Doğduğum, büyüdüğüm şehrin hem yanı başında hem de bir o kadar uzağında duran, çocukluğumdan beri hakkında nice hikayeler duyduğum ülke, Suriye. Hakkında hep güzel sözler duyduğum, sevgiyle anılan Suriye, ben büyüdükçe maalesef savaşla anılmaya başlandı. Evin içinde annem, babam dahi Suriye’yi sadece eski günleri yad ederek anar oldular. Büyüdüm ve Suriye benim için çoğu zaman akşam haberlerinde savaşla veya Türkiye’deki düzensiz göç konusuyla anılan bir ülke haline geldi. Halbuki benim çocukluğumdan bildiğim, dinlediğim Suriye yasemin kokulu Şam’dı, gümüş çatal-bıçak almaya çarşısına gidilen Halep’ti, sahili öve öve bitirilemeyen “aynı Samandağ” denilen Lazkiye’ydi. Şam’ın eski sokaklarının ne kadar Antakya sokaklarına benzediği, Antakya’daki Uzun Çarşı’nın Halep’teki çarşının nasıl tıpkısı olduğu giden kimsenin dilinden düşmezdi. Ben de ne zaman Suriye konuşulsa bir yandan aklımda hep bu anılarla ama bir yandan da çocukluğumdan duyduğum Suriye fikriyle ikiliğe düşüyordum. Suriye hakkında anlatılanın, gösterilenin ötesi olamaz mıydı? Madalyonun her zaman iki yüzü olduğunu biliyordum, bu yüzden kendime sormadan edemedim: Benim büyürken Suriye’nin geçmişine dair duyduklarım ve sonrasında çok maruz kaldığım savaş gerçeği Suriye madalyonunun bir yüzü ama orada kalanlar ve hala bir şekilde hayatına devam edenler, yaşadığı yeri “eskisi gibi güzel” tutmaya çalışanlar da madalyonun diğer yüzü olabilir miydi?
Yazıya tam başlamadan önce bu yazının odağının düzensiz göç ve savaş gibi konular olmayacağını belirtmek istiyorum . Konu Suriye olunca bunları yıllardır duyuyoruz ve dinliyoruz zaten. Ben bir Antakyalı olarak, depremde ailemi ve gözbebeğim gibi sevdiğim canım şehrimi kaybettikten sonra Suriye’ye giderek çocukluğuma ve ailemin bana anlattıklarına küçük bir gezi yapmak istedim. Orada da bize anlatılanın veya gösterilenin dışında da bir gerçeklik olduğunu gördüm. Bu yazımda orada Antakya’yla nasıl bağlar kurduğumu ve belki de çok bahsi geçmeyen ama hala orada yaşayan insanların da gerçeğine değinmek istiyorum. Bu gezide yanımda Samandağ’dan arkadaşım Ece de vardı. Ece’yle depremde canımız gibi sevdiğimiz Arapça hocamız Fida’yı kaybettik. Kendisi Suriye’den her bahsettiğinde gözleri parlardı. Bize Lazkiye’nin sahillerini, Halep’in kalesini, Şam’ın yasemin kokusunu anlata anlata bitiremezdi. Suriye kültürünü bize sevdiren insandı kendisi, melekten farksızdı. Mekanı cennet olsun. Biz de Fida’nın ve ailelerimizin anlattıklarını yanımıza alıp bir Samandağlı ve bir Antakyalı bu gezi sayesinde özümüze, kültürümüze, farklı bağlarımıza ve içimize doğru bir yolculuğa çıkmış olduk. Bu yazıyı okurken gözlemlerimin ve paylaştıklarımın Antakya’da dinlediğim anılar ve bu gezi sırasında gördüklerim üzerine olduğunu unutmazsanız sevinirim.
Ece ile Lübnan’dan Suriye’ye geçerken, Suriye sınırında.
