top of page
Ezgi Erol

Mozaik Diasporada Evin Yeniden Tahayyülü

Güncelleme tarihi: 29 Tem



"Evi dağılanın yurdu genişler mi?" diye soruyor Nurdan Gürbilek bir kitabında. Burada ev kavramı, gitmek ya da kalmak arasında varoluşsal bir ikilem olarak karşımıza çıkıyor ve insan deneyimini kapsıyor. Özellikle Antakya, Defne ve Samandağ Çevlik mozaikleri bağlamında bu soruyu, yerlerinden edilmiş, öznelliklerinden ve çok duyulu varoluşlarından sökülmüş, bir zamanlar onları çevreleyen ilişkiler ağından koparılmış maddi kalıntılar için sorabiliriz. İnsanların ve objelerin dağılması Hatay bölgesinin 20. yüzyıl tarihinin bir parçası haline gelirken, Latife Tekin’in, "Yuvası dağılanın yurdu genişlermiş" cümlesi de bizi diaspora kavramına götürüyor.  Gerçekten yuvası dağılanın yurdu genişler mi?

 

Ev: Terk Edilmiş, Kazılmış, Kayıp

 

6 Şubat 2023 yılında yaşanan depremi deneyimi ışığında, Antakya, Defne ya da Samandağ'da ev mefhumunun çok katmanlı tarihsel yolculuğu mercek altına alınması gereken bir konu. Bu yerleri defalarca el değiştirmiş, yıpranmış mekânlar olarak tahayyül edersek, ev mefhumu bu modern ilçelerin M.Ö. kuruluşlarından 6 Şubat felaketinin deneyimlerine kadar çok çeşitli, ikircikli, dayanışmacı ve agonistik bir toplumsal ilişkiler bütününe işaret ediyor. 20. yüzyıldan günümüze, bu bölgedeki ev kavramı girift bir yapı arz ediyor. Bu mekânların modern hikâyesi 1915'teki soykırım şiddeti, sömürge yönetimi, arkeolojik araştırmalar, savaş, göç ve doğal (olmayan) afetlerle şekilleniyor. Bu kısa dönemde ev mefhumu, yurt olarak terk edileni/ettirileni, arkeolojik olarak kazılanı ve dağılanı ve depremlerde kaybedileni ifade ediyor. Bu üç farklı ev kavramı nasıl ortak bir zemin bulabilir?

 

Bu yazı, Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana İskenderun bölgesinde birbiriyle örtüşen farklı jeopolitik olayları ele alıyor. Bu farklı güç ilişkilerinin bir sonucu olarak yerinden edilen objeler ve insanlar arasındaki ilişkiselliği araştırmakta ve yeni bir tarihsel anlatı kurmanın olanağına odaklanıyor. Bu anlamda, bu anlatıyı, ev kavramının yanı sıra süreç olarak benzer ancak birbirinden oldukça farklı iki kavram olan diaspora ve mozaik kavramları üzerinden kuruyor. Diaspora, bir sosyal gruba ait insanların kendi yerlisi olan mekândan başka coğrafyalara dağılmasını ifade ederken, mozaik başka coğrafyalardan farklı malzemelerin ve mitolojik hikayelerin göç ederek aynı mekânda bir araya gelmesini ve mekâna özgü bir asamblaj oluşturmasını ifade ediyor. Antakya ve çevresinde 1930'lu yıllarda Fransız ve Amerikan kurumları tarafından bölgenin mozaiklerini çıkarmak için kazılar yürütüldü. Bu anlamda 1930'larda arkeolojik olarak kazılmış ev kavramı, Roma villalarının taban mozaikleri. Bu evlerin taban mozaikleri parçalandı, yerinden edildi ve onlarca denizaşırı kurum arasında dağıldı. Bu anlamda, objelerin bu deneyimini metaforik olarak bir diaspora örneği olarak düşünebiliriz. Bu evlerin taban mozaiklerinin çıkarıldığı ve başka ülkelere gönderildiği kazı döneminde, bu bölgenin insanları da farklı güç ilişkileri sonucunda yerlerinden edildi.  Buradaki terk edilmiş ev, esasen evlerinden ve yurtlarından edilmiş yerel halk. Ancak aynı yıllarda yaşanan farklı şiddet deneyimleri sonucunda insanların ve objelerin yerinden edilmesi arasında bir kopukluk var. Bu kopukluğu aşmak için iki tarihsel olayı yan yana ve birlikte, birbiriyle yarıştırmadan anlatmak önemli. Bu anlatı hem bu şiddet ilişkileri hakkında konuşmanın yeni yollarını açabilir hem de maddi kalıntılar ile insanlar arasındaki kopukluğun gözlemlendiği toplumsal alanlarda, bu maddi kalıntıların bugün Hataylıların ve diasporada yaşayan insanların hafızasında nasıl bir yere sahip olduğunu sormamıza vesile olabilir. Buna ek olarak, yakın zamanda yaşanan 6 Şubat depremine odaklanarak, depremin çok katmanlı bir tarih içinde kazılan evin maddi kalıntıları ile bu yörenin insanları arasında bağlayıcı ve birleştirici bir rol oynayabileceğine ve yas tutma pratiğinin buna yardımcı olabileceğine işaret edilebilir.

