Zeytin ağaçlarının şahitliğinde, tarihler boyunca atılmış adımların arasında; ağır ağır bugünün adımları işleniyor taşlı yollara. İleri atılan her adım tarih yolunda bir adım daha geri götürüyor bizleri. Bir canlık tarih yolculuğu, şahitliği adeta bu. Önce yaşımın yettiği kadar anılar canlanıyor gözümün önünde. Yaşımın yetmediği yerde, anlatılan hatıralar şekillenmeye başlıyor. Daha da ilerleyen adımlarda devirler değişiyor, çağlar öncesinden gelen efsaneler yükseliyor kayalıkların içinden. Adımlarla birlikte; dünün, bugünün ve yarının hikayeleri karışıyor birbirine. Tarihin iç içe geçmiş adımları, zamansız bir şahitliğin hikayesini anlatan kelimeler gibi sayfalar boyunca yoların üzerine uzanmış. Bir kahramanın kitabını yazıyor yollarda atılmış adımlar.
Zamansız yaşının yüzyıllık karşılığını, tüm zamanlarda sevdikleriyle vedalaşmak zorunda kalarak vermiş bir bilgenin hüznüyle oturmuş; eteklerinin altına serili doğduğu topraklarla, şehirle ve insanlarıyla vedalaşıp acılarını kucaklıyor bir kez daha. Ufuktan doğan her güneşle her gün biraz daha ayağa kalmaya çalışan yıkılmış bir şehir, yamacında ise umudun orta direği üzerine kurulmuş çadırlarda yaşayan o şehrin insanları…
Kendi de bu topraklarda doğmuş, bu şehrin bir evladıyken çağlar içinde doğduğu şehirle vedalaşıp kurulan yeni şehirlere ihtiyarlık etmiş; şimdi ise eteklerinde kurulmuş, insanları için bir ömür kadar yaşlı ama kendinin yanında daha dünkü çocuk bu gencecik şehrin acısını yaşıyor. Yıllarca şahitlik ettiği acılardan çok daha derin bin yıllık hikayesinin ortak tek gerçeği gibi bir acı, yaşadığı vedalardan çok daha ani bir veda bu.
Tarihin izleri sinmiş kaya duvarlarını kızıla boyayan bir günbatımında uğurladığı güneşi, yeni günde karşılayamadan vedalaşmış şehriyle ve onun insanlarıyla. Kimi ise bin yıllık hikayesinin ortak tek gerçeği gibi son yolculuklarına doğru son kez vedalaşmış; kimini ise dönüşü belli olamayan bir yolculuğa uğurlamış ve hasretlik bir bekleyişin günlerini sayarak yollarına döşenmiş taşları tesbih taşı etmiş kendisine.
Hasretlik sayılmış günlerin ardından uzun bir zaman sonra yeni bir tarihin adımlarını atarak çıkıyoruz tepeyi çıkan yolları. Bugün onun günü: 29 Haziran. Tarihler boyunca atılmış adımların arasına bugünün adımları ağır ağır işlenirken, önce yaşımın yettiği kadar anılar canlanıyor gözümün önünde:
Yıllar önceki çocukluk hallerim beliriyor gözlerimin önünde. Her yıl Azizler Petrus ve Pavlus (Butros u Bulos) bayramında St. Pierre Kilise ’sinde yapılacak olan Evrensel Dua töreni için Antakya’ya gelmiş, herkesle beraber tepeye çıkan bu yolu yürüyor heyecanımızı dizginlediğimiz ağır adımlarla. Her mezhepten, her dilden ve hatta her dinden insan da beraberinde yürüyor. Şaşırıyor en başta daha önce her zamankinden farklı giyinmiş papazları; hatta Hıristiyan olmadığını bildiği tanıdıklarını dahi kiliseye giderken görünce. Kiliseye ulaşınca tüm farklılıklarına rağmen, şehrin tarihine şahitlik eden bu binyıllık kilisenin bayramında evrensel barış için edilen dualara hep bir ağızdan “Âmin.” diyorlar. O zaman anlıyor yaşadığı şehrin kıymetini; henüz farklılık nedir, inançlar arası, inançlar içi ayrımlar nedir bilmeyen çocukluğum.
