Depremden hemen sonra bölgeye giderek kapsamlı bir araştırma yapan ve araştırma sonuçlarını raporlaştıran Göç Araştırmaları Derneği (GAR) üyelerinden Doç. Didem Danış, Doç. Deniz Sert ve Dr. Eda Sevinin’le Hatay özelinde afet sonrası göçlere odaklanarak bölgede yaşananlara değindik. Afet ile göçün ilişkisine odaklandığımız bu röportajda, göç eden ailelerin sorunlarını, göçmen ve mültecilerin afetteki konumlarını, sivil toplumu, eğitim sorunlarını ve yeniden inşa konusundaki araştırma bulgularını ele aldık. Bu röportajın öncelikle nefret dilini kullanarak bir felaketin insani boyutlarını örten örtüyü aralamasını, insani ihtiyaçların görülür hale gelmesini ve yeniden inşaa denince aklımıza gelen soruların cevaplarına ışık tutmasını umuyorum.
Röportaj: Elifsena Biroğlu
GAR’ın raporunda belirtildiği üzere depremden hemen sonra gittiğiniz kentler arasında Hatay da var. Samandağ, Antakya ve Kırıkhan’a gittiğinizi okudum. Bu bölgeye vardığınızda ilk hissettiğiniz şey ne oldu?
DS: Biz öncelikle Kayseri’ye uçtuk sonra da arabayla Maraş’a gittik. Oraya vardığımızda Maraş bizi gerçekten çok zorladı. Antep’te ise yıkımın tahminimizden kısmen az olması nispeten iyi bir şeydi. Ama sonrasında Antakya, Samandağ ve Kırıkhan’a gittiğimizde benim hissettiğim çok büyük bir çaresizlik hissiydi. Açıkçası öfke de hissettim. Daha önce Antakya’ya gitmiştim, çok sevdiğim ve güzel anılarım olan bir yerdi. Çok yoğun duygular yaşadığımız bir saha oldu.
DD: Çok sayıda şehri geçerek Hatay’a vardık. Maraş, Pazarcık, Antep, Islahiye ve Nurdağı rotası üzerinden Antakya’ya geldik. Daha önce çok kez gittiğim bir bölgeydi, deprem sonrasında gördüğüm manzara ise inanılmazdı. İlk hissiyatım her şeyin gerçek üstü ve apokaliptik oluşuna dairdi. İnanması mümkün olmayan bir görüntü vardı. Samandağ’a gittiğimizde “Bundan daha kötü ne olabilir?” dedik. Bölgeye ilk ulaşabildiğimiz tarih Şubat’ın son günleriydi. O gün henüz yollardan enkaz kaldırılamamıştı. Dolayısıyla çok kaotik bir ortam vardı. Çok büyük bir acı hissettim.
ES: Yol boyunca birbirimizi güçlü tutmaya çalıştık. Yıkımın büyüklüğü dehşet vericiydi, deprem denince akla gelen yıkımların çok ötesinde bir şeye şahit olduk. Bir yandan da Hatay’da yalnız bırakılmışlığı gözlemledim. Sivil toplumun da kendi kendine mücadele etmek zorunda kalmasını görmek biraz kızdırmıştı. Çünkü hocaların bahsettiği gibi belirli bir hattan geçmiştik ve Islahiye ile Nurdağı’nda nispeten çadırkentler yapılıyordu. Ancak bu dönemde Hatay’da hala daha su sorununu konuşuyorduk. Yapılabilecekler farklı olabilirdi.
Hatay’da araştırma yaparken hiç unutamadığınız bir şeye şahit oldunuz mu?
DD: Bunca yerden geçip görmediğimiz bir şeyi Hatay’da görmüştük. Ağır silahlı askerleri görmek beni şaşırtmıştı, enkazların önünde bekliyorlardı.
DS: Yıkılan Rönesans’ı hatırlar mısınız? Çocuklarımı büyütürken bana yardımcı olan ve çocuklarım üzerinde büyük emeği olan bir kadın vardı. Sonrasında evlendi ve çocuğu oldu. Depremden sonra ondan hiç haber alamadım. Meğerse Rönesans’ta oturuyormuş, zaten hala bulunamadı. Antakya’ya gittiğimizde Rönesans’ın önüne gittim ve alan tertemizdi. Tüm molozlar kaldırılmıştı. Bunu unutamıyorum. Daha sonraki gidişlerimde hafızama kazınan bir diğer şey de bölgeye dışarıdan gidenlerin iyi olmasının oradakilere iyi gelmeseydi. Size hep bir şeyler ikram etmeye çalışıyorlar. Bu çok acayip bir şey.