 

Bu anlamda, bu objelerin yurtlarından ayrıldıktan sonra sergilendikleri müzelerdeki küratöryel bağlam, yani yaşadıkları sömürgeci şiddet deneyiminin ya da antik dönemde yaşadıkları depremin tarihsel anlatılarının bir parçası olup olmadığına bakılabilir ve bu metaforik olarak bu üç ev kavramı birlikte düşünmek için bir alan olabilir.

 

İskenderun bölgesi I. Dünya Savaşı'ndan sonra Fransız mandası altına girdi ve kazılan evlerin hikâyesi bu dönemde başladı. Bu arada siyasal olarak da bir böl ve yönet politikası izleyerek 1920'de Lübnan'ı Suriye'den ayırdı ve Beyrut merkezli bir manda yönetimi kurdu. Osmanlı döneminde Halep'in İskenderun Sancağı olarak bilinen bölge, 1925 yılında Ortadoğu'daki arkeolojik çalışmalardan sorumlu Fransa Eski Eserler Kurumu tarafından Antakya ve çevresinde kazılara başlandı. Bu kurum 1920'lerin sonunda Princeton Üniversitesi Sanat ve Arkeoloji Bölümü'ne bir davet gönderdi. Daveti büyük bir ilgiyle kabul eden bölüm başkanı, Antakya'da kazı yapmak üzere akademisyenler gönderdi. Proje, Worcester Sanat Müzesi/MA, Baltimore Sanat Müzesi/MD, Harvard Sanat Müzesi/MA (önceki ismiyle Fogg Sanat Müzesi) ve Dumbarton Oaks Müzesi/DC gibi kurumların finansal desteği ile gerçekleştirildi. Ancak İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle kazılar durduruldu. Kazılar sırasında 300 kadar mozaik döşeme ortaya çıkarıldı ve bunların yarısından çoğu, ve diğer kültürel objelerle birlikte Kuzey Amerika'daki 30'dan fazla müzeye satıldı veya hediye edildi. Bu süreç özellikle erken Hıristiyanlık dönemine ait kalıntıların incelenmesini teşvik etmişti. Fransa, manda döneminde (1920-1946) Suriye ve Lübnan'da 60'tan fazla arkeolojik proje yürüttü.