Antakya belki de bir Ortodoks, bir Katolik ve bir Protestan rahibin beraber duaları ettiği tek şehir, St. Pierre de tek kiliseydi. Ortodoks Metropolitler, Katolik Kardinaller, Protestan Rahipler, Akdeniz insanının sınırları aşan benzerliğiyle Antakyalı kadınların arasında kaybolmuş İtalyan Rahibeler…
Tüm mezheplerden din adamlarının beraber dua ettiği bir başka kilise, her milletten insanın aynı dileklerle “Âmin.” dediği bir başka dua ve her dilden dileklerin, umutların yükseldiği bir başka gökyüzü yoktur sanırım; tıpkı bu şehir ve insanlarına yakıştığı gibi…
Hatay’ın ayakta kalmış tek kilisesinin mağara duvarlarında yıkılan kiliselerimiz de canlanıyor, geçmiş anılarla birlikte. Evrensel Dua’nın ve St. Pierre’deki anma töreninin yapıldığı 29 Haziran’ın öncesinde 28 Haziran’da kiliselerdeki bayram ayini yapılıyor. Bu şehrin manevi kurucuları Azizler Petrus ve Pavlus anılıyor ve onların ismini taşıyanların isim bayramları kutlanıyor.
“Petrus ve Pavlus ne demek?” diye soruyor çocukluğum, “Butros ve Bulos” diye cevaplıyor yıllar öncesinden babam. Gözlerim büyüyor bu tanıdık isimleri duyunca “Butros” diyorum “dedemin adı”. Sonra bir hüzün doluyor büyüyen gözlerime, vefat eden dedemin ruhuna dağıtmak için kapıda kıddes dağıtanların yanında durarak elimdeki kıddesi uzatıyorum insanlara. Vefat etmiş Butros ve Bulos’ların ruhuna kiliselerde kıddes çıkarılıp taziye dilenirken, bu ismin olduğu evlerde ‘bayram tutulurdu’.
‘Bayram tutmak’ geleneği, bu şehrin anma günlerinde isim bayramlarını kutladığı en güzel geleneklerinden biridir, benim anılarımdaki ve bana anlatılan hatırlardaki.
Çocukluğumun hayali silinirken taşlı yollardan daha da geriye gidiyor zaman. Babaannem canlanıyor gözlerimin önünde; tatlı bir telaş içinde, dedemin resmi asılmamış henüz duvara ve isminin bayramı tutuluyor hala. Bayram tutacağını duyurmuş ve ‘masa açmış’ tüm gün bayramlaşmaya gelenleri ağırlamak için. Açtığı masaya dizdiği çeşitli reçelleri, bayram kömbeleri, likörleri ve çeşitli tatlarıyla evinde yaşattığı ismin mutluluğunu yaşatıyor, tıpkı komşu evlerde de olduğu gibi.
Bayram ayini tüm kiliselerde yapılıp bayramın bu coşkusuna tüm şehirde ev sahipliği yapılsa da bayramın en büyüğü, en coşkulusu, Azizler Petrus ve Pavlus’un kendi evlerinde, kurdukları Antakya Kilisesi’nde kutlanırdı.
Attığımız her adımda, geçmiş adımlarımızla canlanan anılarımdan farklı bir an yaşanıyor benim için. İlk defa St. Pierre’de bir bayram ayinine katılmak için çıkıyorum bu yolları, bu benim anılarımda yaşadığım büyük bir ilk olsa da yabancı değilim bu ana. Anlatılan hatıralar canlanıyor sırasıyla, hatıralara karışan bir an yaşanıyor uzun yıllar sonra ilk defa: St. Pierre’de sadece bir dua töreni değil; bir bayram ayini yapılıyor.
Attığım her adımda anılarım canlanırken, anılarımın artık tükendiği yerde babaannemin anılarındaki hayali yürümeye başlıyor yanımda ağır adımlarla. Tıpkı anlattığı hatıralarındaki gençlik zamanlarındaki gibi: arkadaşlarıyla beraber sabahın erken saatlerinde uyanmışlar, dileklerinin kabulü için adaklar adayarak çıkıyorlar St. Pierre’e çıkan yolu. Onların yanında güneşle beraber de bütün bir şehir ayağa kalkmış. Ailesinde Butros ve Bulos olanlar, onların isimleri için dağıtacakları kıddesleri bir gün önceden hazırlamışlar. Sevdiğini kaybetmiş olanlar çiçeklerini hazırlamış, ayinden sonra yapacakları kabir ziyaretleri için mumları elinde çıkmışlar yola.
