Geçtiğimiz aylarda “Modern Antakya’nın Mimarı” Vilyam Azaroğlu’nun mesleki hayatı ve Antakya’ya katkıları üzerine Şerif Süveydan imzalı iki bölümden oluşan bir yazı yayınlamıştık. Bugün de Vilyam Azaroğlu’nun kızı, kendisi de babası gibi mimar olan Pascale Azar Chane’le, babasıyla hatıralarını, Antakya’ya katkılarını konuştuğumuz, bizi Vilyam Azaroğlu’nun düşünce dünyasında gezintiye çıkaran bu röportajı sizlerle buluşturuyoruz.
Röportaj: Can Terbiyeli
Vilyam Azaroğlu nehna okuyucularının aşina olduğu bir isim. Ama biz bu röportajda Vilyam Bey’in hayatıyla ilgili detaylara inmek istiyoruz. Bu sebeple öncelikle sizi ve ailenizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Merhaba! Her şeyden önce, babama gösterdiğiniz bu ilgi için çok teşekkürler. Onunla ilgili sorularınıza cevap vermek çok gurur verici. Babam, 1927 yılında Antakya’da doğdu ve üç erkek kardeşin (Vedat ve Dimitri) en küçüğüydü. Gençliğinin büyük bir kısmını yurt dışında geçirdikten sonra 1955’te Antakya’ya döndü ve annem Siham Huri ile 1967’de Lübnan’da evlendi. Annem, o zamanlar ailesiyle Halep’te yaşıyordu. O da babam gibi Arapça ve Fransızca konuştuğu için Antakya’ya geldiği zaman Türkçe bilmiyordu. Ben, ablam Pauline ve kardeşim Pia Antakya’da doğduk. İlkokula başlayıncaya kadar sadece Arapça konuşuyorduk.
Liseyi Antakya’da bitirdikten sonra, Fransa’ya, Fransızca öğrenmeye gittik, sonra da okumak için orada kaldık. Ben Paris’te mimarlık okuduktan sonra evleninceye kadar orda yaşadım ve mimarlık bürolarında çalıştım. On yedi senedir New York’tayım, iki çocuğum var. New York’ta kendi kurduğum mimarlık şirketimde baba mesleğini sürdürüyorum. Ablam Pauline hala Paris’te ve kardeşim Pia Cenevre’ye taşındı. Annem de Antakya’da… Ailemizin fertleri faklı ülkelere dağıldı. Bu yüzden her yaz mutlaka Arsuz’da bütün aile bir araya geliyoruz.
Babanızın çocukluğu ailesine ait olan eski bir Antakya evinde geçiyor. Daha sonra bu bina Antakya Katolik Kilisesi’ne dönüşüyor. Bu evin kiliseye dönüşmesi hangi tarihlerde ve nasıl gerçekleşiyor?
Babamın çocukluğu 12 yaşına kadar bugün Katolik kilisesine dönüşen çok güzel bir Antakya evinde geçti. Taş döşemeli bu evin büyük avlusunda kardeşlerimle ve kuzenlerimle çok güzel hatıralarım var. Bu iki katlı evin, iki salonu, portakal ağaçlarıyla dolu bahçeleri vardı. Etrafı kesme taştan yapılan duvarlarla çevriliydi. O zamanlarda inşa edilen evler gibi mutfağı karanlıktı fakat avluya açılan pencereleri salonu ve yatak odalarını çok güzel bir güneş ışığıyla aydınlatıyordu.
Babam 1963 yılında kendi tasarladığı Grek Katolik kilise projesinin durdurulmasıyla büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı ve bu yüzden çocukluğunun bir simgesi olan bu evin bir ibadet evi olmasını istedi. 1977’de Katolik kilisesine dönüştürülen bu evde daha sonra büyük restorasyon çalışmaları oldu. Bugün bu kilisede 18 yataktan oluşan dokuz odalı ve dört banyolu bir misafirhane de bulunmaktadır. Kiliseye en son babam, çocuklarım ve eşimle gittim. Çocuklarımın bu evi keşfetmesi, babamın heyecanla paylaştığı anılar hepimizi çok duygulandırmış, bu hikâyenin bir parçası olmaktan çok gurur duymuştuk.