 

Özellikle Antakya üzerindeki Defne ilçesi, ve Musa Dağı yamaçlarındaki villaların taban mozaikleri de dahil olmak üzere birçok Geç Antik Dönem kalıntısı bulundu. Musée d'Antioche[1], Fransız Eski Eserler Kurumu için çalışan bir mimar olan Michael Ecochard tarafından Antakya'da inşa edildi. Fransız ve Amerikan kurumları tarafından yürütülen bu kazılar nedeniyle Antakya "Mozaikler Şehri" olarak tanınmaya başlandı. Birden fazla müze aynı evlere ait taban mozaiklerini talep ettikleri için çoğu kez tek bir ev ya da villaya ait olan taban mozaikleri kesilip parçalanarak farklı yerlerdeki müzelere yollandılar. Halihazırda üç ülke ve otuzdan fazla müze ve üniversite farklı evlerin mozaiklerinin farklı parçalarına ev sahipliği yapıyor ve bu taban mozaiklerinin bu denli parçalanması ve dağılması da bizi o evlerin tarihinden, özgün yapılarını bir arada düşünemeyeceğimiz ya da hayal edemeyeceğimiz kadar koparıyor. Yapıldıkları esnada belirli bir amaca ve mekâna adanmış bu mozaikler, bugün Kuzey Amerika ve Avrupa müzelerinde, öznelliklerinden, aralarında örülü duyusal ilişki ağlarından ve tanıklık ettikleri olaylardan kopuk bir şekilde sergileniyor.

 

Musa Dağı'ndaki Kazı Çalışmaları. Kilikya Evi / House of Cilicia (House 1 and Vicinity), Antakya Araştırma Arşivi, Sanat ve Arkeoloji Bölümü, Princeton Üniversitesi.

 

Geç Antik döneme ait evlerin hikâyesi bu şekilde başlarken, bu evlerin kazıldığı zaman dilimindeki terk edilmiş yurt olarak ev mefhumu da başka bir hikâye anlatıyor ve objeler ile insanların dağılması arasında ilişkisel bir estetik kurmaya olanak sağlıyor. Fransa'nın Suriye topraklarını arkeolojik olarak sömürmesine rağmen İskenderun bölgesi halkları için manda dönemi siyasal şiddetin azaldığı bir döneme işaret eder[2]. Ancak Türkiye, cumhuriyetin kurulması için müzakere masasından İskenderun sancağı ülke sınırlarına dahil olmadan kalktığı 1923 yılında bile İskenderun bölgesinin, başta liman olmak üzere Batı ile Doğu arasındaki ticaret yollarındaki stratejik konumundan faydalanma isteğinden vazgeçmeyecekti. Türkiye'nin ulus-devlet inşası etrafında ortaya çıkan yeni hafıza alanının milliyetçiliği İskenderun bölgesine odaklandı. İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken, İtalya ve Almanya'da yükselen faşizm ve Türkiye ve İskenderun bölgesinde cereyan eden siyasi gelişmeler bağlamında Fransa, İskenderun bölgesi için Türkiye ile yeniden pazarlığa oturdu. Alınan kararlardan biri de İskenderun bölgesinin 1938 yılında Hatay adı altında özerk bir cumhuriyet olarak tanınmasıydı. Bu esnada Nazi Almanya’sı henüz Polonya'yı işgal etmeyi planlıyordu. Fransa, Türkiye'nin yaklaşan savaşta tarafsız kalması koşuluyla Hatay'ın ilhakını kabul etti[3]. Bu gelişmelerin ortasında, İskenderun bölgesi 1936-1940 yılları arasında ciddi bir göç dalgası yaşadı. Özellikle Musa daği çevresinde 1915'te sürgün edilen (aynı zamanda direnen) ve 1921'de geri dönebilen Ermeniler, 1939'da İskenderun bölgesinin ilhakı nedeniyle yeniden göç etmek zorunda kaldılar[4]. Bu göç dalgasını Hıristiyan Araplar, Sünni Araplar ve Yahudiler takip etti[5]. Bazı istatistiki verilere göre, 1936 yılında İskenderun bölgesinde yaklaşık 25 bin Ermeni yaşıyordu. 1938-1940 yılları arasında ise bu bölgeden 40 binden fazla kişi göç etti[6].