Biz gezimize Beyrut’tan Şam’a geçerek başladık, çünkü hala Türkiye sınırından Suriye’ye geçiş mümkün değil. Şam’da kalacağımız yere varır varmaz ilk yaptığım hemen teyzemi aramak oldu, çünkü kaldığımız ev benim anneannemin eski avlulu Antakya evinin aynısıydı! Teyzem de telefondan bana sadece “Ben sana dememiş miydim?” dedi. Bir anda o kısa şortlu, avludaki ağaçtan meyve koparmaya çalışan küçük Yiğit oldum sanki. Sonrasında Şam’ın sokaklarında turlamaya başladık. Bu gezimiz deprem sonrasına denk geldiği için midir, bilmem ama sokaklarda yürüdükçe sanki deprem öncesi eski Antakya sokaklarında yürüyormuşum izlenimine kapıldım. Sanki Tristapena’yı tekrar göreceğim, Ehliddar’ın önünden geçeceğim, birinde oturup süvari Türk kahvesi içeceğim. Bir de üstüne girdiğimiz her dükkan bize kahve (aynı bizim gibi acı mı acı kahve!) ikram etmez mi? Tamamen karar verdim, burası buram buram Antakya! Ne kadar da yakınmış kültürlerimiz aslında.
Çok etkilenmiş olmalıyız, çünkü tüm o sokaklarda geze geze geceyi getirdik. Gece nereye geçsek diye dolanıp bakınırken bir baktık “Ya Tabtab Wa Dalla”, “Allah Aleek Ya Sidi” sesleri geliyor bir mekandan. Baktık birileri düğün çıkışı eğlencesine gelmiş arkadaşlarıyla. Arapça şarkılar, halaylar hem içip hem eğleniyorlar. E dedik bu Antakya düğünleri? Hemen katıldık gece eğlencesine. Bizim için bir geceliğine sanki Antakya yıkılmamış da orada bir düğüne katılmışız gibi hissetmek çok garip bir histi. Hem mutlu hem de bir yanımız buruk bir şekilde insanları izledik. Burada da demek ki kalanlardan sosyo-ekonomik durumu iyi olan, bu eğlence mekanlarını karşılayabilen insanlar (Suriye’de kalanlar için buralara gitmek çok pahalı, genel olarak gelir durumu iyi olan insanlar ve onların çocukları bu partilere katılabiliyorlar) hala kendi kültürlerine göre eğlenmeye devam edebiliyorlardı. Bizim için ne kadar kötü şey yaşanırsa yaşansın bu ihtimalin olduğunu görmek bile umut vericiydi.
Şam’da kaldığımız yer ve eski Şam evleri
Odamızın pencereleri
Şam sokakları
Şam’da şehir merkezinde her ne kadar umut vaat eden bir tabloyla karşılaşmış olsak da tüm ülke için tablonun böyle olmadığını tahmin etmek zor değil. Sadece fiziksel yıkımdan da bahsetmiyorum burada, aslında tüm ülkede insanlar üzerindeki manevi yıkım da fazlasıyla ağır. Hiç unutmuyorum, Şam’da şehri terk etmeden önce şehre yukarıdan bir baktık. Apartmanlar çoğu terk edilmiş ve boş dairelerle doluydu. Yanımda Suriye’den, orada tanıştığım bir kişiye “Bu apartmanların çoğu boş değil mi?” diye sordum ve bana “Keşke içi boş olanlar sadece apartmanlar olsaydı. Biz kalanların da içi boş artık. Gelecekten ne beklediğimizi bilmiyoruz ama yaşamaya devam ediyoruz” dedi. Aslında bu tarz diyaloglar galiba depremden önce beni bu kadar da etkilemezdi ama yaşadığımız depremden sonra her ne kadar Suriye’de kalanlar kadar anlayamayacak olsam da galiba “içi boş bir şekilde hayata devam etmenin” ya da “devam etmeye çalışmanın yollarını aramanın” ne demek olduğunu tahmin edebiliyorum. Yine de bu kadar uzun yıllar süren iç savaşı görmüş insanların ne olursa olsun hayatlarına devam ediyor olmaları ve şehirlerine sahip çıkmaları beni umutlandırdı. Bizim de kendi şehrimiz için ne felaket gelirse gelsin bağımız sürdüğü sürece onu yaşatacağımıza dair inancımı harmanlamış oldu.