Vilyam Bey’in hayatı aslında Antakya’nın 1939’da Türkiye’ye katılmasıyla büyük bir değişikliğe uğruyor ve Vilyam Bey eğitimine devam etmek için Beyrut’a gidiyor. Hatay’ın Türkiye’ye iltihakı Vilyam Bey’i ve ailesini nasıl etkiliyor? Babanızın bu döneme ilişkin paylaştığı anıları var mıdır
Babam 1927 yılında, Antakya Fransız işgali altında, Suriye’ye bağlı iken doğdu. St. Pierre İlkokulunu bitirdikten sonra, 12 yaşında eğitimine kardeşleriyle birlikte Lübnan’da College de la Sagesse yatılı okulunda devam etti. Ne yazık ki Lübnan’daki savaş yüzünden dört sene ailesini ziyaret edememişti. Küçüklüğünden beri Fransız hayranı olmasının yansıra, Beyrut’ta aldığı Fransız eğitim babamı Fransız kültürüne daha da bağlamıştı. Abisi Vedat Amcam, yaşantısına Beyrut’ta devam etmiş, diğer abisi Dimitri Amcam, diş hekimliğini okuduktan sonra Antakya’ya yerleşmişti. Babam tahsiline devam etmek için 1946’da Fransa’ya giderek ailesinden daha da uzaklaşmış. Mimarlık eğitimini Paris’te Ecole des Beaux Art’da beş senede tamamladıktan sonra İsviçre’de Fribourg üniversitesinde şehircilik üzerine yüksek lisans derecesini almış. 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye iltihakı, ailesinde çok büyük bir etki yaratmasa da babam için durum farklı olmuş. Lübnan ve Avrupa’da aldığı eğitim sırasında uzun yıllar ayrı düştüğü Antakya’ya döndüğünde, bambaşka bir şehirle karşılaşmıştır. Caddelerde konuşulan dili anlayamamak en büyük zorluklardan biri olmuş. Fakat girişimciliği, mesleğine olan tutkusu ve başarısı onun bu şehre uyum sağlamasına çok yardımcı olmuş. Babam Fransa’ya olan zaafına rağmen, tarih ve kültürüyle eşsiz bir zenginliğe sahip olan bu şehri zamanla herkesten daha çok benimsemiş, seneler boyunca Antakyalı olmaktan çok gurur duymuştur.
Yükseköğrenimini Fransa ardından da İsviçre’de yapıyor. Belki de hayatının geri kalanını Avrupa’da geçirmeyi planlarken, beklenmedik bir şekilde Antakya’ya yerleşmeye karar veriyor. Bu kararın sebebi nedir?
Eğitimini tamamladıktan sonra Paris’te çalışmaya başlıyor. Babaannem senelerdir göremediği oğlunun hasretiyle yaşadığı için, babamın Antakya’ya geri dönmesi için ısrar ediyor. Bir ziyareti esnasında dedem ona ilk projesini buluyor. Bu vesileyle babam Ahmet Rıza Eryılmaz’ın villasını çiziyor. Tasarımı beğenen Antakyalılar, ondan başka projeler istiyor. Büyük pencereleri geniş balkonları, ışıklı salonları ve kullandığı kaliteli malzemelerle, Antakyalılar yaptığı villalara bayılıyor. İçinde bir sıkıntı hissetmesine rağmen Antakya’da kalmaya karar veriyor.
O zamanlar şehirde kentleşme başlamamıştı, Antakya’da sadece iki katlı bahçeli evler vardı. Babam Avrupa’nın da etkisiyle Antakya’ya ilk apartmanı inşa etmek için belediyeden izin ister. Fakat bu durum büyük tepkilere yol açar. İnsanlar “yabancılarla birlikte yaşamamızı isteyen bu deli Fransız mimar da kim?” gibi tepkiler verir. Birçok prosedürden sonra ilk binasını inşa etmek için belediyeden izin alır. Apartmanında daha önce kullanılmamış olan “A la Franga” tuvalet kullanır. Bize meraklıların tuvaleti seyretmek için apartmanın önünde bir kuyruk oluşturduklarını anlatırdı. Antakya’daki ilk asansörlü apartmanı da kendisi inşa etmiştir. Zamanla caddeler onun inşaatlarıyla dolar. Okul, cami, otel ve yüzlerce apartmanla Hatay’ın her yerine eserlerini bırakır.