Bayram tutacak mutluluğu taşıyan evlerin anneleri ise kiliseden sonra gelecek bayramlaşma için açacağı masanın hazırlıklarına başlamışlar. Evlerden uyanıp sokaklara taşan bu bayram ruhu her dakika biraz daha yayılıyor şehre. Bu sadece kilisenin değil tüm şehrin bayramı. Şehir merkezinden St. Pierre’e giden minibüsler o gün ücretsiz çalışıyorlar; bayram tutan komşularına bir nevi bayram hediyesi verirken onların mutluluklarını da paylaşıyorlar. Şehrin hareketlendiği saatlerde birer ikişer bayramlıklarıyla arabalara, minibüslere binen komşularını gördükçe bayram vaktinin geldiğini komşuları da anlıyorlar ve daha o andan itibaren yolda, arabalarda başlıyor bayramlaşmalar.
St. Pierre’e çıkan tepenin eteklerine gelindiğinde de başka yollarla gelmiş insanlarla birleşip git gide kalabalık adımlarla o anları yazıyorlar tepeyi çıkan yolun taşlarına. Her adımda selamlaşmalarla birer ikişer artan kalabalık, birden büyük bir kucaklaşmanın coşkusuyla çok daha çok büyüyor: İskenderun, Samandağ, Altınözü, Arsuz’dan bayramı kutlamaya gelen kalabalıkla beraber kimi eski bir komşusuyla kucaklaşıyor kimi ise uzak kaldığı bir akrabasıyla. Hasretle başlayan bu kucaklaşma, aralarına karışmış isim taşıyanların ve onların ailelerine geldikçe kutlamayla, anmayla karışık bir kucaklaşmaya dönüyor.
Güneşin doğuşuyla beraber çıkılan yollarda her adımda devam eden erken kutlaşmalar, St. Pierre’e – yolun zirvesine ulaşılmasıyla beraber doruğa ulaşıyor. İnsanlardan yükselen bayram ruhuna; papazın dahi bayram ruhuyla daha bir coşkulu savurduğu bahurdanlıktan zil sesleri eşliğinde yükselen bahur dumanları karışıp siniyor kilisenin mağara duvarlarına. Bayram ayini devam ederken, duvarın dışındaki avluda bir tatlı telaş başlıyor kimileri için. Adadığı adağı tutmuş olanlar veya isminin bayramını tutanlar, artık ayinin sonuna doğru hazırlıklarına başlıyorlar. Adaklarını, ikramlarını, kıddeslerini, ne dağıtacaklarsa onu hazırlamaya başlıyorlar. Adanmış hriseler, mercimekli pilavlar, tatlılarla beraber kilisenin avlusu da günler önce bayram hazırlıklarının başladığı evler gibi bayram evine dönüşüyor; insanlar adeta kiliselerinin isminin bayramını tutuyor.
Hatıraların, anıların tüm güzellikleriyle beraber canlanıp bizlerle yürüdüğü bu yollarda ağır ağır tepeye doğru, yıllar sonra St. Pierre kilisesinde yapılacak olan bayram ayinine katılmak için yürüyoruz. Tıpkı hatıralardan canlandığı gibi birer ikişer kalabalıklaşarak katılıyoruz birbirimize. Kucaklaşmalarımızdaki hasretlik sevincin yerini acılı bir şükür alıyor, ölümün içinden çıkmış insanların birbirini dünya gözüyle görmesinin şükrü bu. Dualar ve şükürler ederek çıkarken bu yolları, göz yaşları doluyor gözlere ve yavaş yavaş bulanıyor gözler önünde canlanan hatıralar. Göz yaşlarıyla bulanmış hatıralar içerisinde kaybettiğimiz sevdiklerimiz de bizimle yürürken, bütün bir şehrin insanları adaklar adıyorlar kendi gelecekleri için.
Farklı kalplerden farklı adaklar adayarak sabahtan yollara düşen şehrin insanları; bugün şehirlerinden ayrı kaldıkları uzaklardan tek bir adakla yollara düşmüş. Bir gece karanlığında kaybettikleri şehirlerinin tekrar kuruluşunun, şehirlerine kavuşacakları günün uğruna adaklar adayarak çıkıyorlardı yokuşu…
Bir şehrin tekrar kuruluşunu adayarak çıkarken bu yolları, iki bin yıl öncesinden MS 30-40 yıllarında bu şehrin manevi kurucuları, bu yollara atılmış ilk adımlar canlanıyor; Azizler Petrus ve Pavlus yürümeye başlıyor önümüzden. Tıpkı iki bin yıl önce bu topraklardaki ilk inananların önünden yürüdükleri gibi yürüyorlar önümüzden. Arkalarındaki kalabalık arttıkça, adımlar kalabalıklaştıkça merak edenleri de artıyor "Bunlar kim?" diye soruyorlar tepedeki mağaraya çıkan bu kalabalığın ardından. İçlerinden birileri "Hristo’sun adamları bunlar” diyor “Bunlar Hıristiyanlar...”. Tepeye çıkan bu yolu yürüyen insanların ardından verilen bu isim, bu inancın yolundan yürüyen insanlara da verilen ilk isim oluyor ve ‘Hıristiyan’ ismi Antakya’nın binlerce medeniyete beşiklik etmiş, isim anneliği yapmış bereketli topraklarından filizlenip tüm dünyaya yayıyor tohumlarını.
