6 Şubat 2023 tarihli deprem, milyonlarca insanın hayatı üzerinde derin bir tahribat yarattı. Her ne kadar Türkiye’nin içine girdiği siyasi ve ekonomik buhran, depremin yıkıcı etkisinin gündemdeki sıcaklığını gölgelese de bölgedeki belirsizlik tüm şiddetiyle devam ediyor. Antakya[1], depremde en çok zarar alan yerlerin başında geliyor. Efsaneye göre, tarih boyunca yedi kez yıkılmış ve her seferinde küllerinden yeniden doğmuş bu kadim bölgenin yüzyıllar içinde şekillenmiş çokkültürlü etno-demografik yapısı göz önünde bulundurulduğunda, yaşanan kayıplara ayrıca kompleks bir sosyo-kültürel katman daha ekleniyor. Bu katman ise, söz konusu dini, dilsel ve kültürel aidiyetleriyle geniş toplumdan ayrışan Antakyalı Ortodokslar[2] olduğunda, politik bir anlam da kazanıyor.
Bu yazıda üç temel noktadan oluşan bir çerçeve benimsiyorum. Birinci olarak, mekansal anlam sabit değildir, güncel koşullara göre yeniden üretilir. İkinci olarak mekansal anlamın şekillendirilmesinde güç ilişkileri önemli bir rol oynar. Son olarak ise, özellikle kriz anlarında çıkan örgütlenme biçimi, mekânsal anlamın politizasyonunu ivmelendiren bir faktördür. Bu çerçevenin ışığında, şu soruya cevap arayacağım: Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlam hangi politik dinamikler üzerine kurulu?
Bu soruyu cevaplayabilmek için dört Antakyalı Ortodoks’la yarı-yapılandırılmış mülakat gerçekleştirdim. Görüşmecilere Nehna kanalıyla ulaştım. Konunun hassasiyeti gereği, görüşmecilerin gerçek isimlerini kullanmadım ve niteliksel çalışmalarda sıkça kullanılan anonimleştirme yöntemini tercih ettim. Aşağıda sonuçlarını okuyacağınız çalışmayla Antakyalı Ortodokslarla alakalı mutlak bir temsiliyet iddiam yok, sadece cevabını aradığım sorulara genel bir çerçeve çizmeyi amaçlıyorum.
“Biz ilk Hıristiyanlarız, bir yerden gelmedik”
Antakya, Kitab-ı Mukaddes’te Hıristiyanlık dininin mensuplarına ilk defa “Mesihçiler” isminin verildiği yer olarak karşımıza çıkıyor.[3] Hıristiyanlığın kurumsallaştığı bu topraklarda yaşayan Ortodokslar, kendilerini binlerce yıllık bu geleneğin mirasçısı olarak görüp, bu yerellik üzerinden aşağıda Corç’un da ifade ettiği gibi Antakya’yla kuvvetli bir bağ kuruyor:
Antakya, koskoca bir patrikhanenin adı. Hıristiyanlığın ilk geliştiği, ilk kurumsallaştığı yer, kilisenin oluştuğu yer. Bu tabii önemli. Bizimkilerde şöyle bir gurur var: ‘Biz ilk Hıristiyanlarız. Biz bir yerden gelmedik. Biz zaten buradaydık.’ Bununla övünmeyi severler. Herkes sorar, ‘Bir yerden mi geldin?’, diye. ‘Bir yerden gelmedik, zaten ilk Hıristiyanlar burada, ilk kilise burada’. Bu, onlar için de bir gurur kaynağıdır. […] Bu da elbette tarihsel anlamda bir bağ sağlıyor insanlara. (Corç)
Yerellik vurgusunun özellikle Antakyalı Ortodoksların yerelliğinin sorgulandığı durumlarda açığa çıkması, mekanla kurulan ilişkisinin, toplumlar arası ilişki vasıtasıyla yeniden üretildiğini açıklıyor.