 

Musa Dağı'nda Kazı Çalışmaları. Antakya Araştırma Arşivi, Sanat ve Arkeoloji Bölümü, Princeton Üniversitesi, 1938.

 

Kısacası, İskenderun bölgesi bu dönemde hem maddi kalıntılarının büyük bir kısmına hem de insanlarına veda etti. Bu anlamda, kazılmış ve terk edilmiş ev mefhumu bize insanların ve objelerin emperyalist ve kolonyal şiddet deneyimlerini paylaştığını gösteriyor. Bu çerçevede, İskenderun bölgesindeki insan ve obje göçleri arasındaki tarihsel ilişkiyi göstermek ve iki farklı göçü birbiriyle ilişkili olarak düşünmek için mozaik diaspora[7] kavramını kullanıyorum. Bu kavrama yolculuğum sanatsal projem Dut Ağacı (2019/-) ile başlıyor. Musa Dağı'nın manzarası, insanların yaşadığı şiddete, evlerini yurtlarını terk etmelerine tanıklık ederken, aynı çevredeki Dor Mabedi'nin maddi kalıntıları[8] ve Kilikya Evi'nin mozaikleri dünyaya dağıldı. Bu gelişmeler farklı şiddet politikalarının sonucu olsa da, eşzamanlı ve eşmekânsal göçlerdir ve aralarında epistemolojik bir köprü, görsel bir ortak dil ve ilişkisel bir estetik kurabiliriz; bu farklı deneyimler birbirleriyle dayanışabilir. Bu anlamda yurt olarak terk edilmiş mekânın ve arkeolojik araştırma için kazılmış ve dağıtılmış evlerin eşzamanlılığı söz konusuyken, depremler de İskenderun bölgesindeki insanları ve objeleri tarihsel olarak birbirine bağlar. Burada ortaya çıkan önemli bir soru, objelerin tarihinin bir parçası olarak deprem deneyiminin, onların yeni evleri olan müzelerdeki sergilerin bağlamının bir parçası olup olmadığıdır. Bu yaşanan muhtelif olaylar ve onların özneleri üzerine düşünmek bizi ortak bir ev uzamına götürebilir.

 

Mulberry Tree, video ekran görüntüsü, (2019/-). Yoğunoluk Kilisesi’nden Kel Dağına manzara. (Fotoğraf: Ezgi Erol)

 

Deprem Deneyimi


Antik Antiokheia ve Daphne kentleri birçok kez depremler [9] ve askeri yıkımlarla harap oldu. Antiokheia'nın kurulduğu MÖ 3. yüzyıldan MS 9. yüzyıla kadar, depremlerin neredeyse tüm şehri yok ettiğine dair kanıtlar bulunuyor.[10]  MS 341 depremi Antiokheia ve Daphne'de büyük korku ve endişeye neden olmuş ve arkeolojik kanıtlar Daphne tiyatrosunun ve bazı özel konutların bu depremlerde yıkıldığını gösteriyor.[11] Objelerin deprem deneyimi, kazılan evlerdeki mozaiklerin yapısındaki çatlaklardan ve sikkeler gibi diğer objelerin değişimlerinden anlaşılıyor. Özellikle, M.S. 388 yılındaki Antakya depreminin Psykhelerin Kayığı Evi’ne zarar verdiği ve depremin izlerinin mozaik zeminde görülebilmekte.[12] Bu ev Amerikalı ve Fransız arkeologlar tarafından Daphne'de kazıldı.


Psykhelerin Kayığı Evi (House of the Boat of Psyches), Antakya Araştırma Arşivi, Sanat ve Arkeoloji Bölümü, Princeton Üniversitesi.