Babanız hayatının geri kalanını Antakya’da geçiriyor. Bir anlamda buranın hayatına ayak uyduruyor diyebilir miyiz? Yoksa kafasında hep Avrupa hayatı var mı demeliyiz?
Uzun bir ayrılıktan sonra babam da, Türkiye sınırlarının içine dahil edilen Antakya kadar çok değişmişti. Ama dönme kararının en büyük faktörü olan projeleri, yeni hayatına uyum sağlamasına çok yardımcı oldu. İnşa ettiği apartmanlara olan ilgi artıkça sosyal çevresi genişliyordu. Arapça konuşan müşterilerinin yansıra, kısa zamanda tercüman eşliğinde Türk asıllı Antakyalılara da evlerini satmaya başladı. Kısa zamanda “Mösyö Vilyam’ı” herkes tanır oldu. Aynı anda iki üç apartmanın inşaatını yürüttüğü dönemler oldu.
İş hayatının yansıra, ailesinin de Antakya ve İskenderun’da olması adaptasyonuna çok yardımı olmuştur. Gene de kalbi Fransa için atmaya devam etmektedir. Bu boşluğu telafi etmek için Fransa’nın güneyinde deniz kıyısında hasret giderebileceği çok güzel bir yazlık ev alır. Ben ve kardeşlerim liseden sonra Fransızca öğrenmek için bu evde yaşadık sonra da üniversite hayatına Fransa’da devam etmeye karar verdik. Bu karar babamı ziyadesiyle mutlu etmişti. Bize Avrupa’nın kapılarını açmakla belki de kendisi için yapamadıklarını kızları gerçekleştirmiş olacaktı. Neticeye bakılırsa istediği de oldu.
Pascale Azar Chane ve Can Terbiyeli
Şerif Süveydan’ın babanız hakkında Nehna’ya yazmış olduğu yazının başlığı ‘Modern Antakya’nın Mimarı’. Siz de bu süreçte Antakya’da doğdunuz ve çocukluğunuz Antakya’da geçti. Siz bir mimar olarak bugünden geçmişe doğru bakınca Antakya’daki bu değişimi nasıl yorumlarsınız?
Şerif Bey’le iki sene önce tanıştım ve babamla ilgili yaptığı araştırmalarda ona yardımcı olmaya çalıştım. Yaptığı inanılmaz derecede başarılı çalışmaları için ona ve eşi Evrim Hanım’a tekrar teşekkür etmek istiyorum.
Ben Antakya’da doğdum ve hayatımın ilk 16 yılını bu şehirde geçirdim. O zamanlar Antakya’da binalar daha seyrek, araba sayısı daha az olduğu için, bana caddeler daha geniş ve şehir daha düzenli görünürdü. Seneler geçtikçe, kırdan kente göçlerin artması, Antakya’nın nüfusunu ve hayat şeklini çok değiştirdi. Bu göç, sanayinin yoğunlaşmasına, restoran, alışveriş merkezlerinin çoğalmasına ve yüzlerce yeni apartmanın inşa edilip Antakya’nın genişlemesine sebep oldu. Halkı tatmin etmek için yapılan bu hızlı değişimler, ne yazık ki şehirde plansız bir kentleşmeye, mekânsal ve yaşamsal sorunların oluşmasına sebep oldu diye düşünüyorum.
Fakat hızlı kentleşmenin yansıra, Antakya’nın kimliğini korumak, tarih, kültür ve mimarisini yaşatmak amacıyla belediyenin yaptığı çalışmalar çok başarılı. Saray caddesinin trafiğe kapanışı, eski taş evlerin restorasyon çalışmaları Antakya’ya bambaşka bir zenginlik sağladı. Dar sokakları içinde yer alan havuzlu avlularıyla restore edilen taş evler, kafe ve butik oteller eski Antakya’mıza yepyeni bir hayat verdi.