Aziz Petrus kayaların gücünü almış adına, yalçın kayalıkların üzerine kurduğu kilisenin sağlamlığını kazırken duvarlarına; Aziz Pavlus adındaki alçakgönüllülüğü işliyor bütün Roma’ya, bütün Dünya’ya seslenecekleri güçteki kiliselerinin yalnızca bir mağaradan yontulmuş tevazu işlenmiş duvarlarına. İlk öğretiler yankılanırken dağ yamaçlarından şehrin sokaklarına ve ilk bahur dumanları dağılıp da sinerken kayaların arasına, Roma’ya ve bütün Dünya’ya seslenecek, kayalar kadar güçlü, kayalar kadar alçakgönüllü bir kilise kuruluyor Antakya’da.
Kilisenin içerisinden yükselen bahur dumanları duvarlara sinmiş binyıllık bahur dumanlarına karışırken, çıngıraklı bahurdanlıklarını sallayan pederlerin ardından bir ışık süzülüyor. Dışarıya açılan pencerelerden değil içeriye açılan tüneliden süzülen bu ışık hüzmelerinin içinde bahur dumanları dalgalanmaya başlıyor yavaş yavaş ve tünelin içinden dağın yamaçlarına süzülüp ait olduğu şehrin yükselen toz dumanlarına karışıyor, kaybettiği sevdiklerinin hatırasını kutsamak istercesine.
Tünelin ucundan süzülen ışık hüzmelerinin içinde bahur dumanları dalgalanırken, binyıllık bir telaş başlıyor dalgalanmaların arasından. Arkalarından gelen askerlerden, arkalarına vuran ışığa doğru kaçmaya başlıyorlar. Önlerinde Azizler Petrus ve Pavlus’un yürüdüğü Antakyalı inananlar, dağın eteklerinden gelen baskından kaçarak tünelin içinden geçip tıpkı bahur dumanları gibi dağın yamaçlarından şehre karışıyorlar. Askerler ellerinde ucunu ölüm fermanıyla biledikleri kılıçlarla, Azizler Petrus ve Pavlus ile onlara inananların ardından yürüyorlar. Bahur dumanlarının, inancın ve cesaretin adımlarının atıldığı yollara ölümün, inançsızlığın ve korkunun adımlarını işleniyor her marş adımda.
Binyıllık adımların, bahur dumanlarının, inancın ve inançsızlığın, korkunun ve cesaretin canlandığı taş yollarda, Nasıralı bir Neccarın yolundan yürüyen Antakyalı bir Neccarın adımları canlanıyor: Antakyalı ilk inananlardan Habibi Neccar. Marangozhanesinde yonttuğu ağaçlar gibi dimdik ve tüm kararlığıyla duruyor ölüm fermanıyla bilenmiş kılıçların karşısında. Ardından yürüdüklerini ardına almış, kendisine öğretmenlik; inancına önderlik eden Azizlerin önünde durmuş koruyor onları, inançsızlığın cesaretiyle gelmiş askerlerden. Tıpkı Azizlerin de onları inançsızlıktan koruduğu, inanç ve inançsızlık arasında durdukları gibi. “Çekil!” diyor askerler “Çekilmem!” diyor Neccar. “Çekil!” diyor Azizler “Çekilmem!” diyor Neccar. Bir kılıç geçiyor gözlerden, bir baş düşüyor bedenden, bir kan akıyor tarihten.
Bir baş yuvarlanıyor, başı dik yürüdüğü yollardan; kan karışıyor cesaretle, inançla atılan adımlara. Kendi gibi dik ağaçları yonttuğu marangozhanenin önünden geçiyor, selamlıyor yıllarca eğilmediği için kestiği dik duruşlu ağaçları. Bir taşa çarpıyor şehrin orta yerinde, dostları ve komşuları peşinde… “Habib” diyorlar “Habibi Neccar’ın başı bu, Nasıralı bir Neccarın yolunda feda etti başını.”