 

Psykhelerin Kayığı Evi’nin mozaikleri, bölgedeki diğer pek çok evin de tecrübe ettiği gibi üç farklı ülkedeki müze ve akademik kurumlar arasında paylaştırıldı. Hatay Arkeoloji Müzesi, Louvre Müzesi ve Kuzey Amerika'da beşten fazla kurum ve koleksiyoner. Bu evden sökülen, hediye edilen veya satılan mozaiklerin nerede olduğunu öğrenmek için Amerika Birleşik Devletleri'nde kapı kapı dolaşarak yaptığım araştırmalar, dağılma sürecinin ve bu evin tarihsel bağlamının çok daha derin sorunlarla karşı karşıya olduğunu ortaya koydu. Evlerin mozaikleri hala dolaşım halinde. Bu evdeki mozaiklerin bir kısmı son birkaç yıl içinde Philadelphia Amerikan Felsefe Derneği, Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve Antropoloji Müzesi, Princeton Üniversitesi ve Philadelphia Sanat Müzesi arasında bağışlandı ya da satıldı. Bu gelişme, mozaiklerin parçalanma ve dağılmasının halen devam ettiğini ve bu durumun objenin tarihsel öneminin ve onların Geç Antik dönemde yaşadığı deprem deneyiminin tarihsel bir kayıt olarak değerlendirilmesinin önüne geçtiğini gösteriyor.

 

Europa, Psykhelerin Kayığı Evi.  Baltimore Sanat Müzesi, Maryland/ABD, 2023. (Fotoğraf: Ezgi Erol)

 

Benzer bir uygulama Princeton Üniversitesi'nin kazılarını finanse eden ve mozaiklerin bir kısmına sahip olan Baltimore Sanat Müzesi'nde de görülüyor. Müzede mozaiklerin sergilendiği alana Antioch Court adı veriliyor. Mozaikler duvarlara rastgele yerleştirilmiş ve avlu düğün ya da kutlama resepsiyonları için de kullanılıyor. Europa mozaiğinin (yukarıda) önündeki masa genellikle içecek servisi için kullanılıyor. Işık mozaiğin algılanışını önemli ölçüde etkilerken, müzenin düzensiz aydınlatması ve pencerelerden avluya giren gün ışığı mozaiklerin etkisini azaltıyor. Mozaiğin farklı boyutlardaki özgün algısını bozan müdahalelerden biri de, zemin mozaiklerinin deprem ya da başka olaylarda hasar gören kısımlarının boyanarak duvara asılması. Daphne bölgesinin Europa mozaiği renkli cam ve taş tesseralarla zenginleştirilmiş. Kuşlar, yapraklar ve taçlı başlar gibi detayların yer aldığı mozaikte[13], Zeus'un boğaya dönüşerek Europa'yı Sidon'dan kaçırıp Girit'e götürmesi ve ona tecavüz etmesi efsanesinden önceki sahne tasvir edilmiş.[14] Europa'nın bu hikâyesi mitolojide zorunlu göç olarak da bilinir.[15] Mozaik, özellikle boğanın olduğu kısım olmak üzere depremlerden zarar görmüş ve gün yüzüne çıkarıldığında pembe tuğla renkli sırtının sadece küçük bir kısmı ortaya çıkmış. Müze, mozaikler için özel bir boyama tekniği kullanarak boğayı Europa mozaiğine tekrar eklemiş. Bu müdahale, müzenin mozaiklerin yıllar içinde doğal olarak aşınmasını tarihsel bir zenginlik veya tarihsel bir kayıt değil, bir eksiklik olarak gördüğünü gösteriyor. Kısacası, depremlerde hasar gören ve daha sonra kazılarla ortaya çıkarılan bu mozaiklerin asıl yerleşim yerlerinden bugünkü müze ortamına taşınmış olması, antik dönemdeki depremlerin izlerine dair bilgileri gizliyor. İnsanların ve objelerin eşzamanlı göçüne dair yeni bir hikâye yaratma imkânını elimizden alıyor. Ayrıca 6 Şubat 2023 depreminde Antakya kenti ve çevresinin kaybına tanıklık eden bizleri, mozaikle deprem üzerinden ilişki kurma, tarihiyle ortaklık kurma ve birlikte yas tutma imkânından mahrum bırakıyor.  Aynı bölgeden gelen insanlar bir müzede maddi kalıntılarla karşılaştıklarında, geçmişteki çeşitli olaylarla ve çok katmanlı tarihle ilişki kurma arzuları göz ardı edilmemeli. Zira antik bir evin mozaiklerinin kolonyal modernitede estetik bir form olarak dağılma sürecine dair deneyimleri bir kültürel temellük hikayesi ve bu müzeler, akademik kurumlar ve özel koleksiyonlar tarafından paylaşılan ve dağılan ortak bir sahiplenmeye dair bir mülkiyet arzusunu ortaya koyuyor. İnsanların maddi kalıntılarla ilişki kurma arzusu, bu kolonyal pratiğe karşı bir söylem üretebilir.