Aslında günümüzde de tüm Türkiye’de olduğu gibi Antakya ve çevresinde de büyük bir ‘kentsel dönüşüm’ yaşanıyor. Maalesef bu dönüşümün mağdurları arasında babanızın yapmış olduğu binalar var. Bu binaların birer birer yıkılması size ne hissettiriyor?
Bu durumun beni çok üzdüğünü söylememe gerek yok. Çocukken babamın apartmanları bizim pusulamızdı. Mozaikli cepheleriyle, ferforje korkuluklu ahşap küpeşte balkonlarıyla, geniş pencereli cepheleriyle onları rahatlıkla ayırt eder, bize yönümüzü gösterirlerdi. Arkadaşlarımız da bu apartmanlarda yaşadığı için dışarıdan olduğu gibi içlerindeki, asansörlerini, geniş ve güneşli salonlarını, çok iyi bilirdik. Babam çok iyi bir kent plancısıydı. İnşa ettiği binaları etraftaki çerçeveye uydurmasını çok iyi bilirdi. Antakya’ya her geldiğimde, yüzlerce yeni binanın inşa edildiğini, yeni yolların eklenip yön değiştirdiklerini ve onun binalarının eksildiğini görüyorum. Çocukluğumdaki Antakya’yı tanıyamıyorum.
Antakya’da da her şehirde olduğu gibi bir kentsel dönüşüm yaşanıyor. 50 yıllık beton inşaatların yerini yenileri alıyor. Babam inşaatlarında her zaman en kaliteli malzemeleri kullanırdı. Buna ve apartmanların sağlamlığına rağmen insanımız eskiyen evlerine tadilat yapmak yerine onları yeniden inşa etmeyi tercih ediyor ve oturdukları evlerden kolayca vazgeçiyorlar. Babamın inşa ettiği ve beş sene önce yıkılan Ceylan apartmanının resimleri yakın zamanda elime geçti. Buldozerler duvarların içinden çıkan, ağ şekline dönüşmüş demirleri yıkabilmek için günlerce uğraşmışlardı.
Tek umudumuz yeni mimarların, babamın inşa ettiği binalarından bir şeyler öğrenebilmesi ve en azından onunkiler kadar sağlam apartmanlar inşa etmeleridir.
Seneler zarfında eksilen bu binaların telafisi için, babamın Antakya’ya bıraktığı bu güzel hizmetin bir gün ödüllendirilmesi ve yürüdüğümüz yollardan birine “VİLYAM AZAROĞLU CADDESİ” isminin verilmesi en büyük temennimdir.
Bir de Katolik Kilisesi meselesi var. Babanız Antakya’da bir Katolik Kilisesi projesine başlıyor. Hatta bu proje oldukça ilerleme kaydediyor ama devletle yaşanan mülkiyet ihtilafı sebebiyle proje neticelendirilemiyor. Bu projede babanızın bir hayal kırıklığı yaşadığına şahit oldunuz mu?
Bu olay 1968’lerde yaşanıyor, o zamanlar ben doğmamışım. Bildiğim kadarıyla Papa St. Paul VI bu projeyi onaylıyor, Vatikan’dan finansman sağlıyor ve bugün vergi dairesi olan arazide temel atma çalışmalarına başlanıyor. Zemin katta büyük bir ilerleme kaydedilmesine rağmen, proje belediye tarafından durduruluyor. Bunun babam için çok büyük bir hayal kırıklığı olduğu aşikâr, özellikle kilise gibi önemsediği bir projeyi gerçekleştirmeyi ve Antakya’ya bir Katolik kilisesi kazandırmayı çok isterdi. Çocukluğunu geçirdiği, ailesinden kalan evin kiliseye bağışlamasının bir sebebi de budur.