“Ermeni kilisesi de yok, Ermeni de yok”
Görüşmelerden çıkan bir diğer sonuç da gündelik hayat mekanları, sosyal etkileşime de olanak sağlaması. Birbirini tanıyan bireylerin, toplumların kamusal bir alanı ortaklık duygusuyla paylaşması, karşılıklı güven bağlarının tesisinde önemli bir rol oynuyor.[4] Antuvan ve Janet’in de Antakya’yı farklı toplumların bir arada kamusal alanı paylaştığı, birbirini tanıdığı ve bu tanıklıklar üzerinden güven bağları oluşturduğu bir mekan olarak ifade ediyor:
[Antakya’da] dar sokaklar, avlulu evler, avluların kapıları hep birbirine bakar. Bir kişinin geçemeyeceği kadar dar bir sokaktır ama kapılar hep birbirine açılır. […]. Oradaki evler bir mahallenin içindeki evler gibi değil, bir evin içindeki odalar gibidir. Bu yüzden insanların diyalogları, ilişkileri en yoğun seviyede oluyor. Mutluluklar, hüzünler iç içe oluyor. (Antuvan)
Bizim mahallede bizler vardık. Yahudiler vardı. Bir kısım aydın Sünni vardı. Ve geri kalanı Alevi. […] Bu insanlar birbiriyle […] tanış, arkadaş. Doğal olarak buraya ait hissediyorsun. Çünkü çıkıyorsun, her yer, herkes tanıdık. Öyle bir yerden aidiyet hissediyor olabilir insanlar. (Janet)
Peki bu durumda Antakya, bir “hoşgörü kenti” olarak tanımlanabilir mi? “Hoşgörü” retoriği, dolaylı olarak “hoşgören” ve “hoşgörülen” arasında hiyerarşik bir ilişki oluşturuyor.[5] Türkiye konjonktüründe söz konusu gayrimüslimler olduğunda sıklıkla kullanılan bu terim, millet-i hakime ve millet-i mahkume dikotomisini yeniden üreterek Müslüman olan ve olmayanlar arasında eşitsiz bir ilişki yaratıyor. Böylece, gayrimüslimlerin vatandaşlık bağıyla elde ettiği haklar, devlet aklı nezdinde eşit yurttaşlığın bir gereği olarak değil, ihsan edilen bir “lütuf” olarak görülüyor.
Hatay, birçok resmî devlet sitesinde “hoşgörü kenti” olarak anılıyor. [6] Bölgede farklı kültür ve inançların bir arada yaşaması üzerine kurulu bu anlatının Antakyalı Ortodokslar için neye karşılık geldiği Corç bize şöyle özetliyor:
Ben zaten ‘Antakya, hoşgörü kenti’ şeyinden nefret ediyorum. Tabii ki burası birçok şehre göre çok daha iyi durumda ama burada da her şey güllük gülistanlık değil. Burada da geçmişte kimlik temelli sorunlar yaşandı. Burada da bizim evlerimiz – belki benim ailemin evi değil ama – bizim cemaatimizden insanların evleri işaretlendi. Evlerimiz gözetlendi. […]. Kimliklerinden dolayı hakarete uğradılar. […]. Tamamen bir uyum, ahenk söz konusu değil ama biraz daha iyi sonuçta. […] Yani, söylendiği gibi her şey güllük gülistanlık değil, özellikle konu mal mülk olursa. (Corç)
Belirli geçmiş olayların ayrıcalıklı hâle getirilip diğerlerinin geri plana itilerek unutturulması dinamiği üzerine kurulu mitler, tarihsel nüansları ve çelişkileri görmezden gelerek, basitleştirilmiş, monolitik bir tarih anlatısı yaratır. Bu bağlamda mit, tarihin zıttı değildir; zira her mit, kısmi bir gerçeklik üzerine kuruludur.[7] Antakya’nın sosyo-demografik yapısına dair inşa edilen “hoşgörü miti” olarak isimlendirdiğimiz bu retorik, görüşmecimizin de vurguladığı gibi, toplumsal barışı sıkıntıya sokan olayları geri plana atan seçici bir hafızaya dayanıyor, böylece bölgede “azınlık” olarak nitelendirilen toplumların yaşadığı sorunlar muğlaklaştırılıyor. Ancak Janet bize her mitin kısmi bir gerçeklik üzerine kurulduğunu hatırlatıyor:
Antakya bir hoşgörü kentidir, tam olarak doğru bir önerme değil. Antakya kimler için bir hoşgörü kentidir? Aleviler, Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında tamamen bir harmoni var diyebiliriz. […] Hakikaten Antakya’daki bu hoşgörü ortamının garantörü Alevilerdir. Benim şahsi fikrim. Bir de bir kısım Antakyalı Sünni, aydın bir grup insan vardır. Ama Antakyalı Sünnilerin kalanı için, özellikle köprünün ne kadar dış çeperine gidersen, mahalle mahalle, o kadar kötüleşir. Sivas’ı falan aratmazlar bize. […] Sünni kesimi ikiye ayırmak gerek. Laik ve milliyetçi-mütedeyyin olarak. […] Milliyetçi kesim, bence Alevilerle de çok iyi anlaşmıyor. Bizi de pek sevmiyor. Bizimle bayram kutlayan kesim, yüzde on falan. (Janet)
Antakya’nın çokkültürlü yapısının, Antuvan’ın ifadesiyle bir “nezaket iklimi” yarattığını, dolasıyla bölgede asgari düzeyde bir arada yaşama kültürü olduğunu iddia edebiliriz. Buna karşın Antuvan, bir yandan da bahsettiği nezaket ikliminin politik sınırlarını, devlet eliyle gerçekleştirilmek istenen demografik dönüşüme de değinerek şöyle çiziyor:
Ülkemiz içinde bizler azınlık olarak nitelendirilen gruplarız. […] Bir azınlığın çoğunluğunu kırma üzere çeşitli [Sünni] nüfuslar buraya getiriliyor. Bu nüfuslar da ne amaçla geldiklerini bilerek geliyorlar buraya. Onlarda bu amaç sürekli diri tutulduğu, diri kaldığı için bir kopukluk yaşanıyor. […] Onlar varlığımızdan haberdarlar. Biz onlardan haberdarız ama bizleri tanımıyorlar. […] O yüzden o bölgelerde [Antakya merkezinin dışında] Antuvan ismini taşımak zorluk çıkarabiliyor. (Antuvan)
Yahya ise hoşgörü mitini tarihsel bir perspektiften ele alarak, bölgenin yaşadığı demografik değişimi bize şöyle özetliyor:
Çokkültürlülük hikayesi biraz 90’larda ortaya çıkmış bir pazarlama fikri hakikaten. Bunun biraz yurtdışından gelen hem Kürt meselesi hem Ermeni meselesi hem de Kıbrıs’ın yansımalarına karşı üretilmiş bir cevap olduğunu düşünüyorum. Bunun gerçek hayatta bir karşılığı yok mu? Var elbette. Ama abartıldığı kadar, pazarlandığı kadar büyük bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Antakya’ya bakarsan, Antakya, çokkültürlülüğünün ciddi bir kısmını kaybetmişti zaten. […] 5 Şubat gününe dönelim. Antakya sinagogu, dışarıdan Yahudi erkek gelmeden ibadet için açılamaz durumdaydı. Dokuz kişilerdi. Beş erkek vardı. Altı erkek gerekiyor ibadete açmak için sinagogu. Zaten Yahudilerini kaybetmişti aslında. 1930 Antakya haritasına baktığında, Ermeni Kilisesi var Antakya’da. Şu an Ermeni kilise de yok, Ermeni de yok. Ama bir nüfus vardı. Sadece Musa Dağ’dan ibaret değildi Ermeni nüfusu. (Yahya)
David Harvey, mekansal içeriğin asıl belirleyici etmeninin sınıf olduğunu belirtiyor. Ona göre, eşitsiz sınıfsal yapılar, beraberinde bir mekansal ayrışma getirir ve bireylerin mekan tercihlerini kısıtlıyor.[8] Buradan hareketle, bütün bu homojenleştirme politikalarına rağmen bölgede çokkültürlü yaşamın devam etmesinde, aşağıda Yahya’nın da vurguladığı gibi, ekonomik etmenler de önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz:
Antakya’daki herkesin orta sınıf düzeyinde kalmış olması, az çok zenginleşmiş olmasının, bu [bir arada yaşamaya dair] hikayeyi korumada kesinlikle ciddi bir etmen olduğunu düşünüyorum (Yahya)
Yaptığım görüşmelerde bir yandan Antakya’nın mekansal anlamının inşasında çokkültürlülüğün önemini vurgulanırken, diğer yandan bunun tarihsel, ekonomik ve politik sınırları da çiziliyor. Antakya’yı bu bağlamda, sorunların “hoşgörü” mitiyle depolitize edildiği politik bir mekan olarak tanımlayabiliriz.