 

Günümüzde insanlar ve objeler arasında neredeyse hiçbir ilişki kurulmuyor ve bir toplumsal alan olarak müzelerin ihtişamı ve devasa mekânları içinde bu ilişkisizlik "normal" görünüyor. Bu yazıda kayıp, terk edilmiş yurt olarak ve kazılmış ev kavramlarını bir araya getirerek ortak bir evin metaforik imgesi üzerinde düşünmeye çalıştım. Amacım, birleştirici yas mekânları üzerine düşünmek ve objelerin hikâyelerini insan hikâyelerine benzer şekilde ele almak. Kazılan evlerin taban mozaiklerinin bir daha asla bir araya gelmeyeceği ve bu dağılmanın evin uzamını genişletmediği aşikâr, tıpkı kaybedilen onca ev ve paramparça olan onca hayat gibi. Ancak üç evdeki bu hayatların ve objelerin yeniden bir araya getirilmesi, yerelde ya da diasporada yaşayan insanların bilgi ve deneyimleriyle, onlarla kurulacak adil bir ilişki ağı içinde gerçekleştirilebilir. Mesele, maddi kalıntıların tarihte kime ait olduğu değil, onların hikayesini kimin anlatabileceği. Başka bir deyişle, ortak bir hafıza, insanların ve objelerin tanıdık bir yer, olay veya dağılma zamanına ilişkin deneyimlerini paylaşmaları yoluyla yeniden düşünülebilir. Bir objenin, maddi bir kalıntının sessizliği, onu konuşturmamak, onun bilgisine boyun eğdirmek anlamına geliyor. Bu şekilde objeler yerlerinden ediliyor, evleri dağılıyor, anlamları ve bağlamları daralıyor. Geçmişteki uygulamalar bugün arşivler ve müzeler aracılığıyla sömürgeci bir bakış açısıyla yeniden üretiliyor. Müzeler buna, bu maddi kalıntıların kolonyal koşullar altında edinilmesinin sosyal ve kültürel tarihi üzerine eleştirel ve anti-kolonyal bir muhakeme yürüterek karşı koyabilir. Yoksa ne insanlar ne objeler için ne yurt genişliyor ne ev.[16]

 


 [1] 1934 yılında açılan müze, İskenderun bölgesinin Türkiye tarafından Hatay olarak ilhak edilmesinden sonra 1948 yılına kadar kapalı kalmıştır. Daha sonra bugünkü Hatay Arkeoloji Müzesi olarak faaliyete girmiştir.


[2] Bkz. Can, Şule ve Levent Duman. 2022. “Fransız Manda Dönemini 'İçeriden' Hatırlamak: Hatay'da Bir Sözlü Tarih Çalışması”. İçinde Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Nr. 49, Denizli: 505-517. DOI:10.30794/pausbed.996866, s. 506.


[3] Guttstadt, Corry. 2008. Die Türkei, die Juden und der Holocaust. Berlin-Hamburg: Assoziation A, 158-159; Erol, Ezgi. 2019. Mulberry Tree. Video essay: Diploma artwork, Academy of Fine Arts Vienna. https://ezgi-erol.net/mulberry-tree/ ; Erol Ezgi. 2022. “Wessen Kulturerbe? - Einführende Überlegungen zu den Ausgrabungen im Nahen Osten unter französischem Mandat”. migrazine - Online Magazine by Migrant Women* for Everyone. https://migrazine.at/artikel/wessen-kulturerbe-einfuhrende-uberlegungen-zu-den-ausgrabungen-im-nahen-osten-unter, Erişildi: 02.07.2024.