Biraz Antakya merkezin dışına çıkarsak Vilyam Bey’in 1960’ların başında Arsuz Oteli’ni ve yine Arsuz’un ilk apartmanlarını yaptığını biliyoruz. Azaroğlu’nun Arsuz’a olan bu özel ilgisinin kişisel sebebi var mıydı?
Babam Antakya’ya gelmeden önce Lübnan ve Fransa’da tatillerinin bir kısmını deniz kıyısında geçiriyordu. Deniz kıyısında tatil yapmak o zamanlar Hatay’da çok alışılmış bir durum değildi. Genellikle insanlar tatillerini Batıayaz gibi yaylalarda geçirirlerdi. Rahmetli Alaattin Mıstıkoğlu babamdan Arsuz’da bir otel tasarlamasını istediği zaman bu küçük köyün bugün bu duruma gelebileceğini hayal etmemişti ama tanıdıklarımızla birlikte tatil yapabileceğimiz en uygun yerin burası olacağını düşünmüş, ilk 2 apartmanı oraya inşa etmişti.
Arsuz Oteli, Arsuz Çayı’nın Akdeniz’e döküldüğü noktada yer alır. Babam konumuyla kendine çok has özelikleri olan bu otelin ilk binasını 1962’de, hizmet kapasitesini genişletmek için, ikinci binasını 1980’de inşa etti. Bu otel, lokanta, bar, büfe, toplantı salonu, voleybol, masa tenisi, bilardo imkanları olan ve en önemlisi senelerdir müdavim olan müşterilerini bir araya getiren çok eşsiz bir yerdir. Otel projesinden sonra, babam apartmanların inşaatına başladı. Deniz manzaralı beş katlı bu modern apartmanların dairelerini satmakta hiç güçlük çekmedi. Bugün bu binalar, cepheleri, farklı korkulukları, kapatılmış balkonları ve gelişi güzel serpiştirilmiş klimalarıyla özgünlüğünü tam olarak korumamış olmalarına rağmen, ailemiz gibi olan kırk yıllık komşularımızla yaz tatillerimizi geçirdiğimiz en keyifli yerlerdir.
Siz de ‘baba mesleği’ olan mimarlık mesleğiyle uğraşıyorsunuz. Bu mesleği seçmenizde şüphesiz ki babanızın etkisi vardır. Size göre babanızın önemli eserleri hangileri olarak sayılabilir?
Babam hiçbir zaman bize ne okumamız gerektiğini söylemedi. Kendi fikir ve kararlarımıza çok saygı gösterirdi. Buna rağmen meslek seçimimde babamın çok etkisinin olduğu aşikâr. Çocukluğumuzda annem Türkçe bilmediği için okuldan sonra ödevlerimizi yapmak için babamın mimarlık bürosuna giderdik. O zamanlar bürosunda çalışan Ferhan Kuseyri ve Muzzeyen Haytoğlu’nun üzerimizde çok emeği vardır. Her gün ödevler bittikten sonra babamın projelerini seyreder, maketlerine yardımcı olurdum. O zamandan beri mesleğimi seçmiştim. Babamın bütün binalarını çok beğenirim. Favorim, çocukluğumu geçirdiğim 1970 yılında inşa ettiği Çiçek apartmanıdır. Annem hala orda yaşıyor. Bu bina benim Antakya’daki en önemli röperimdir. Manevi öneminin yansıra bu apartman, ebatları ve hafif arondi formuyla konumuna tamamıyla entegre olup, üzerinde yer aldığı arazinin şeklini çok ustaca biçimlendiriyor. Mozaik cephesi, geniş pencereleri, kendine has korkuluk tasarımıyla bence çok başarılı bir eser.
Vilyam Bey’in bir de Antakya Ortodoks Kilisesi Vakıf Başkanlığı süreci var. Bu süreç nasıl yaşandı? O döneme ait hatıralarınız nedir?
1960’larda Ortodoks Kilisesinin Vakıf Başkanı seçiliyor, her dönemi beş sene süren bu başkanlığı iki dönem üst üste yapıyor. O zamanlar daha doğmamışım, neticesiyle hiç hatıram yok. Bu on sene süren başkanlığın yansıra evlendikten sonra Belediye Meclis Üyesi olarak da görev alıyor. Belediyedeki imar planlarını inceleyip, çevre düzen planlarının oluşturulmasına yardımcı oluyordu.