ES: Sizin sorularınızı duydukça aslında hiçbir şeyin üzerine konuşmadığımızı fark ediyorum. Raporu bir görev bilinciyle yazdık ama geçtiğimiz adımları şu an hatırlıyorum. Hatay’ın girişinden Samandağ’a kadar gördüklerimin hiçbirini unutamıyorum. Çünkü baştan sona bir felakete tanık olduk.
DD: Hepimiz için çok ağır bir deneyimdi. Kelimeleri bulmak çok zor. Çok etkilendiğim şeylerden biri de kendi doğallığı içinde ortada bir tür dayanıklılık görmek oldu. Bu kadar olağanüstü bir olaydan sonra insanın hayata ve birbirine tutunması, dayanışma içinde bir şeyler yapılması -elbette kötülükler de vardı- insana dair güzelliklerin ortaya çıkabildiği bir ortamın hala daha varlığı, devam edebilme gücü veriyordu.
Raporda belirttiğiniz üzere, bazı ailelerin depremden sonra “bağ evleri”ne göç ettikleri ve bir şekilde birleşerek nispeten güvenli hissettikleri evlerde yaşamaya başladıklarını gözlemlemişsiniz. Göçmenler ve mülteciler için böyle bir durum söz konusu oldu mu? Göç ettiler mi?
DS: Homojen bir gruptan bahsetmiyoruz. Kimisi elbette başka şehirde yaşayan akrabalarının yanına gitti. Ancak “bağ evi olan bir göçmen” hiç duymadım. Bu sebeple imkanlar kısıtlı. Ayrıca depremden önce bağ evi gibi alçak katlı ve eski yerler sahiplerinin gözünde değerli olmadığı için genellikle “yabancılara” kiralanıyordu. Fakat bu evler depremde yıkılmayınca bazı kiracıların buradan çıkartıldıkları ve depremzede ev sahiplerinin yerleştiklerini gözlemledik.
DD: Nüfus hareketleri açısından birkaç tane temel hareket tespit ettik. İlk depremden sonra insanlar ya görece az hasarlı köylerine yöneldiler ki, bu da bazı köylerin nüfusunu beş - altı katına çıkardı. Deprem bölgesi dışında akrabaları olanlar da bu şehirlere sığındılar. Özellikle Hataylılar için Ankara bir çekim merkezi oldu. Bu özellikle çocuklu ailelerin eğitim için tercih ettikleri bir yoldu. Köyde kısmen güvenli bir alan olsa da eğitim bir sorun. Bu çözümler yerli halk için geçerli tabii. Mültecilerin elbette evleri olmadığı için “kendi evlerine” gidemediler. En önemlisi ise mültecilerin Kırıkhan ve Antakya gibi yerlerde en kötü koşullardaki evlerde yaşadıklarını düşünürsek aslında yıkımdan büyük oranda etkilendiklerini söyleyebiliriz. Dolayısıyla can ve mal kayıpları çok oldu. O bölgede sığınabilecekleri köyleri yoktu ve önemli bir kısım Konya ve Karaman civarına gitti, bir kısım da kendi imkanlarıyla barınma sorunlarını çözmeye çalıştılar. Gözlemlerimiz bu anlamda oldukça karamsar. Bir de tabii bir süre sonra çadırkentler kuruldu.
ES: Kırsala geçme konusunu düşününce bir de o dönemki soğuk havayı da hesaba katmak gerekiyor. Tarımda çalışan mültecilerin o soğuk dönemde seralarda barınmak durumunda kaldığı bize anlatıldı. Doğrudan tanıdığımız biri yok ama böyle anlatıları duyduk. Göçmen ve mültecilerin imkanları nispeten daha kısıtlıydı. Çünkü anladığımız kadarıyla çadır paylaşımında da sorunlar oldu. Mesela bazen yerli halkın mültecilerle aynı çadırda veya yakın şekilde kalmak istemediğini gözlemledik. Dolayısıyla tarlada kalmak, gözden uzak olmak anlamına da gelmiş olabilir.