[4] Can, Şule. 2023. Musa Daği Ermeni Direnişi, 1939 Göçü ve Araplar*. İçinde Arapların 1915’i. Soykırım, Kimlik, Coğrafya. derl. Emre Can Dağlıoğlu, İstanbul: İletişim, s. 239.


[5] Duman, Levent. 2023. Antakya’dan Vazgeçmemek: Çok Kültürlülüğün Yeniden İnşası.

https://www.nehna.org/post/antakya-dan-vazgecmemek-cok-kulturlulugun-yeniden-insasi Nehna. Erişildi: 02. 7.2024; Magemizoğlu, Gizem. 2021. “The Jews of Antioch in Modern Times”. Australian Journal of Jewish Studies XXXIV: 24-43, s. 31.


[6] Can, 2023., s. 258.


[7] Mozaik diaspora kavramı, Paul Basu’nun (2011) “obje diasporası” kavramına dayanmaktadır. Basu, Paul. 2011. “Object Diasporas, Resourcing Communities: Sierra Leonean Collections in the Global Museumscape”. Museum Anthropology, s. 28 – 42.


[8] Erol, Ezgi. 2022. “The Second Abduction of Europa”. In to touch at the edge, ed. by KO-OP Space, Sofia, BG, s. 152.


[9] Bkz. Beyen, Kemal, Mustafa Erdik, Cihan Mazmanoğlu. 2003. “Geçmişten Günümüze Antakya'nın Sismik Aktivitesi ve Yapılması Gerekenlerin Uluslararası Bir Konferans Işığında Değerlendirilmesi”. TMH - Türkiye Mühendislik Haberleri, Nr. 423/, 2023/1.


[10] Pamir, Hatice. 2023. “Helenistik Dönem ve Roma Dönemi’nde Antiokheia/Antakya’da Yaşanan Depremlerin Etkileri ve İmar Faaliyetleri”. İçinde İnterdisipliner Yaklasimla Hatay’da Afet Deneyimi: 6 Şubat 2023 Depremini Tarihe Not Düşmek, derleyen Veysel Eren, Ankara: Nobel Akademik Yayın, s.35.


[11] Pamir, 2023, s. 57-58.


[12] a.g.e., 61


[13] Levi, Doro. 1947. Antioch Mosaic Pavements I and II. Princeton University Press, s. 170; Erol, 2022, s.153.


[14] Levi, 1947, s. 169-171.


[15] Bu argüman yazarın ve "of sea, leaves, sunshine, and red" (2022/devam ediyor) adlı sanatsal araştırmasının bir parçasıdır. Daha fazla bilgi için: https://ezgi-erol.net/of-sea-leaves-sunshine-and-red/


[16] Bu metinde yer alan bazı argümanları, yakında uzman bir yayında girecek olan “Europa’s Dispersal: Mosaic Diaspora from Antioch and its Vicinity” adli makalemde ayrıntılı olarak tartışıyorum.

532 görüntüleme

Bu platformun kendine ait resmi bir görüşü yoktur. Bu oluşum içerisinde yer alan tüm yazılar yazarların şahsi görüşüdür.  Okuduğunuz bu yazının yayın hakları nehna.org’a aittir, ilkelerimiz gereğince sitemizdeki yazıların paylaşılmasında bir sakınca görmüyoruz. Ancak paylaşım yapılırken evrensel basın ilkelerine riayet edilmesi, yazının ilk olarak nehna.org sitesinde yayınlandığına ilişkin ibare bulunması ve yazarın isminin anılması hususlarına dikkat edilmesini önemsiyoruz.

bottom of page