Şam, tepeden bir fotoğraf
Şam’dan bir sonraki durağımız Homs, Türkçesiyle Humus şehri oldu. Galiba savaşın gerçekliğiyle en çok yüzleştiğim ve zıtlıkları en çok gözlemleyebildiğim şehir burası oldu. Bir bina üzerinde kaç mermi izi olabilir? Bu soruyu kendime Beyrut’u gezerken çok sormuştum ama Humus’ta bu soru daha da aklıma takıldı. Şehir maalesef yerle bir olmuş ve savaşın izlerini her yerde görmek mümkün. Binalarda mermi izleri, yürüdüğümüz yerlerde bomba izleri, yukarıdan bombalanmış binalar… Bunlar aslında medyadan gördüğümüz görüntülerdi ama insan karşısında bu gerçekliği bir anda görünce sanki daha önce hiç görmemiş gibi şok geçiriyor. Buna rağmen, benim en çok şaşırdığım kısım şehrin yıkılması değil, şehirde kalanların tekrar ve tekrar şehri yeniden ayağa kaldırmak için olan çabası oldu. Mesela, onca yıkıntı arasında çarşıyı geziyoruz ve birileri hala ürünlerini satıyor. Çarşının ortasında yıkıntılar arasına biri kahvehane açmış, çatısını orada kalanlar rengarenk bir şekilde imece usulü koymuşlar üstüne. Kahve içiyoruz orada ve sahibi “Ehleen!”[1] diye bizi karşılayıp sonra para almamak için ısrar ediyor. Humuslu rehberimiz bizi savaş sonrası yazılmış duvar yazılarının önüne götürüyor ve barış yazılarını gösterip şehrin çok kültürlü yapısını anlatırken gözlerinin içi parlıyor. Orada anladım aslında gitmek zorunda olan kadar kalan için de zor buralar ama biz kalanların hikayelerini duymuyoruz. Aslında kalanın hayata tutunma hikayesi de zorluklarla dolu. Suriye bana gitmenin de kalmanın da politik bir tercih olmak zorunda olmadığını gösteriyor bir yandan. Hatta belki de tercih bile olmadığını bazen. Şartlara göre şekilleniyor durum birçoğu için. Belki de sıkıntı “Suriyeliler” hakkında konuşurken bizim hep homojen bir grup düşünmemiz ve Suriyelileri tek bir görüşten insan topluluğu olarak kodlamamızdır. Halbuki Suriye insanı da Hatay insanı gibi karmakarışık, çokkültürlü ve heterojen. Beni en çok etkileyen ve kendine hayran bırakan özelliği de bu oldu zaten şehirlerde.
Humus, çatısı yapılmış o kahvehane
Humus’ta şehrin Antakya’yla bağını en çok hissettiğim kısım galiba oradaki Ortodoks Kilisesi’ni ziyaret ettiğim kısım oldu. Papaz Antakyalı olduğumuzu öğrenir öğrenmez bizi kapıda karşıladı. Antakya’daki Ortodoks Kilisesi’nin yıkıldığını duyduklarından beri ne kadar üzüldüklerini, aslında Antakya’daki kilisenin hala patrikliğin merkezi sayıldığını söyledi. “İlk günden itibaren sizinle birlikte üzülüyoruz, bizler sınırın iki yanındaki kardeşleriz aslında, topluluklarımız benzerdir” dedi. Sonrasında ise bize tüm “Sancak”[2] ve “Antakya”nın yeniden eski güzel günlerine devam edebilmesi, yeniden inşa edilebilmesi için Süryanice dua okudu. Öyle anlarda insan yalnız olmadığını hissediyor, aslında yıllardır bize uzak gelen komşudan insanlarla nasıl eskisi gibi gönüldaş olabileceğini düşünüyor. En azından ben öyle düşündüm. Kiliseden kutsal sularımızı alıp ayrıldık ve papaza “Ma es’selama”[3] deyip çıktık. Farklı dillerde, farklı inançlarda aynı niyetlerle edilen duaları ne kadar özlemişim. Antakya’yı ne kadar özlemişim.