“Kendi kimliğin üzerindeki baskıları, örtüleri kaldırabildiğin bir yer”
Antakya’daki cemaat hayatı, görüşmelerde mekansal anlamı şekillendiren önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda kiliseler, aşağıda Antuvan ve Janet’in de ifade ettiği gibi sosyalleşme pratiklerinin yoğun olarak gerçekleştiği mekanlar olarak karşımıza çıkıyor:
Kiliseler dini mabetler olmasının yanında çok ciddi sosyalleşme alanları. O yüzden her kilisenin muhakkak bir davet salonu vardır. Her zaman kullanıma açık bir avlusu, bahçesi vardır. Her Pazar ayininden sonra hep beraber bir kahve içilir ve o kahve içilmeden gidilmez. O sohbet edilir, o kahve içilir. (Antuvan)
Orası [kilise] sana bir şekilde bir sense of community [bir topluma ait olma duygusu] sağlar. [...]. Mesela oruç boyunca yemekler yaparlar. Her hafta mutlaka bütün insanlar bir öğlenini kilisede yiyor yani. Düşün. Başka bir insan gurubunun algılayamayacağı bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani haftada bir öğlen yemeğini gidip kilisede yiyorsun. […] Oranın bahçesini, facility’sini [imkanlarını] kullanıyorsun. […] Toplu halde bir şeyler yapmak bu insanların kültürüydü. Bu elimizden alınmış oldu bu depremle. (Janet)
Antakya’yı Türkiye’nin diğer bölgelerinden farklı kılan, bu mekanda sadece Ortodoks kiliselerinin olması değil, beraberinde cemaat üyelerinin de kendi kimlikleriyle görece daha rahat var olabilmesi. Yahya bu durumu şu şekilde aktarıyor:
[Antakya dışında yaşarken] komşularımız bilmezlerdi bizim Hıristiyan olduğumuzu. Daha da ötesi, ben üniversiteye gidene […] kadar nüfus cüzdanı da taşıtmazdı babam yanımızda. […] Nüfus cüzdanı isteniyor okul kaydında. O zamanlar din hanesi vardı ve elle yazılıyordu nüfus cüzdanında. Babam yazıyı taklit ederek, Hıristiyan yazan din hanesine İslam yazar, bantlar üzerine, fotokopisini çekerdi. Kayda fotokopiyi verirdi sadece. […] Antakya’yı özel yapan şey, kendi kimliğinle, annemin babamın da kendi kimliğin üzerindeki baskıları, örtüleri kaldırabildiği bir yer olması [...]. Kiliseye gizli saklı gitmiyorsun. Herkesle birlikte gidebiliyorsun, herkes kiliseye gittiğini biliyor ve dönerken de bunlardan hiç çekinmeden eve dönüyorsun. O communal [toplumsal] pratikleri yaşayabilme hissiyatının verdiği bir farklılık vardı. (Yahya)
Antakya’ya özgü ve bu bölge dışında özlemi duyulan kültürel pratikler kilise etrafında şekilleniyor. Bu bölgeyi cemaat bireyleri için özel kılan bir başka faktör görüşmelerde şu şekilde ifade buluyor:
Noel’den sonra künefe yemeye giderdik. Burada ünlü bir pastane var, Petek diye. O da bilirdi Noel zamanını. Noel zamanı, kilise çıkışına yakın künefe tepsilerini hazırlardı. Bilirdi, oradan çıkan oraya gelecek, künefe yiyecek. Bunlar yoktu diğer büyük şehirlerde, yaşadığım yerlerde. Bunları arıyor insan. […] Heyecanla yumurta tokuşturmadığın, yumurta rekabeti yapmadığın bir bayram benim için çok vasat bir bayram oluyor (Corç)
Dinin daha eğlenceli kısmı etrafında bir sosyalleşme vardır Samandağ’da. Yumurta rekabeti örneğin. Kesinlikle Samandağ’la hiçbir yer yarışamaz. Onun hazırlıkları, antrenmanları, rekabeti, inanılmaz boyuttadır Samandağ’da. (Yahya)
