Zaman, her ne kadar çizgisel akışa sahip olsa da, kendi içinde döngüsel olaylar barındırır. Benzer olayları, farklı zamanlarda geri döndremez bir biçimde, yeniden ve yeniden yaşarız. Geçmişe müdahale etme şansımız olmamakla birlikte, geleceğe dair bir şeyler yapabilmeyi, döngüyü değiştiremesek de gelecekte daha dirençli kalabilmeyi becerebiliriz. Ancak çoğu zaman, bu ihtimali gerçekleştirme olanağını göz ardı ederiz. 6 Şubat ve peşi sıra gelen depremlerin ardından, çizgisel ve döngüsel kavramlarını eğer Antakya üzerinden okumak istersek; bu kent, M.Ö. 300’lerdeki kuruluşundan bu yana çizgisel bir biçimde akan zaman içinde, döngüsel olarak 150 yılda bir tekrar eden 7 ve üzeri şiddetli depremler silsilesinin etkileriyle defalarca karşı karşıya kalmış. Şimdi, gelecekteki gerçekleşme ihtimali bir hayli yüksek olan döngüyü kıramasak da, süreçten doğru dersler çıkartarak, yazgıya daha dirençli karşılık verebilme şansına sahibiz.
Öncelikle dünya tarihi içerisinde bu kentin hayat hikâyesi ile kişisel hikâyelerimizi zamanın akışı içerisinde birbiriyle çakıştırmaya çalışalım. Bir önceki yıkıcı depremin 1872 yılında meydana geldiği gerçeğinden hareketle, bu depremin bir benzerini 2012 doğumlu olan oğlumun yaşadığı gibi, onun dedesinin dedesi de tam 140 yıl önce yaşadı. Eğer oğlum ve ailesi hayatının geri kalanında Antakya’da yaşamaya devam edecek olursa ve döngü bu şekilde sürerse, oğlumun oğlu ve oğlumun torunu benzer bir durumla karşı karşıya kalmayacak. Ama oğlumun torunun torunu, bir sonraki depremi, eğer bizler şimdiden dersler çıkartıp, önlemler almazsak, tüm soğukluğu ve çıplaklığıyla yaşayacaktır. Babam, ben ve oğlum -150 yıllık döngü- yani beş kuşak içerisinde yer alan bu üç kuşak, bu depremi ve sonrasını tüm gerçekliğiyle yaşadık, sonuçlarına katlanmaya çalışıyoruz ve katlanmaya da devam edeceğiz. Bu şiddetteki bir depremi hiç yaşamamasını umduğumuz, bir veya iki kuşağa, bir daha aynı yıkımları ve aynı kayıpları yaşamamak adına, bildiklerimizi ya da henüz öğrenmediklerimizi aktarmak durumundayız. Yoksa bizden sonraki dördüncü ve beşinci kuşaklar da yaşadıklarımızın bir benzerini yaşama talihsizliğinden kendilerini kurtaramayacaklar. Tüm bu yaşananları Nevzat Sayın, “bu bir doğal felaket değil, bir beşerî felaket” olarak tanımlıyorken, şu andan itibaren, tarihin bize vermiş olduğu sorumluluğun ciddiyeti içerisinde kalarak, bu kısır döngüyü kırmak, beşeri uyararak, üzerimize düşen sorumlulukları muhakkak yerine getirmek durumundayız.
Tarih sahnesinde kendimizi ve neslimizi konumlandırmanın ardından, sonraki kuşaklara bu deneyimi ve bize öğrettiklerini aktarabilmemiz adına, bu kentin özellikle tarihi kent merkezinin yaşadığı en son yıkımı sağlıklı bir biçimde algılamak ve irdelemek gerekir. Karşımızda, bir kentin %85’inin yıkımından oluşmuş; sorgulanmayı, çözümlenmeyi bekleyen, hiçbir biçimde enkaz ya da moloz olarak değerlendirilmemesi gereken bir bilgi yığını duruyor. Benim ve benim gibi birçok kişinin de ortak düşüncesi, bu yıkım ve bilgi kümelenmesinin, cerrah titizliğinde bir müdahaleyi hak ettiği yönündedir. Antakya, kaçıncı defa olduğunu kesin olarak bilmediğimiz bir yıkım ve yeniden yapım süreci içerisinde, sedye üzerinde komadan çıkmayı beklerken, masanın başındaki uzmanlar, müdahale biçiminin ne şekilde olması gerektiğine yönelik şu üç yöntemi tartışmaktalar:
1. Şehrimizi ölmüş kabul edip, Antakya’yı yeni bir yerde, yeniden inşa etmek.
