Kapısuyulu Kasamanyan ailesinin 1939 sonrası yaşadıklarını konu aldığım “Hagop’un 82 Yıl Sonra Musa Dağ’a Dönüşü” hikayesini yazdıktan birkaç ay sonra kendimi hikayenin bir kısmının geçtiği şehir Ancar’da buldum. Ancar, 1939’da Musa Dağ’dan göçmek zorunda kalan binlerce Antakyalı Ermeninin geldiği kumluk alandı, şimdi ise bir kasaba. Lübnan’ın Suriye sınırında yer alan bir köyü ve Şam’ın merkezine sadece 60 kilometre mesafede. Ancar’ı, 1939’da Samandağ ve çevresinden göçmek zorunda kalan Ermeni halkı yoktan var eder. Bu yazıda kendinizden bir parçayı, Antakya’nın 300 kilometre ilerisindeki uzantısını bulacaksınız.
Kasabada ilk durağım St. Paul Ermeni Apostolik Kilisesi. Kilise çıkışında biri bana nereli olduğumu sordu. Belki de aslında onlara çok da yabancı olmadığımı göstermek istedim. Antakyalı bir Alevi olduğumu ve köyümün Musa Dağ’ın hemen yanında olduğunu söyledim. “Biz Alevileri çok severiz. Tarihte Antakya’da çok iyi ilişkilerimiz vardı. Lübnan’da da aramız çok iyi. Lübnan’a hoş geldin” dedi. Kasabanın her yerinde Musa Dağ’a dair tarihi bilgiler, anıtlar vardı.
St. Paul Ermeni Apostolik Kilisesi
Orada kendimi adeta Samandağ’daymış gibi hissettim. Gördüğüm yüzler, evler, hatta delik deşik yollar bile bana Samandağ’ı hatırlattı. Evime yakın ama bir o kadar da uzaktım. Hayk Abi, Ancar’a gidersem oradan birine Kasamanyanların evlerini sormamı ve kapılarını çalmamı istedi. Kendi Ermenistan’da doğduğu için Ancar’daki akrabalarıyla daha önce hiç tanışmamış, akrabalarını sadece ismen biliyormuş. Kasamanyanların evine vardığımda beni Simon Dede karşıladı. Geleceğimden haberi yoktu. Ofisine geçip oturduk, Hayk Abi’yi görüntülü aradım ve telefonu Simon Dede’ye verdim. Birbirlerini ilk defa orada gördüler, hem sevinçli hem de duygusallardı. Konuşmaları bittikten sonra Simon bize yemek yiyip yemediğimizi sordu. Sabahın erken saatinde yola çıktığımız için kahve içebilmiştik sadece. “Sizi Ancar lezzetlerini tattırmadan göndermem” dedi ve bizi komşusunun restoranına götürdü. Ancar’da yediğim o öğle yemeği, Lübnan’da tattığım en lezzetli yemeklerdendi. Musa Dağ usülü sac oruğunun tadı hala damağımda. Simon, Suriye Savaşı öncesi sıkça Samandağ’ı ziyaret edermiş. Sveydiyeli (Samandağlı) olduğumu öğrenince çok sevindi. “Sabah kahvaltımızı Ancar’da yapardık, sonra öğlen yemeği yemek için arabaya atlayıp Suriye üzerinden Samandağ’a giderdik. Aramızda sadece 300 kilometre var, ne ki?” dedi. Simon Dede, Ermeniceye ve Arapçaya ek olarak İngilizce ve Türkçe de konuşuyor. Bana hem Türkçe hem Arapça “Lübnan’a, Ancar’a hoş geldin” dedi ve yemeklerin eşliğinde arak kadehlerimizi tokuşturduk. Saatlerce konuştuk, bize tüm Ancar’ı gezdirdi.
Kabusiyeli Simon Dede
Musa Dağ usülü sac oruğu
Ancarlı Ermeniler, Antakyalı Arap Alevileri seviyorlar. Antakya-Samandağlı bir Alevi olduğumu öğrenen ayrı ilgilendi. “Ortak bir tarih var” dedi Simon Dede, sonra da “Arap Alevilere ne derler bilir misin? Alman! Çünkü çoğunuz sarısınız” diye ekledi. Günümüzde Ancar’a en yakın Arap Alevi köyünün Lübnan’ın kuzeyinde olduğunu düşünürsek bu stereotipin Ancarlı Ermenilere Musa Dağlı Ermenilerden kaldığını söyleyebiliriz.