Sevenleri, boyun eğmek uğruna bedeninden geçen bu başı bedeniyle kavuşturuyorlar ve başının durduğu yere bir mezar yapıyorlar. Sanki kendi oraya gömülmek istemişçesine saygı duyuyorlar hatırasına.
Doğduğu topraklara kavuşmuş olur artık Habib-i Neccar. Rivayetlere göre Aziz Petrus’un Roma’ya gitmesinin ardından öğretiyi yaymaya devam eden Azizler Pavlus ve Barnabas da öldürülür ve Habib-i Neccar’ın yanına gömülürler ve o vakitten itibaren uğruna başını koyduğu Azizlere de kavuşmuş olur Habib-i Neccar… Antakyalı inanlar için bir mabed olmuştur artık Azizlerin ve Neccar’ın mezarları. Bin yıl boyunca mumlar yanar onların adına, dualar yükselir ruhlarına ve bahur dumanları karışır topraklarına karışıyor. Şimdi ise o binyıllık bahur dumanları; yağmur bulutlarından birer gözyaşı gibi düşen yağmur damlalarına. Binyıllık bir kilisenin kurucularının kiliselerinin ve tüm milletlerden halklarının ardından topraklarına gözyaşları döker gibi…
Binyıllık adımlar canlanıyor Neccar’ın başının yuvarlandığı taşlarda. Halife ordusunun adımları canlanıyor Romalı askerlerin adımlarının atıldığı yollarda ve yeni bir hükümranlık başlıyor medeniyetler şehri Antakya’da. Bir yeni sancak çekiliyor gökyüzüne yüzyıllık bir ihtiyarın şahitliğinde ve fetih marşları yankılanıyor Neccar’ın başının düştüğü yerde. Bir cami yükseliyor, Mesih’in yolundan Allah’a inanan ilk Antakyalı’nın mezarı üstünde. Minarelerden bir ses yükseliyor, kiliselerden yankılanan çan sesine ve havralardan duyulan hazzan sesine karışarak.
Antakyalı ilk Hıristiyan’ın ismiyle, Antakya’ya ilk kiliseyi kuran Azizlerin kabirleri üzerine kuruluyor Anadolu’nun ilk camisi. Şehrin semalarına dualar yükseliyor mabedin duvarlarından. Azizlerin yolundan yürümüş Hıristiyanlar “Pavlus ve Barnabas” diyorlar toprağın altında dua ettiklerine; komşuları ise “Yunus ve Yahya”. Azizlerinin adları, aynı topraklarda farklı inançlardaki insanlarından farklı isimlerle yükselirken; şehrin tüm insanlarından toprağın altındaki Neccar için tek bir isim yükseliyor: Habib-i Neccar. Onun adıyla kavuşuyor bu şehrin insanları ve inançları birbiriyle. Yoluna canını koyduğu Azizler ise şehrin tüm inançlarıyla, dualarıyla kalpleriyle birlikte yattıkları toprakların insanlarına kavuşuyor, onun da adı altında.
Tüm şehrin Azizleri oluyorlar bu sayede, onlar tüm şehrin koruyucularıdır artık, tüm inanların mumları yanar onlar için ve tüm dinlerin duaları edilir ruhları için. Bu yüzdendir ki onlar sadece bu şehirde bir kilisenin kurucuları değil artık bütün bir şehrin ve medeniyetin kurucularıdır.
Onlar ki Azizler Pavlus ve Petrus, Antakya şehrinin koruyucu Azizleri, bu topraklardaki medeniyetin kurucularıdır. Onların bayramı bütün bir şehrin bayramı olur, tıpkı bu şehrin tüm bayramlarının bir evden başlayarak bütün evlere yayılıp donattığı gibi; onların da evinden yani St. Pierre kilisesinden başlayarak yayılır tüm şehre bu bayramın ruhu.
Binlerce yıllık bayram ruhu canlanıyor kilisenin duvarlarından, bayramın coşkusunu matemlerine gömüp hüzünleriyle dualar eden bir halkın arasından geçip onların hüznünü sırtlanarak yayılıyor binyıldır coşkuyla yayıldığı sokaklara. Sırtlandığı bu ağır yüke yabancı da olsa ruhu, tanıyor binyıllarca coşkuyla bayramı müjdelediği sokakları. Sokakların arasından geçtikçe ona katılıyor yıllar boyunca bayram ruhunu müjdelediği evlerin enkazı ardından taşlara sinmiş hatıraları.