Antakya adına duamızı ettiğimiz o kilise, Humus
Humus’tan sonra rotamızı Halep’e çevirdik. Halep’te de maalesef Şam’da gördüğümüzden farklı bir tabloyla karşı karşıya kaldık. Yıkılmış, bombalanmış bir şehir. Her tarafında enkazlar var. Halep’le ilgili bu kısımlar medyada da çok gördüğümüz kısmı olduğu için ben tekrarlamayacağım. Halep rahmetli babamın en sevdiği şehirdi. “Halep insanı bir başkadır, kültür seviyesi yüksektir” derdi. Oradaki udlara meraklıydı. Kendisi de ud çalardı. Çarşısından kendime küçük bir ud alıp babamı anarak yoluma devam ettim. Halep Kalesi’ni gezerken şehrin ne kadar kalabalık olduğunu düşündüm. Yanımızda rehber bize savaşın Halep’i ne kadar vurduğunu, karşılıklı kapıların bile mermi izleriyle kaplı olmasının manidar olduğunu, çünkü burada gerçekten komşunun komşuyu vurduğu çatışmaların yaşandığını anlattı. Şu anki haliyle bile bu kadar güzel durabilen bir şehirde (eski halini düşünemiyorum bile, galiba haklıydın baba!) her sabah günaydın dediğin komşunla silah silaha gelmek ne kadar zordur, bu gerçekliğin yaşandığını bildiğin yerde hayatı yeniden kurmaya çalışmak ne kadar zordur, kim bilir? Bir de tüm bunların üstüne burada kalanlar bir şekilde şehri eski günlerine kavuşturmaya çalışırken depremin denk gelmesi, ne talihsizlik! Enkazların önünden geçtik. Çoğu kaldırılmamış. Yaptırımlardan dolayı yardım malzemelerinde bile eksiklikler olduğu için halk kendi gücüyle enkazın altında kalan yakınlarını çıkarmaya çalışmış, ona da güçleri yettiği kadar. Çıkanların çoğu da yine hastanelerdeki eksiklerden dolayı hayatını kaybetmiş. Çoğu çıkarılan insana hastanelerde gerektiği gibi bakılamamış da zaten. Depremde çok büyük acılar yaşayan biri olarak Halep’te kalanlarla en yakın hissettiğim an o andı galiba. İki laflarından biri kaybettiklerine rahmet dilemek ve de şehri geri o eski güzel günlerine getirmenin heyecanı. Aynı bizim gibi. Belki de o kadar yaşanan trajediye rağmen dayanabilmenin yolu her sabah uyandığında bir amaçla uyanmaktan geçiyordur. Belli ki Halep’tekilerin (en azından benim tanıştıklarımın, duyduklarımın) amacı da bizler gibi şehirlerini eski parlak günlerine geri getirmek ve huzuru hakim kılmak bu ortak coğrafyada. Umarım bir gün yine bu şehirlerde hüzün, yıkım ve vefatlar değil, güzellikler ve selamet görebiliriz.
Halep Çarşısı, bir yandan restore edilen taraflar bir yandan hem depremden hem savaştan enkaz ve yıkıntı halindeki kısımlar
Halep Çarşısı, Antakya Kapısı. Buraya bu adın verilmesinin nedeni bu yol takip edildiğinde yolun Antakya’ya çıkmasıymış. İki şehrin bağları çok eski tarihlere uzanıyor.