Bana müzede söylenene göre, 1915’te Aleviler, Osmanlı askerleri ve Musa Dağ’daki Ermeniler arasında mesajcılık yapmış, Ermeniler beyaz bayrakla dağa çıkan Alevi’ye ateş etmezmiş. Aleviler, askerin söylediğini dağa, dağın söylediğini askere iletirlermiş. Dağın aşağısında da Ermenileri koruduklarını söylediler. Simon, ”Hiçbir toplulukla sorunumuz yoktu, yok. Arap Alevilerle de, Antakya ve çevresindeki diğer topluluklarla paylaştığımız uzun bir tarihimiz var. Sadece biz değil, Arap Ortodokslar ve Aleviler de göç ettiler” dedi.
Ancar’a gelen Ermeniler bir yokluğa gelmiş. Fransa, gelenlere 4 metrekarelik “kutu evler” vermiş. Ev demeye bin şahit isteyen bu yapıların tuvaletleri dışardaymış. Geldikleri ilk yıl bin insan, hastalıktan, soğuktan ve yokluktan ölmüş. Kasabayı kurmaya başladıklarında verilen bu kutu evleri yıkmışlar. Hafıza için sadece bir tanesini bırakmışlar. Bu eve “Fransız Evi” diyorlar.
Fransız Evi
Ancar’da Musa Dağ Müzesi de var. Müze o gün kapalıydı, Simon Dede komşusu Hilda Hanım’ı aradı ve müzeyi benim için açtılar. Hilda Hanım, tüm müzeyi bana Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak üçdilde anlattı. Musa Dağ Ermenileri, bu kasabada kurdukları mahallelere Antakya’daki köylerinin adlarını vermiş. Örneğin, aslen Hıdırbeyli olan, Hıdırbey Mahallesi’nde yaşıyor. Hilda Hanım Hıdırbeyli, Simon Dede Kapısuyulu. Hilda Hanım bana müzeyi gezdirirken hem kendi ailesinden hem de tanıdıkları ailelerden örneklerle duygularını da paylaşıyordu. Samandağ haritasının önüne geldiğimizde bana “Büyükannelerimiz şöyle derdi: ‘Ancar güzel, burada rahatız ama Musa Dağ bambaşkaydı’. Çünkü onlar orada doğdu, çocukluklarını orada geçirdiler. Büyük bir nostalji” dedi. Müzenin çok ayrı bir ruhu vardı. Baktığım her eşya beni hiç tanık olmadığım bir Antakya’ya götürüyordu. 1939’da gelen insanlar alabildikleri ne varsa yanlarında getirmişler. 1939 öncesinden bir plakçalar dikkatimi çekti. Acaba bu plakçalar Musa Dağ’da hangi eğlencelerde kullanılmıştı? Kapısuyu’nun, Batıayaz’ın eski hallerini hayal etmeye çalıştım. Bir parti hayal ettim. Benim yaşımdaki insanların katıldığı ve bu plakçaların kullanıldığı bir parti… İçindeki plak bile duruyordu. Normalde müzedeki eşyalara dokunulmaz ama müze sorumlusu Hilda Hanım plakçaların kolunu çevirip çalıştırmamı istedi, plakçaları çalıştırdık ve bir süreliğine dinledik.
Beni en çok etkileyen bölüm altı kavanozun olduğu raf ve altında yer alan bir fotoğraftı. Her kavanozun içinde Musa Dağ’ın bir köyünden toprak vardı. Bir avuç toprak. Hemen altında, Musa Dağlıların 1939’da köylerine veda etmeden hemen öncesinde çekilmiş bir fotoğraf vardı. Halk bir alanda toplanmış ve veda edecekleri topraklara, Musa Dağ’a çiçek dizmişlerdi. Çiçek yığınının önünde de birlikte fotoğraf çektirmişlerdi. Daha sonra, müzenin anı bölümüne girdik. Duvarda daha önce hiç görmediğim fotoğraflar vardı, bazıları 1939’da gelenlerin birlikte getirdiği aile fotoğraflarıydı ve galiba internette hiç paylaşılmamışlardı. Daha önce internette rastladığım bir fotoğraf orada da dikkatimi bir kez daha çekti. Hıdırbey’deki Musa Ağacı’nın önünde çekilmiş bir anı fotoğrafıydı. Hilda Hanım Musa Ağacı’nı anlatmaya başladı bana. Ağacın yarığının ne kadar büyük olduğunu, içine 10 kişinin bile rahat sığabileceğini anlatıyordu. “Biliyorum” diyemedim, artık o ağacın etrafının kafelerle dolu olduğunu söylemedim. Aklında nenesinden, dedesinden nasıl duyduysa öyle kalsın istedim.