Raporda Samandağ ve Kırıkhan örnekleri üzerinden barınma konusunda imkan eşitsizliğinden ve buna yol açan sebeplerden bahsedilmiş. Peki, bu eşitsizlikten dezavantajlı gruplar nasıl etkilendi?
ES: Aslında eşitsizlik birçok alanda gözlemlendi, sadece mülteciler özelinde konuşmak yeterli değil. Örneğin; sınıfsal anlamda, toplumsal cinsiyet anlamında… Depremin ilk ayı hak ihlallerini hepimize düşündürdü. “Bir şey olursa ilk onlar etkilenir” dediğimiz grupların gerçekten de ilk etkilenenler olduğunu tespit ettik. Ciddi bir ekonomik eşitsizlikten de bahsediyoruz bu depremde. Sağlam kalan evlere taşınabilecek ekonomik güç, insani yardımlara adil erişim gibi sıkıntılar olduğunu biliyoruz. Tahliye olanaklarından birçok göçmen ve mültecinin yararlanamadığını da biliyoruz. Bu noktada STK’ların koordinasyonları önem kazandı. Yine de mevcut eşitsizlikler daha da görünür hale geldi. Nefret söylemi de maalesef engellenemedi. Oysaki göçmenlerle ilgilenen STK’lar aslında hem bu gruplara hem de yerli halka yardımlarda bulunmuşlardı. Ancak bu dil yardımlaşmayı da aksattı.
DD: Çadırkent yerleşimlerinde de sıkça ötekileştirilmelere şahit olduk. Aslında bunu meşrulaştırılan hepimizin de farkında olduğu nefret dilinin yaygınlaştırılmasıydı. Mülteciler hırsızlıkla ve yağmacılıkla suçlandı, bunu sahada biz de birebir STK çalışanlarından ve yerli halktan sıkça duyduk. Fakat şunu belirtmek lazım: “Bir göçmen veya mülteci bu suçu kesinlikle işlememiştir!” gibi bir şeyi asla söylemiyorum. Çok kaotik bir durumda ciddi anlamda sorunlar yaşandı. İhtiyacından fazlasını alanlar da mutlaka oldu ve bunların içinde mutlaka bu ihlali yapanlar arasında mülteciler ve göçmenler de oldu. Burada altını çizmek istediğimiz şey, bazı kişilerin yaptığı bireysel yanlışların tüm gruba yüklenmesinin yanlış olduğu. Bireysel bir suçu genele yıkmanın sonucunda tüm grup şeytanlaştırıldı ve mültecilerin yardımlara erişimi engellendi. Nefret söylemi aslında dışlama pratiklerini meşrulaştıran bir araca dönüştü. Sonrasında da, seçim sürecindeki artan gergin söylemler ortaya çıktı. Sanki muhalefetin seçim kaybetmesinin tek sebebi göçmenler ve mültecilermiş gibi söylemler oldu.
DS: “Çadırkentlere kurulan tuvaletlerin kokusu nereye gidiyorsa Suriyelilerin çadırı da oraya koyulsun!” gibi söylemleri de duyduk sahada. Oldukça zor bir durumdu.
Doç. Deniz Sert- Doç. Didem Danış- Dr.Eda Sevinin
Gönderilen ulusal/uluslararası insani yardım yeterli miydi?
DS: Görüştüğümüz kişiler, gönderilen yardımların yardımı dağıtma yetkisi olan kurumlara verildiğini söyledi. Dolayısıyla belki de yardım yeterliydi, ama dağıtım?
ES: Türkiye’de özellikle de göç alanında sivil toplum aslında çok güçlü. Ancak 2022’den sonra, örneğin Birleşmiş Milletler’in yardım fonlarının başka yerlere aktarılacağı bilgisi dolaşıma girdi. Ukrayna’da, Sudan’da bazı krizler patladı ve böylece aslında dikkatler dağıldı. Aslında Türkiye’de deneyimli ve bilgi birikimi zengin bir STK ağı var. Bu sebeple kriz anında STK’lar oldukça hızlı koordine olabilirlerdi. Fakat bahsettiğimiz nefret söylemi, asıl alanı göç olan STK’ların faaliyetlerini de kısıtladı. Nefret söylemi “yapabilirlik”lerin sınırlarını zorladı.