Biraz da Vilyam Bey’in karakterini sormak istiyorum. Nasıl bir insandı? Dahası nasıl bir babaydı? Yoğun bir çalışma temposu olması lazım. Size vakit ayırabiliyor muydu örneğin?
Babam o neslin babaları gibi, çocukken bizimle biraz mesafeliydi. Ona çok saygı duyar, hiç üzmemeye çalışırdık, açıkçası biraz da çekinirdik. Vaktinin büyük kısmını bürosunda projeleriyle geçirirdi. Mösyö Vilyam kendine özen gösterir, haftanın yedi günü kravat takardı ve yırtık kotlardan nefret ederdi. Davranışlarıyla, yemek masasında çatal bıçak kullanışıyla bize eşsiz bir örnekti. Çok klasik bir tarzı olmasına rağmen, fikirleriyle çok ileriye dönük ve modern bir babaydı.
Çocukluğumuzda babamla genellikle aile programlarında, bürosunda ve akşam yemeklerinde beraber olurduk. Onunla ilk defa 16 yaşında Fransa’ya tatile gittiğimde baş başa vakit geçirdim. Bu yolculuk yakınlaşmamıza ve onu çok daha iyi tanımama vesile oldu. Beni Fransa’yla, geçmişinin anılarıyla tanıştırdığı için çok mutluydu. Onun aslında ne kadar hassas ve yumuşak biri olduğunu keşfedip çekinmem için hiçbir sebep olmadığını anladım.
Babam çok yaratıcı, mükemmeliyetçi, çalışkan ve herkese karşı çok dürüst bir insandı. Haksızlığa gelemezdi. Çok açık sözlü olduğu için, içinden gelen her şeyi söyleyebilir, kimse ona darılmazdı. Onunla tavla oynamayı, gençliğinde öğrendiği ve hayatının sonuna kadar unutmadığı Fransızca şiirleri dinlemeyi çok severdim. Babam ruhunu Fransa’da bırakıp Antakya’ya yerleşen fakat Antakya’yı da bir o kadar seven, çok başarılı bir mimar ve eşsiz bir babaydı.
Son olarak sizin babanızla ilgili hislerinizi merak ediyorum. Antakya gibi bir şehre iz bırakmış bir mimarın kızı olmak nasıl bir duygu?
Babamı iki sene önce pandeminin en zor döneminde kaybettik. Yaşından da ötürü uzun zamandır rahatsızdı. Büyük bir şans eseri, vefatından iki gün önce Amerika’dan bir uçak bulup onu görmeye yetiştim. Elini tutup ona veda edebildiğim için çok şanslıydım. Bu dünyayı terk etmeden önce, çocuklarından birini beklemiş gibiydi. Babamın, üzerinde binlerce saat harcadığı projeler, birçok şehirde inşa ettiği okul, otel, cami ve sayısı yüzleri aşan apartmanlar, Hatay’a ve Hataylıların yaşam tarzına getirdiği yenilikler çok ender kişilerin ulaşabileceği bir başarıdır. Uzun yıllar ondan uzak yaşamama rağmen, babam kişiliği ve profesyonel kariyeriyle bana hep örnek olmuş, paylaştığımız ortak meslek tutkusu aramızda güçlü bir bağ oluşturmuştu.
Bana bıraktığı en güzel miras, mesleğine duyduğu tutkuyu aşılamaktı. Vefatından beri kardeşlerimle devamlı onun söylediği sözleri tekrarlayıp, onu sık sık anıyoruz. Yanımızda olmasa da devamlı kalbimizde yasayan bu eşsiz insanın kızları olmaktan üçümüz de çok gurur duyuyoruz.
Öne çıkan görsel: Vilyam Azaroğlu şimdiki Katolik Kilisesi olan babasının evinde, kızı Pascale ve torunları Sarah ve Theodore-William Chane’le birlikte…