2. Genetik kodlar ve kültürel bağlam göz önünde bulundurularak, hastayı diriltip, rehabilite edip, dağarcığı nesiller boyu aktarmaya devam etmek.
3. Genetik kodların aktarıldığı, her şeyiyle yeni bir şehir inşa ve ihya etmek.
Mezarlıklar şehirlerin birer parçasıdır. “Dünya”yı bir şehir olarak kabul edecek olursak, tarih boyunca birçok kentin mezarlığa döndüğüne, yıkılıp yok olduğuna, ortadan kaybolduğuna şahitlik etmişizdir. “Şehir mezarlığı” tabiri alışık olduğumuz bir tabir iken “yok kentler” den müteşekkil “mezar şehirler” aslında bizler için çok da alışık olmadığımız bir kavramdır. Persepolis, Kartaca, Machu Picchu, Babil gibi her biri bir sebeple, anlı şanlı geçmişleri olmasına rağmen, tarih sahnesinden birer birer silinip, mezar şehirler tarihine adlarını yazdırmışlardır. Bu bizler için düşük bir ihtimal olsa da biz de artık gerçeği kabullenip, son temsilcileri olarak deneyimlediğimiz bu şehrimizi, tarihin en üst katmanı olarak kabul edip, bırakıp gitmeli miyiz? Bu yaklaşım, bir kısım yerbilimci ve mimar tarafından ortaya konulan bir görüşe ait.
Bir diğer görüş de, içerisinde mimar, şehir plancısı, arkeolog, koruma uzmanı, sosyolog, antropoloğun bulunduğu, Antakya’nın tarihi, kültürel, kentsel ve demografik sürekliliğini savunan ve daha geniş bir tabana yayılan görüş. Çünkü Antakya yukarıda sayılan mezar şehirlerden farklı olarak, yangına, istilaya açık, doğal afetlere karşı dirençsiz ama hayata tutunmaya azimli ve dirençli kentlerden biridir. Böyle bir yaşama azmi varken, hastayı sedyede kendi kaderine bırakmak ya da tüm yaşamsal bağlamından koparmak düşünülebilir mi? Peki, bu kentin belleğinde yıkım, genetiğinde enkaz altında kalma bilgisi yer almışken, neden yeniden burada yaşamı kurma ve yaşama isteği tekrar ve tekrar tezahür ediyor?
Bunun nedeni, 2350 yıl önce temeli atılan bu kentin, Tuğçe Tezer’in sürekli dile getirdiği “Ova, Nehir ve Dağ” bağlamından kaynaklanıyor olabilir. Bu üçlü yaşamsal açıdan öyle bir ortam ve imkân yaratıyor ki, adeta ana rahmi gibi bereketli. Her doğumda olduğu gibi sancılı geçen her süreçte, coğrafyayı, depremi, inşa etme kültürünü iyi bellemiş olan bu doğurgan anne, her zaman gürbüz bir bebe veya bilge bir dede vermiştir, dünya kentler tarihinin kucağına. Ne zaman ki “Ova”, “Nehir” ve “Dağ” üçlüsünden biri yahut ikisi birden yadsındı veya görmezden gelindi, o zaman düşük riski ortaya çıktı ya da ölü doğum gerçekleşti. İşte biz o zaman, bebeği kaybettik.
Bu kente ve kentin tarihine olan borcumuz gereği, dünya medeniyet tarihi içerisinde yerini almış bir kültürün sürekliliğini depremin kesintiye uğratmasına müsaade etmemeliyiz. 150 yılda bir 7 ve üzeri şiddette bir depreme ve büyük yıkımlara maruz kalan bir kentin fiziksel ve kültürel sürekliliğinin devamı, şu anda enkaz görünümünde olsa dahi yine de elimizde olan bu çok kırılgan veri bütününü koruduğumuz müddetçe gerçekleşecektir. Ki bu veri, içerisinde yüzümüze bir tokat gibi çarpan hatalarımızı içeriyor olsa da; bu öğretici kümenin, hızlı bir şekilde olay mahallinden kaldırılmasına izin vermemeliyiz. Kentimizle, kendimizle, geçmişimizle, hatalarımızla yüz yüze gelmeli, hesaplaşmalı ve helalleşmeliyiz. Yoksa ya terk-i diyar edeceğiz ya da yeni doğacak olan bebeğin, sadece genetik kodlarıyla değil kültürel kodlarıyla da yaşama tutunmasına olanak tanıyacağız.