Tüm şehrin ardına bıraktığı hatıraları, kaybettikleri sevdiklerinin anıları katılıyor sokak aralarından geçtikçe büyüyen bu şehrin ruhuna; tıpkı bayramlara giderken sokaklarda geçtikçe birer ikişer kalabalıklaşan şehrin insanları gibi. Her adımda kalabalıklaşıyor her adımda biraz daha yaklaşıyorlar şehrin içinde bir inci tanesi gibi yükselen, çan sesiyle ezana ve hazzana eşlik eden, bu şehrin koruyucu Azizlerinin adını taşıyan kiliseye. Sırtlandığı tüm hüznü, kendine kattığı anılarla beraber yıkılmış taşların üzerinden geçerek kiliseye giriyor.
Geçtiği her yerde, sabahın seherinde çiğ taneleri bırakan bir bulut gibi göz yaşları gibi taşıdığı hüznü bırakıyor taşların üzerine. St. Pierre kilisesinden başlayarak şehre inen bayram ruhu, bu bayram ismini verdiği kilisenin bayramını tutmuyor, matem eşarbı örtünmüş şehrin kapısında kilisesinin gidişinin ardından adeta onun ruhununa kıddes tutuyor.
Bir silüet beliriyor, şehre yayılan bu ruhun kaynağından; binlerce yıl önce Aziz Petrus ve Pavlus’un bir kilisenin kuruluşunu müjdelediği bu mağaradan. Aziz Pavlus çıkıyor kayalar arasına yontulmuş kilisenin taştan kürsüsüne, “Müjdeler olsun” diyor “sizlere. Bu kutsal topraklarda sizlerle beraber kuruldu bu kilise.”
Aziz Pavlus’un binlerce yıllık vaazı canlanırken, geçen yıl Antakya vekili Abuna Pavlus çıkmıştı kürsüye. Bu kilisenin ve bu şehrin tekrardan kurulacağını müjdelemişti bizlere, tercümanlık ettiği dualardan ümitler yayılmıştı bu şehre. Aziz Pavlus’tan Abuna Pavlus’a, bir kez daha kuruluşun temellerini atıyor bu kilise…
Şehrin her yerinden, her dininden, her dilinden insanlar toplanmışlar kilisenin avlusuna ve bakıyorlar yalçın kayaların ardından görünen göklere. Her anlarına şahitlik etmiş, topraklarına bereket vermiş güneş bakıyor göklerden onlara ve bereket verdiği topraklara bu sefer can vermek istercesine vuruyor yüzlerine. Her dinden eller binlerce yıldır olduğu gibi bir kez daha açılıyor aynı dualara ve bir kez daha her dilden bir “Âmin” yükseliyor aynı dualara.
Bir rüzgâr esiyor kayaların arasından insanların arasına. Savuruyor saçları, her inançtan örtünmüş eşarpları, gölgesinde huzur veren zeytinin yapraklarını ve tüten bahur dumanını. Uzak diyarlardan ama yakın acılardan Feyruz’un sözleri canlanıyor dillerde, bir kaybedilmiş memleket içinde bir memleketin hasretiyle:
“Nassam 3alayna l-hawa min mafraki l-wadi
Ya hawa dakhli l-hawa khidni 3ala bladi
Fiz3ani ya albi tekbar bi ha l'ghirbé w ma ta3rifni bladi
Khedni.... khedni w khedni 3ala bladi.
Chou bina chou bina ya habibi chou bina
Kintou kina dalou 3andna w ftarakna chou bina.
Ou ba3dha echams btibki 3ala bab ou ma tahki.
Ou yahki hawa bladi
Khédni.... khédni khédni 3ala bladi”[i]
[i] “Bir rüzgar esti üzerimize, vadilerin ayrımından.
Ey rüzgar, aşkın hatrına götür beni vatanıma.
Korkuyorum ey kalbim, bu gurbette büyümekten ve vatanımın beni tanımamasından
Al, al götür beni vatanıma…
Ne, ne oldu bize ey sevgilim, ne oldu bize?
Biz seninle beraberdik şimdi ayrıldık
Güneş hala ağlıyor kapıda, konuşmuyor
Vatan aşkım konuşuyor:
Al, Al götür beni vatanıma…”