Biraz da geçici barınma alanlarında yaşayan kişilerin ilişkilerine değinelim istiyorum. Örneğin bu mekanlarda yerli ve göçmen kadınların, çocukların ilişkileri birbirleriyle nasıl ilerliyor?
DS: GAR’ın ilk yayınlanan raporunun[1] ardından bu konuyu konuştuğumuzda çocuklara dağıtılan oyuncaklar arasında bazı ayrıştırmalar olduğundan bahsedildi.
DD: İlk seyahatimiz aslında çok hızlı bir değerlendirmeydi. Esas gözlemlerimi üçüncü saha ziyaretimde edinebildim. Çadırkentler, konteyner alanlarında ciddi bir dışlama olduğunu söyleyebiliriz göçmenlere karşı. Fakat bunu herkesin yaptığını söylemek de yanlış olacaktır. İnsani yardım dağıtanlar arasında oldukça adil davrananlar da var. Deprem sonrasında yerine getirilmeyen bazı ihtiyaçlar var ve insanların zor durumda kalmaları bireylerin tepkilerini çekiyor. Dolayısıyla insanlar tepkilerini en yakınlarındakine yansıtıyor. Bu elbette durumu meşrulaştırmaz. Ancak insanlar da en hafif tabiriyle altüst olmuş durumdalar. Kadınlar, çocuklar üzerinde yansımalar da gözlemlenebiliyor.
Eğitim başladığında neler oldu? Yerli çocuklar ve göçmen çocuklar eğitime başlarken farklılıklar gözlemlediniz mi? Ortak problemler varsa nelerdi?
DS: Okul meselesinde, mülteci çocukları bırakın yerli çocuklar bile eğitime erişimde sorunlar yaşadılar. O dönemde açılabilen okul sayısı çok azdı, taşımalı eğitim de yapılamadı maalesef. Benim ikinci saha ziyaretimde bu gibi sorunlar devam ediyordu. Dolayısıyla yerli çocuklar ne yaşadılarsa göçmen çocuklar da aynı sorunları yaşamışlardır. Tüm halk için insani sorunlar ortak.
DD: Hatay’daki farklı ilçelerden öğretmen arkadaşlarım bana bazı gözlemlerini anlattılar. İlk olarak şunu söylemeliyim, toplumsal eşitsizlikler deprem sonrasında da kendini gösteriyor. Bunlarda hem depremin yarattığı yeni eşitsizlikler hem de kişilerin sosyo-ekonomik durumlarının getirdiği avantaj ve dezavantajlar etkili. Herkes için en temel sorunlardan birisi eğitim. Hatay genelinde Reyhanlı-Yayladağ gibi nispeten daha az yıkımın olduğu ilçelerde okullar daha erken açıldı. Ama buralarda da eğitim tam randımanlı başlayamadı, çünkü katılım görece düşük kaldı ve eğitimin niteliği deprem dışı bölgelerdeki gibi ilerlemedi. Daha sonra Antakya-Defne-Samandağ gibi ilçelerde sağlam kalan okul binalarında eğitim başladı. Fakat bu koşullar da eğitim için pek kaliteli değildi, sanırım esas amaç çocukların okul ortamında biraz olsun “normal” hissebilmeseydi. Bölgede çok ciddi sayıda okul yıkılmış durumda. Birçok aile de köylere göç etmiş. Antakya merkezde, Kırıkhan merkezinde nüfus azalmış durumda. Hatay’dan göç edebilen aileler, çocuklarını göç ettikleri yerlerdeki okullara gönderdiler. Yaz tatiliyle beraber görece sağlam kalmayı başarmış yerlere geri dönüşler hızla devam ediyor. Bu da bence önemli bir mesele. Önümüzdeki eğitim-öğretim döneminde, Hatay’da okulların yeniden açılabilmesi ve nitelikli eğitim verilebilmesi, geri dönüşlerin geçici mi yoksa kalıcı mı olacağı konusunda önemli bir belirleyici olacak.
Yeniden inşaa sürecini düşündüğümüzde neler yapılmalı? Dezavantajlı grupları da düşününce kimlere hangi görevler düşüyor?