Bu pratiklerin kolektif hafızadaki iz düşümünü ise Antuvan anlatıyor:
Azınlık hissiyatını yaşadığınız zaman, bu kültürü devam ettirmek, bu gelenekleri sürdürmek, bir sonraki nesle taşımak sizin sorumluluğunuz oluyor Tabiri caizse, Hazreti İsa’nın dirildiğine inanmıyor olabilirsiniz ama yumurta boyamak size gelmiş bir kültürdür. O yumurta tokuşturmak bir gelenektir ve büyüklerden devralınmıştır. Büyükler küçüklerin yumurtasına vurur ve kırar. Yıllar sonra o yumurtayı kıracak olan büyük, sizsiniz. (Antuvan)
Özetle kilise, cemaat içi sosyal sermaye kazanımında başat bir rol oynuyor. Diğer bir ifadeyle kiliseler dini mabetler olmalarının yanı sıra, birliktelik hissinin yoğun olarak hissedildiği mekanlar olarak düşünebiliriz. Bu mekanlar ise, Noel’den sonra künefe yemek ya da Paskalya’da yumurta tokuşturma yarışmalarında yaşanan heyecan gibi lokal kültürel pratiklerle özel bir anlam kazanıyor. Her bayramda bahsi geçen pratiklerin gelecek kuşaklara aktarılma bilinciyle yapılması, mekansal anlamın kolektif hafızadaki yerini de canlı tutuyor. Türkiye’nin diğer birçok bölgesinin aksine Ortodoksların kendi kimliklerini Antakya’da nispeten daha rahat yaşayabilmeleri ise, bu bölgeyi politik bağlamda da özel bir mekan kılıyor.
“Türk kahvesi hiç içmem mesela”
Antakya, UNESCO’nun somut olmayan kültürel miras kategorisine yemek kültürüyle giren, zengin bir mutfağa sahip. Bu özel yemek kültürü, Antakya dışına çıkıldığında, Antakyalılığın ayırt edici bir unsuru hâline dönüşüyor ve bu durumu Janet bize şu sözlerle aktarıyor:
Türkiye’nin tartışmasız en iyi yemeğini biz yapıyoruz abi. Bunda ukalalık da yapıyorum. İnsanlar onunla çok övünüyor, gurur duyuyorlar böyle bir mutfağımız olduğu için. […] Türk kahvesi hiç içmem mesela. Mehmet Efendi kahvesi hiç içmem, köpüklü ve açık olduğu için. Ki severim kahve içmeyi ama köpüklü kahve içmem. (Janet)
Yemek kültürü, Antakya dışında bu bölgeyle kurulan bağın da devamlılığını sağlıyor. Özellikle kamusal alanda Hıristiyan olmanın zor olduğu bölgelerde yemek kültürel özün hatırlanmasında temel bir faktör, yine Antakyalılar tarafından çok açıkça ifade ediliyor:
Dini ritüelleri hiç publicly [kamusal olarak] yaşayamadığımız, sadece evin içerisinde yaşayabildiğimiz için, [Antakya’yla kurulan] bu ilişki çok fazla dil ve yemek üzerinden sürüyordu. Yemek çok çok çok önemli. Hatta yemek üzerine kurulu bu, diyebilirim. Birincisi, bize neredeyse her ay memleketten bir şeyler gelirdi. Koli gelirdi. Taze meyve, sebze… Çünkü anne tarafında da baba tarafında da kendi bahçeleri var. Zeytin yağ gelir, bulgur gelir, nar ekşisi gelir. Hatta kargo işi ilerleyince süt gelmeye başladı Altınözü’nden. Kendi inekleri var çünkü. (Yahya)
Duyusal bellek üzerine çalışan Beatrice Hendrich, tat ve kokuların belirli bir anın, olayın ve mekanın canlandırılmasında önemli bir rolü olduğunu ifade ediyor.[9] Bu bağlamda Antakyalı Ortodokslar için yemek, mekansal anlamın o mekanın dışında da üretilebileceğini gösteren, kimliğin çok önemli bir parçası diyebiliriz.
