızamız. Sahip çıktığımız sosyal ve kültürel hafıza aslında her mekanın ve her anın bekçisi. Biz kültürel kimlik öğelerimize sahip çıkarak ve ritüellerimize deprem sonrasında da dört elle sarılarak ‘bizim’ olan tüm mekanları yeniden kurmaktayız. Binaları aynı şekilde inşa etmenin ötesinde bir şeydir hafızayı kurmak ve yaşatmak. Bu nedenle Antakya’ya dair yaşattığımız her şey tüm gerçekliğiyle, yasıyla, inancıyla direnişin birer parçası olarak hem bugünü hem geleceği inşa edecektir.
[1]Kişilerin bilgilerini gizli tutmak amacıyla kullanılan isimler gerçek değildir.
[2]https://www.unesco.org.tr/Pages/168/19
[3]http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=445&RecID=5898#Section6
[4]Arapça uzun hava tarzı şarkılara/ağıtlara verilen genel ad.
[5]https://www.nehna.org/post/tammuz-a-kurban-hasada-dua-halklara-selam-evvel-temmuz
KAYNAKÇA
Assman J. 2001. Kültürel bellek: Eski kültürlerde yazı, hatırlama ve politik kimlik. (A. Tekin,
Çev.), Ayrıntı Yayınları.
Atay, T. 2004. Din Hayattan Çıkar- Antropolojik Denemeler, İletişim Yayınları.
Aytaç, Ö. 2013. Kent Mekanları ve Kimlik/Farklılık Sorunu. Idealkent, 9:138-169.
Can, Ş. 2011. Nusayrilik, Sır ve Direniş. İstanbul Bilgi Üniversitesi. Yüksek lisans tezi.
Kırcı, A.B 2015. Zamana Direnmek: Kişisel Hafıza Mekanları Başkent Üniversitesi. Yüksek lisans tezi.
Tandon, A., 2018. Kriz Zamanlarında Kültürel Miras için İlk Yardım. Kültürel Varlıkların Korunması ve Restorasyonu için Uluslararası Çalışma Merkezi (ICCROM), Roma.
Zubari, İ. 2016. Doğu Akdeniz'in Asi Coğrafyası: Samandağ. Samandağ Hizmet Vakfı Kültür Yayını.