DS: Genel olarak herkes için yapılması gerekenlerde eksiklikler var, dezavantajlı gruplar konusunda ne söylesek eksik kalacaktır. En başta bina güvenliği sağlaması, denetimler yapması gerekenlerin işini yapması gerekiyor. Tüm eksikleri sadece sivil toplumun düşünmesi gerçekten onların görevi mi?
DD: Merkezi otoritenin yapması gereken çok fazla şey var. Sivil toplum ve yerel aktörler sorunların çözülebilmesi için birlikte, daha yerelden ve daha içeriden bilgi üretebiliyorlar. Bu sebeple karar mekanizmalarında kolektif bir şekilde yer almaları, yeni projeler üretebilmeleri, tüm aşamalara katılabilmeleri çok önemli.
ES: Katılımcılığa inanıyorum, fakat ne tür bir katılımcılık? STK’ların çabalarını biliyoruz, kamusal alanın yeniden inşasından bahsediyoruz. Ne kadar koordinasyon çabasında olsak da burada kapsayıcılık ve dahil etme süreçleri çok önemli. En küçük ayrıntıdan, barınma, eğitim, sağlık gibi birçok konuda çözüm üretilmesi gerekiyor.
Sizce birlikte yaşayabiliyor muyuz? Afet dönemleri insanları birleştirir mi? Hatay’da birlikte yaşam için ne söylersiniz?
DS: Hem evet hem hayır. Her ülkenin vatandaşı kendi içinde bile birlikte yaşamak istemiyor olabilir. Afet dönemleri ise evet, bazen birleştirir. Hatay, tarihinden gelen şekilde “birlikte yaşayan” bir yer. Ancak toplumdaki ayrımcılık gibi konular çözümlenemezse insanlar arasındaki memnuniyetsizlikler artacaktır.
DD: Antakya, birlikte yaşam konusunda çok özel bir yer. Bunu mümkün kılan da organik şekilde gelişmiş ve uzun zamana yayılmış bir barınma düzeni. Farklı dinlerin, mezhepsel grupların birlikte ama belirli bir düzen içinde yaşadığını biliyoruz. Depremde ise muazzam bir yıkım oldu. Mevcut koşullarda, çadırkentler geçici olarak barınma konusunda çözümler sundu. Antakya gibi, Hatay gibi farklı grupların uzun yıllara dayanan “uzak ama yakın”, “mesafeli ama ilişkili” yerleşim örüntüsünden, bugün konteyner ve çadırkentlerde “fazla yakın” yaşamayı gerektiren bir örüntüyle karşılaşıyoruz. Haziran ayında Kırıkhan’a gittiğimde görüştüğüm yetkililer, konteynerkentlerdeki yerleşimlerde bir Abdal ailesinin yanına bir memur ailesinin yerleştirildiğini anlattı. Düşünebiliyor musunuz? Yan yana iki konteynerde çok farklı sosyo-kültürel özelliklere sahip, ev içi ve dışı gündelik pratikleri farklı olan iki aile yaşıyor. Konteynerin dışına çıktıklarında “fazla yakın” karşılaşmalar yaşanıyor. Aslında kendi içinde çeşitli “gerilimler” taşıyan yeni dinamiklerden bahsediyoruz. Bunlar önümüzdeki dönem, birlikte yaşam konusunda üzerinde konuşmamız ve araştırmamız gereken meseleler olacak.
ES: Hatay gibi çokdilli, çokdinli, çokkültürlü bir yerde ayrışma tohumları çok uzun zamandır ekiliyor ve bunların sonuçlarını görüyoruz. Birlikte yaşamanın bir de sınıfsal bir boyutu var. Bizler Antakya’yı, Defne’yi bugüne kadar biraz da orta sınıflılığıyla bilirdik. Bugün, yeniden yapılandırılmış bir Antakya’ya, Defne’ye tekrar orta sınıfın dahi yerleşip yerleşemeyeceğine dair kuşkularımız var. Onların bile tekrar yerleşemediği bir yerde sınıfsal birliktelikler de grileşiyor. Sınıfsal olarak bu umut kırgınlıkları dayanışma içinde olmaya yine de engel değil. Sınıfsal gettolaşma hakkında da konuşmalıyız.
Öne Çıkan Görsel: Doruk Aksel Anıl/Pexels