Yaptığım görüşmeler neticesinde, yerellik, bir arada yaşama kültürü, cemaat hayatı ve yemek Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlamın oluşumunda ön plana çıkan faktörler olarak gözüküyor. Her biri uzun bir tarihsel süreç içinde şekillenmiş bu faktörler, elbette ki bölgedeki güç ilişkilerinden ve bölgenin geçirdiği sosyo-politik dönüşümlerden bağımsız değil. Peki deprem sonrası Antakyalıların mekanlarına verdikleri anlamda nasıl bir dönüşüm yaşandı? O da bir diğer yazının konusu olsun.
[1] Bu yazıda “Antakya” terimini, günümüzde merkezi Şam’da bulunan Antakya Patrikhanesi’nin yetki alanı sınırları içinde kalan İskenderun, Altınözü, Arsuz, Samandağ ve Mersin’i kapsayacak şekilde, geniş anlamıyla kullandım.
[2] Kimliklerini “Arap Ortodoks”, “Rum Ortodoks”, “Antakyalı Hıristiyan” gibi farklı biçimlerde tanımlayan, dini aidiyet bakımından Rum Ortodoks olmalarına karşın etno-kültürel açıdan İstanbullu Rumlardan ayrışan bu toplumu, daha kapsayıcı olması bakımından “Antakyalı Ortodoks” olarak nitelendirmeyi tercih ettim. Toplum içindeki kimlik tartışmalarını daha detaylı olarak incelemek için, bkz. Özgür Kaymak ve Anna Maria Beylunioğlu, “İstanbul’da Yaşayan Antakyalı Ortodoksların Kendilerini Kimliklendirme Süreci ve İstanbul Rum Cemaatiyle İlişkisellikleri”, (der.) Haris Rigas, Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları, İstanbul, İstos Yayın, 2018, s. 71-142.
[3] Kitab-ı Mukaddes, Elçilerin İşleri 11:25-26: “Öğrencilere ilk kez Antakya’da Mesihçiler adı verildi”
[4] Lee Humphreys, “Mobile social networks and urban public space”, New Media & Society, cilt 12, sayı 5, 2010, s. 763-778.
[5] Amy Mills, Streets of Memory: Landscape, Tolerance and National Identity in Istanbul, Atina, University of Georgia Press, 2010, s. 308.
[6] Türkiye Kültür Portalı, “Hoşgörü Başkenti: Hatay”, Erişim: 25.07.2023, https://www.kulturportali.gov.tr/portal/hosgorubaskentihatay ; T.C. Hatay Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, “Tarihte İlklerin Yaşandığı Şehir Hatay”, Erişim: 25.07.2023, https://hatay.ktb.gov.tr/Eklenti/103881,hatay-brosur-turkcepdf.pdf?0
[7] Durcan Bell, “Mythscapes: Memory, Mythology and National Identity”, British Journal of Sociology, cilt 14, sayı 1, 2003, s. 63-81
[8] David Harvey, “Sınıfsal Yapı ve Mekansal Ayrışma Kuramı”, (çev. Bülent Duru ve Ayten Alkan), 20. Yüzyıl Kenti, Ankara, İmge Kitabevi, 2002, 147-172.
[9] Beatrice Henrich, “Mario Levi ve Mıgırdiç Margosyan’da Yemek Hatırlama ve Hatırlatma Yemekleri”, (der.) Leyla Neyzi, Nasıl Hatırlıyoruz? Türkiye’de Bellek Çalışmaları, İstanbul, Türkiye İş Bankası yayınları, 2011, s. 93.
Öne çıkan görsel: Sat7Türk