Müzeden çıktıktan sonra Hilda Hanım bana müzenin içinde neden hiç fotoğraf çekmediğimi sordu. “Gelenler normalde içeride çok fotoğraf çekilir, istersen senin de fotoğrafını çekeyim” dedi. Bu tür müzelerde kişisel fotoğraflar çekmeyi doğru bulmadığımı söyledim. Sonuç olarak burası bir sanat galerisi değil, içeride bir insanlık dramı sergileniyor. “Seni çok iyi anlıyorum” dedi sadece, daha sonra müzenin dışında birlikte fotoğraf çekildik. “İyi ki geldin, iyi ki tanıştık. Ancar’a her zaman hoş gelirsin” dedi ve vedalaştık. “Hagop’un 82 Yıl Sonra Musa Dağ’a Dönüşü” adlı yazımda 1939 öncesi Musa Dağ’da doğan Ermenilerin köylerine duydukları sevgiyi ve özlemi sonraki nesillerine aktardıklarından, onlardan sonraki nesillerin Antakya’da doğmamış olsalar bile hiç tanıyamadıkları bu topraklara merak ve özlemle yaşadıklarından bahsetmiştim. O gün, Ancar’da doğan Antakyalı Ermenilerle tanıştım. Ancar, “Nerelisin?” diye sorduğunda cevap olarak “Vakıf, Yoğunoluk, Kapısuyu, Hıdırbey, Batıayaz, Hacı Habibli (Eriklikuyu)” duyduğun bir yer; çünkü Ancarlıların buraya geldiklerinde mahallelerine koydukları isimler Antakya’da geride bıraktıkları.
Kasabaya gitmeden birkaç gün önce Beyrut’ta Ancar’dan Hovig adında aslen Yoğunoluklu biriyle tanıştım. Konu konuyu açınca saatlerce oturduk. Konuştuğumuz konulardan biri Antakya’ya gittiğinde hissettiği aidiyet duygusuydu. Bu konu hakkında söyledikleri beni çok etkiledi. “Ermeni kültüründe Ararat’a (Ağrı Dağı) aidiyet duygusundan bahsedilir. Yerevan’a gittim, karşımdaki Ağrı Dağı’na karşı hiçbir şey hissetmedim. Sonra Antakya’ya gittim. Bir yanımda Kel Dağı, bir yanımda Musa Dağ vardı. Yoğunoluk’tan Hıdırbey’e kadar yürüdüm. Aidiyet duygusunu tam olarak orada hissettim. Benim atalarım Musa Dağlı, Antakyalı” dedi. Hovig’in baba tarafı Yoğunoluklu, anne tarafı ise Kesebli. Keseb, Kel Dağı’nın Suriye tarafı ama tarihi olarak Antakya bölgesi sınırları içerisindeydi. 1939’da Fransa tarafından Suriye topraklarına dahil edildi.
Yoğunoluklu Ermeni vatandaşın oy pusulası
Daha önce dediğim gibi, adeta Samandağ’ın bir kasabasındaymışım gibi hissettim. Doğduğun yer önemli değil; yaşattığın kültür, tarih, isim önemli. Ancar’ın halk arasındaki ismi Housh Mousa, yani Musa Dağ ama Lazkiye ve Antakya arasında değil, Beyrut ve Şam arasında. Kasabadan ayrıldıktan sonra Lübnanlı arkadaşım nasıl hissettiğimi sordu. “Ya Baladi Antakia” (Memleketim Antakya) dedim. Çünkü anlatılan bu duyguları ben Antakya’dan kısa bir süre ayrı kalsam bile hissediyorum. Arkadaşım bana teşekkür etti, “Seni oraya ben götürdüm ama sen oranın yerlisi gibiydin. Tanıştığımız insanlar aslında Lübnanlı, yani bendenler ama sanki oradaki turist bendim, iyi ki seninle gitmişim, daha önce Ancar’a gelişimde bu kadar detay öğrenememiştim, bu kadar insanla tanışmamıştım” dedi. Antakya’da doğup büyümüş biri olarak Ancar’a gittikten sonra aklıma Feyruz’un Ehkeely şarkısı geldi. Şarkıda “Memleketim, çocukluk komşum hakkında bir hikaye anlat. Söyle bana, zeytin ağaçları ne durumda? Söyle bana, memleketim beni hatırlar mı hala?” der Feyruz. “Kutsal saydığımız bu toprak, Antakyamız bu kadar acıyı nasıl kaldırdı?” diye sordum kendime.