Hastanın başında görüş bildiren ve eyleme geçen bir diğer grup da, çoğunlukla bürokratlardan, vakıf mütevelli heyetlerinden, özellikle Antakya’yı tanımayan ve yeni yeni tanıma edimi içerisine girmiş olan mimar, yüklenici, şehir plancısı, sanat tarihçisi, arkeolog ve akademisyenlerden oluşan görkemli bir uzman grubu. %85’i harap olmuş bu kentten öğrenilebilecek ve kurtarılabilecek birçok şey varken hastaya müdahale biçiminin de ne olduğu, gerçekleştirilen eylemlerden sonra yavaş yavaş anlaşılmıştır. Tescilli kültür varlığı ya da değil, ağır hasarlı veya yıkık durumdaki her yapının, sadece yeniden yapımı amaçlı gerçekleştirilen enkaz kaldırma işlemi, koruma ve mimarlık açısından doğru bir yaklaşım olmadığı gibi adeta ana rahminin içindeki fetüsü kazıyıp almak anlamına da gelir.
Teşhis aşamasında, Antakya Tarihi Kent Merkezi içerisindeki yapıların hasar tespitinin az, orta, ağır ve yıkık olarak derecelendirilmiş olması, hasarın mahiyetini tam olarak anlatmakta yeterli olmamıştır. Yapılar “Tescilli Kültür Varlığı” ya da “Çevre Uyumlu Geleneksel Yapı” olarak ayrı ayrı değerlendirilmemeliydi. Çünkü Antakya tarihi kent merkezi içindeki her yapı, tarihi dokuyu tamamlayan bir unsurdur. Yapıdan çok dokuyu koruyan bir yaklaşım içerisinde olunmalıydı.
Tedavi aşamasında, her yapı için ayrı ayrı değerlendirmeler yapılmalı, hasar durumunun ağır olmasına göre topyekûn enkaz kaldırılmamalıydı. Mümkün olduğunca parsel sınırları içerisinde ayrıştırma yoluna gidilmeliydi. Alanda çalışan ağır iş makinalarının, toprak üstünde olduğu kadar, toprak altındaki arkeolojik yapılara ve bu yapıların alt kotlarındaki uzantılarına zarar vermesine müsaade edilmemeliydi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kamu yapıları ve vakıf eserleri için hasar tespitinden, enkazın korunmasından, molozun ayrıştırılmasına kadarki süreçte göstermiş olduğu hassasiyeti ve özeni, alan içerisindeki diğer şahıs mülkleri, sivil yapılar için de göstermesi gerekirdi.
Sonuç olarak, yakın bir zaman içerisinde içimizi çok acıtacak bir “Eski Antakya” portresiyle karşı karşıya kalmamız muhtemel. Şehrinizi ne kadar iyi tanıyor olsanız dahi, boşluk içerisinde kaybolacaksınız. O kadar ki, keşke enkazıyla birlikte yıkık bir biçimde kalsaydı da bu bomboş alanı görmeseydik diyeceksiniz. Bu belki sizin kente dönüş isteğinizi, yeniden bir ihtimal yaşama tutunma arzunuzu tüketecek. Ama vazgeçmeyin. Sahiplenin. Sen, ben, biz olmasak, “onlar” olacak.
Uzun bir zaman içerisinde de -belki bir ihtimal- belleğinizdeki anı noktalarına temas ederek kendini hatırlatacak, alana tek tük serpiştirilmiş yapılarla karşılaşacak, ama bağ kurduğunuz esas mekânlar artık orada olmadığı için, anılarınızı tümden yâd edemeyeceksiniz. Her zaman “ahh o eski günler” diye iç geçireceksiniz. Çünkü hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ama yine de vazgeçmeyin. Sahiplenin. Sen, ben, biz olmasak “onlar” olacak.