Suriye’de son duraklarımız Lazkiye ve Keseb oldu. Benim için tüm gezinin en önemli kısmı burasıydı, çünkü tüm gezimi aslında bunun için planlamıştım. Lazkiye rahmetli annemin en sevdiği şehirdi Suriye’de. “Sahilleri ne kadar güzel, insanları ne kadar modern derdi” hep. Savaştan önce Lazkiye’ye gitmişti teyzem ile annem ve oranın ünlü otellerinden Hotel Le Meridien‘de kalmıştı. Öve öve bitirememişti oteli de sahilini de. Oradan da iki fotoğrafı kaldı bana depremden sonra. Ben de Lazkiye’de, gezi partnerim Ece’yi yanıma alıp oraya götürdüm. Aslında annemle savaş bittiğinde Lazkiye’ye tekrar gitme sözü vermiştik birbirimize, fotoğrafları tekrarlayacaktık. Hayat böyle ama işte, kısmet olmadı. Fotoğrafları 16 yıl sonra bu sefer annemsiz tekrarladık. Gerçekten de Lazkiye annemin anlattığı gibi çok güzel bir şehir. Güneşi de deniz esintisi de insanı Samandağ’da oturuyormuş gibi hissettiriyor. Yolda giderken geçtiğimiz yeşillikler, evlerin tipi, insanların giyimi, konuşma tarzı hepsi Samandağ’ın aynısı. Sınırla ayrılmış olsa da Lazkiye ve Samandağ, bu sınır kültürleri ayıramamış. Aynısı Keseb için de geçerli aslında. Oradan sınıra gidip Yayladağı’na gitmeden önce Keseb’te bir lokantada oturduk. Bir baktık çalışan Ermeni abla bizimle Türkçe konuşuyor! Yemekler de bizim Antakya ve Samandağ yemeklerinin aynısı, inanılmaz lezzetli. “Acaba savaş olmasaydı ve sınırlar kapalı olmasaydı ne kadar sık gidip gelirdik?” diye düşünüp veda ediyoruz lokantaya sınırdan Türkiye’ye girmek için.
Her ne kadar yazı boyunca geziden bahsetmiş ve diğer meselelere çok girmemiş olsam da galiba kendimi tutamayacağım ve “tehlikeli konular” üzerine de bir iki kelam edeceğim. Başta da anlattığım üzere bu gezi aslında özümüzü, kültürümüzü anlamaya ve anne, babalarımızın, Fida’nın bizlere anlattığını kendi gözümüzle görmeye ve içimize doğru bir yolculuğa çıkmaktan ibaretti. Oraya gidince ise bu gezi medyada gördüklerimizi bizi sorgulatan bir geziye dönüştü. Bir tarafta bomba izleri, mermi izleri, deprem yıkıntıları; öbür tarafta da yeniden yapılmış, restore edilmeye çalışılan eski yapılar, evler. Özellikle Humus’un heterojen yapısı ve yaşanılanlar beni çok düşündürdü (kim bilir belki de Antakya’yı anımsattığı içindir) ve kendinden olmayanı sindirmeye çalışmanın, “öteki”ye düşman olmanın ne kadar ağır sonuçlar doğuracağını belki de en acı şekilde gösterdi. Peki sadece bunlar üzerine mi konuşmalıyız konu Suriye olunca? Suriye bundan mı ibaret? İşte ben Suriye denilince sadece bu konular üzerinde dönüp dolaşmayı yanlış buluyorum. Suriye bundan çok daha fazlası. Evet içinde acıyı da, travmayı da, yıkımı da, hüznün en ağırını da barındırıyor. Ama bundan ibaret değil. Medya Suriye deyince sadece yıkılmış binalar, ağlayan çocuk videoları ve toz içinde kalmış caddeler gösteriyor. Suriye ülkeyi terk eden ve etmek zorunda kalanlar için kolay bir ülke olmadığı gibi maalesef kalanlar için de öyle kolay bir yer olmadı. Buna rağmen oradaki insanlar bir şekilde hayata tutunmaya devam ediyorlar.