Bu yazıyı yazmadan önce, gerçekleştirdiğim bu geziyi Twitter’da paylaştım. Yüzlerce Antakyalı ulaştı. Paylaştığım fotoğraflardaki ve videolardaki insanların yüzlerinin ne kadar tanıdık geldiğini ve aynı kendi akrabalarına benzediklerini, anlatılan duyguları Antakya’ya olan sevgilerinden dolayı ne kadar iyi anladıklarını, bahsedilen aidiyet duygusunun aynısını hissettiklerini söylediler. Mesaj kutum bu tür mesajlarla dolmuştu. Tarih boyunca baskı gören halkların Antakya’da kalabilen kısımları, neredeyse bir asır önce bu topraklara veda eden insanlarla karşılaşmış, aynadaki yansımalarını bulmuş gibiydiler. Hissedilen duygular, toprağa olan sevgi aynıydı. Paylaştığım tweet dizisinden sonra Musa Dağlı Ermeniler ve onları tanıyanlar da mesajlar gönderdiler ve yazdıklarıma ekleme yaptılar. Dünyanın öbür ucundaki Hawaii’de bile Antakya özlemi çekip ölmeden önce Antakya’yı ziyarete gelenlerin hikayelerini okudum. Bazıları hayallerini gerçekleştirebilmiş.
Mesaj atanlardan biri, kayınvalidesinin Hawaii’den Antakya’ya gittiğini, annesinin evini bulduğunu söyledi. Annesinin diktiği ağaçlar hala meyve veriyormuş, onları sulamış. Evin yeni sahibi sürekli olarak orada yaşamıyormuş. Gittiğinde bahçede bekçilik yapan Alevi bir çocukla karşılaşmış. Bekçi çocuk, kadının balkona tırmanıp pencereden annesinin evine bakmasına izin vermiş. Annesi “Aleviler bize hep iyi davrandı” dermiş.
Alevi büyüklerin anlattıkları çocukluk anılarında illa bir Ermeni isim vardır, Alevilerin anılarında da eski Ermeni komşular hep iyi anılır. Benim de dedemin anlattığı hikayelerden birinde Sarkis adlı bir komşu var. Kısaca bahsetmek isterim. Sarkis, büyük dedem Yusuf’un kapı komşusuymuş. Yakın arkadaşlarmış, birinin evinde pişen hrısiden bir kap illa diğer ev için ayrılırmış. Sarkis, 1939’da göç etmeden önce ineğini Yusuf’a bırakmış. Yusuf, Sarkis döndüğünde kendi ölmüş olursa ineğin asıl sahibinin kim olduğu belli olsun ve asıl sahibine teslim edilsin diye ineğin adına ‘Sarkisi’ koymuş. Arapçada ‘Sarkis’in’ demek. Sarkis’in bir daha Samandağ’a dönemeyeceğini hiç tahmin edememiş. İnek Sarkisi uzun yaşamış, dedem bile çocukluğundan hatırlıyor, “Sanki Sarkis’i bekledi” der. O inek Yusuf dedemin ailesini geçindirmede çok yardımcı olmuş. Ne yazık ki, bu dostluk 1939’da sona ermiş. Yusuf, hayatı boyunca komşusu Sarkis’e ne olduğunu öğrenemeden göçüp gitti bu dünyadan. Belki Sarkis’in torunlarıyla karşılaşmışımdır Ancar’da. Sarkis’in soyadını bilmediğim için ona ne olduğunu öğrenebileceğimi sanmıyorum. Ama karşıma onlarca Musa Dağ hikayesi çıktı, belki birgün komşu Sarkis’in hikayesi de bulur beni.
Böyle hikayeler duydukça günümüz Antakyası bana çok siyah-beyaz geliyor. 1939’da renkleri solmuş ama sorsanız ne kaybettiğimizi bile bilmiyoruz. Antakya için kullanılan, klişeleşmiş “Medeniyetler Şehri” unvanı ne kadar doğru, ne kadar samimi? Tarihimizden, eski komşularımızdan ve onların hikayelerinden bihaber yaşıyoruz. Antakya’ya turist olarak gelen Musa Dağlı insanlar var ama onlardan da bihaberiz. Paylaştığımız aidiyet duygusu aynı olsa da, onları tanımıyoruz, “dünyanın öbür ucundan turist gelmiş” diyoruz. Yaşadığım bu deneyimi okuyan Antakyalıların bu insanları merak etmesi, tanımak istemesi ve aynı aidiyet duygusunu paylaşması beni çok etkiledi. Fiziksel bağlar kopmuş olsa da, akıllardaki ve anılardaki bağlar kopmamış. Ben o gün Ancar’da memleketimden koparılmış anılarla, insanlarla tanıştım. Bu yazının adı tam olarak bundan dolayı ‘Biz ve Onlar’, yani Antakya’da doğanlar ve Antakya asıllı olanlar.
Ancar
Fotoğraflar: Bora Selim Gül
Öne Çıkan Görsel: Musa Dağ Anıtı, Ancar