Merkezi otoritenin, “Yerinde Yeniden İhya” ve “Aslına Uygun Restore Edeceğiz” diyerek, Antakya Tarihi Kent Merkezi içerisinde gerçekleştirdiği çalışmaları anlatan bir örnek:
Hatay İli Antakya İlçesi 3. Mıntıka 115 parseldeki, farklı dönemlerde müdahalelere maruz kalmış bir “Çevre Uyumlu Geleneksel Yapı”dır. 2021 yılında yapının rölöve projeleri, ilgili idare olan Antakya Belediyesi’ne sunulmuş ve onaylanmıştır. Yapının restorasyon projeleri de onaylanmak üzere Hatay Koruma Bölge Kurulu’na havale edilmiştir. Hatay Koruma Bölge Kurulu 23.12.2020 ve 1025 sayılı kararı ile yapının tescillenmesine ve projelerin tescilli yapılarda talep edilen düzenden yeniden çizilmesine karar vermiştir. 2021 yılında Hatay Koruma Bölge Kurulu’nun onayının ardından rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerine göre yapıda uygulamalara başlanmıştır. Yapının restorasyonunun tamamlanmasına yakın bir zamanda, restorasyon tadilat projesi hazırlanmış ve ilgili belediyeye havale edilmek üzere sunulmuştur. Ancak 6 Şubat ve 20 Şubat depremlerinden sonra yapı hasar görmüş olsa da, çevresinde hiçbir sağlam yapı olmamasına rağmen ayakta kalmayı başarmıştır. Hasar tespit çalışmaları sonucunda hasar durumu “Ağır Hasarlı” olarak belirlenmiş, ancak yürütmeyi durdurma istemi ile dava açılmış ve ara karar çıkmıştır. Tüm bu gelişmelere rağmen, yapı yıkılmadan yerinde tespitler yapılıp güçlendirilebilecekken, müellifin ve mülk sahiplerinin haberi olmadan, 30 Ağustos 2023 günü tamamen yıkılmıştır. Deprem öncesi ve sonrasına dair hava fotoğraflarında, yapı gayet net bir biçimde görünmektedir. Ancak depremin yıkamadığı, ayakta olan “Tescilli Kültür Varlığı Yapı”, kepçeler yardımıyla yerle bir edilmiştir. Yapıya ait alanda bir tek kuyu ağzı bırakılmıştır. Peki, ağaçlardan ne istediniz; onlar da mı ağır hasarlıydı?
Halbuki, depremde 3. Mıntıka 115 parseldeki “Tescilli Kültür Varlığı Yapı”dan daha çok hasar görmüş olan 3. Mıntıka 1441 parseldeki kültür varlığı yapı, proje müellifinin girişimi ve yapı malikinin bedelini karşılaması sonucuyla yerinde ayrıştırılmıştır. Bu konuda koruma bölge kurulundan izinler alınmış, alandaki Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın uzmanlarıyla mutabakatlara varılmış, gerçekleştirilen yerinde ayrıştırma uygulamasıyla yapıya ait birçok malzeme, detay korunmuş, yapının neden yıkıldığına ya da bazı bölümlerinin neden ayakta kaldığına dair birçok veri, tespit yapılabilecek bir biçimde ortaya çıkarılmıştır. Yapıyı ayakta tutan taşıyıcı sistem ve elemanlar zarar görmüş ve bir daha kullanılamayacak olsa dahi, yerine konması çok zor hatta imkânsız olan bazı yapı elemanları, yerinde muhafaza edilmiştir. Bunlar arasında bulunan kiremitler, karo mozaik zemin kaplamaları, ahşap kornişler, dolaplar, pervazlar, mahmel ve yüklükler, kesme taş malzemeler, aşık, mertek ve alınlıklar, ferforje korkuluklar, yapının avlusunda korunmuştur. İlk aşamada yapı sahibi adına külfetli bir iş olsa da, yapının kepçelerle yıkılıp, kamyonlarla ayrıştırma merkezine götürülmesi, orada ayrıştırılması, restorasyon aşamasında malzemenin yapı alanına yeniden getirilmesi, eksilen malzemelerin yerine yenilerinin konulmasının maliyeti, bu ilk aşamadaki maliyetin, kat be kat daha üzerinde olacaktır. Ekonomik açıdan bir darboğazda olan bir ülkenin, depremden dolayı tüm varlığını kaybetmiş olan bir şehrinin insanlarının “tek atımlık barutları” varken, kaynaklarımızı bu biçimde harcamamız pek mantıklı görünmemektedir.
Bunun yanında belki de ekonomik değer kaybından çok, kültürel değerlerimizin bu muameleye maruz kalıp, geri dönmesi zor bir ihtimal ortaya koyan bir seçenekle kaldırılması nedeniyle oluşan esas değer kaybımızın kültürel alanda olduğu, su götürmez bir gerçektir. Vatandaşın yapabildiğini, devletimizin de yapabileceği ise bir diğer gerçekliktir; yeter ki bu yönde bir irade ortaya koymak istesin. Eminiz ki vatandaş da, devletinin yanında durup onu destekler pozisyonda olacaktır.
* Y. Mimar