Nasıl mı? Bütün yazımda anlattığım gibi tekrar tekrar yeniden inşa ediyorlar şehirlerini, ülkelerini. Tur rehberimiz bize bir hikaye anlattı gezi sırasında. “Dostlarım savaş başladı, beni aradılar iyi misin diye. IŞİD şehrimize dayandı beni aradılar yine. Yangın çıktı, aradılar. Deprem oldu aradılar. Şimdi aramıyorlar belli ki sana bir şey olmaz diyerek. Humus da benim gibi işte.” Aslında kalanların tüm hikayesi burada gizli. Ne olursa olsun devam etmenin bir yolunu buluyorlar. Belki zorunluluktan, belki sabah yataktan kalkmaya sebep bulmaktan, belki de böyle olması gerektiğini düşündüklerinden. Ama bir yolunu buluyorlar. Kahve içeceğin bir yer açıyorlar mesela, tavanını tüm şehir imece usulü yapıyor. Oraya gidiyorsun, yerlisine destek olmak istiyorsun. Hesabı ödemeye kalkınca sana “Le valla habib”[4], “alamayız, sen misafirsin” diyorlar. Her dükkanda “Ehlen ‘u sehlen” (Hoş geldin/hoş geldiniz) duymaya devam ediyorsun, o kesilirse şehrin tüm tadı asıl o zaman kaçacakmış hissini görüyorsun insanlarda. İnternetten dil öğrenip tur rehberliği yapmaya başlıyor başka bir yerlisi. Turistlere derdini istediği gibi anlatıp ek gelir edinebildiği için hayata tekrar umutla bakıyor.
Ben kendi adıma orada tanıştığım Suriyeli arkadaşlarımdan çok hayat dersi biriktirdim. Orada tanıştığımız herkes bize siyasetten, politikadan bıkmış, usanmış olduklarını söyledi. Konuşamadıklarından mı gerçekten bıktıklarından mı bilinmez ama bana bıkmaları için pek çok sebep var gibi geldi bu gezimde. Suriyelileri hep homojen ve tek sesli bir grup olarak düşünüyoruz ama içinde binlerce farklı görüş ve renk var. Bu renkleri griye ve savaşa sıkıştırmak bana hiç doğru gelmiyor. Bu coğrafyadan olmayanın ben bu “hayatta kalma çabası”nı tam olarak anlayabileceğini pek düşünmüyorum ya da anlamak için çok çaba sarf etmesi gerekiyor. Büyük ihtimal savaş dışında gelen fotoğraflara farklı farklı yakıştırmalar yapıp yine görmek istedikleri “mağdur” insana odaklanacaklar veya başka bahaneler bulacaklar bu fotoğraflar için deprem bölgelerinde olduğu gibi. Bizlerin ise gerek aynı coğrafyayı paylaşmamızdan gerekse kaderlerimizin, tarihlerimizin çok da uzak olmamasından bu madalyonun iki yüzü olması olayını anlayacağımızı ve paydaşlık edebileceğimizi düşünüyorum.
Umarım Suriye için, tüm Suriyeliler için güzel günler uzak değildir. Çok güzel bir ülke Suriye ve bana kalırsa göz bebeği gibi bakılmayı hak ederken son yıllarda yaşadıkları kalbimi acıtıyor. Seninle tekrar buluşmak dileğiyle Suriye. Kendine iyi bak.
Humus, yeniden restore edilen Halid bin Velid Camii
Annem, babam, Fida, Eylem Abla, Güngör Teyze ve Antakya’da kaybettiğim tüm sevdiklerim, bu yazıyı size adıyorum. Galiba bu geziden sonra bütün bu yazdıklarımı en çok sizinle karşılıklı bir Türk kahvesi eşliğinde konuşmak isterdim. Ne yazık ki deprem aldı götürdü bu ihtimali ellerimden. Umarım her neredeyseniz, beni görüyorsanız bu yazıyı okursunuz. Sizinle hep konuştuğumuzu yaptım ve gezi boyu hep sizleri andım. Sizi çok özlüyorum ve çok seviyorum. Hepiniz hala bana yol gösteriyorsunuz (evet Suriye gezimde bile!). Hayatımda kalmaya devam edin böyle. Behibkon[5].
[1] Arapça “hoş geldiniz” demek. Hatay’da hem bir mekana girerken hem çıkarken söylenir.
[2] Fransız işgali döneminde Hatay, İskenderun Sancağı, kısaca Sancak olarak anılmıştır. Suriye’de de çoğu kişi hala Sanjaq/Sancak olarak bilmektedir Hatay’ı.
[3]Tam çevirisi “Selametle, barışla”. Arapçada hoşçakal anlamında kullanılıyor.
[4]“Hayır valla canım” demek Arapça’da.
[5]“Sizi seviyorum” demek Arapça’da.