6 Şubat depremiyle en çok zarar gören bölgelerin başında Antakya geliyor. Bu yıkımın depremin ilk günlerinde geleneksel medyada yer bulmaması, bölgede en temel insani ihtiyaçların depremin üstünde neredeyse bir yıl geçmesine rağmen hala karşılanamaması, yıkımın ciddi bir rant tehlikesi doğurması; bölgenin çokkültürlü yapısı ve siyasi geçmişi göz önünde bulundurulduğunda politik bir anlam da kazanıyor.
Deprem, her toplum gibi Antakyalı Ortodokslar üzerinde de büyük bir tahribat yarattı. Can kayıpları, yıkılan evler ve iş yerlerinin yanı sıra toplum hayatının bel kemiğini oluşturan Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi depremde büyük ölçüde yıkıldı. Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi, Aziz İlyas Rum Ortodoks Kilisesi, Mar Tekla Kilisesi ve St. Pierre Kilisesi de hasar gören yapılar arasında yer alıyor.[1]
Yazımın ilk bölümünde, Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlamın hangi politik dinamikler üzerine kurulu olduğunu incelemiş ve dört Antakyalı Ortodoks’la yaptığım görüşmeler neticesinde, yerellik, bir arada yaşama kültürü, cemaat hayatı ve yemek olmak üzere dört ana faktörün ön plana çıktığını belirtmiştim. Yazımın bu bölümünde ise depremle birlikte Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlam nasıl bir dönüşüm geçirdiğini ele alacağım.
“Bizi şu an ölüme terk ediyorlar”
Antakya’nın çokkültürlü atmosferi, her ne kadar devlet kademesinde de “hoşgörü” mitiyle sunulsa da bunun kısmi bir gerçeklik üzerine kurulu olduğunu belirtmiş ve bu gerçekliğin sınırlarından bahsetmiştim. Deprem günü yaşananlara tanık olan Janet ise bu mitin fiziksel sınırlarını bize şöyle çiziyor:
“Sindiremiyorum sanırım. İnsanların ölmeme ihtimali falan vardı. Vardı yani. Bizim cemaatten 55 kişi öldü. Arama kurtarma faaliyetlerine de yardımcı olduğum için söyleyebilirim. Yarısı ölmezdi. Geç müdahale edildiği için bu insanların ölmesi benim kanıma dokunuyor açıkçası. Kader, şans… Bir şekilde, birinin kafasına bir taş düşüyor ve ölebiliyor, okay. Ama böyle kasıtlı olarak yardımın gitmediğini düşünen tayfadanım ben. Bizzat kendi bağlantılarımı devreye sokup baz istasyonu yollamaya çalıştım bizim mahalleye. Bizim Antakya’daki Alevi mahallesi ve Sünni mahallesini ayıran fiziksel sınır nehirdir ya, yolladığımız hiçbir şey nehirden geçmediğinde ben anladım: Bizi şu an ölüme terk ediyorlar. Bunu böyle düşündüğüm için daha da öfkeleniyorum. […] İnsanların ağzında hep şu vardı: ‘Biz kendi kendimize cenazelerimizi kaldırmasak, bunlar bizim cenazemizi de kaldırmazdı’, dediler.”
Corç ise bir yandan yardımların gelmemesinde fiziksel koşulların etkili olduğunu belirtirken, diğer yandan bölgeye ulaşan yardımlara referans vererek, Janet’in “ölüme terk edilme” olarak özetlediği duruma dolaylı olarak katılıyor:
“İskenderun’daydık. İskenderun, Antakya’nın kuzeyden giriş kapısı. Onun için bütün yardımlar İskenderun’a önceden geldi. Antakya’da iki gün boyunca ulaşım kitlendi. Otobanlarda kilometrelerce kuyruk oluştu. Tek geçit olan Belen Geçidi tıkandı. Bundan dolayı yardımlar Antakya’ya cidden yetişemedi. Bir bu var. Ama bunun yanında, sen de kocaman bir devletsin. Bunun başka yollarını bulabilirsin. Nehna bile gemiyle erzak gönderdi. Bunu Nehna yapabiliyorsa, devlet çok daha fazlasını yapabilirdi. Bundan dolayı burada bir art niyet olduğunu düşünüyorum.”
Kendini özellikle kriz anlarında gösteren, bir örgütlenme biçimi olarak tanımlanan politik-olan, bir örgütlenmeme biçimi olarak da ele alınabilir. Paylaştığım tanıklıklardan ve depremin ilk günlerinde Antakya’nın konvansiyonel medyada yer bulmamasından yola çıkarak, Hıristiyan ve Alevilerin yaşadığı bu mahallelerde devletin, depremin en kritik saatlerinde arama-kurtarma faaliyetlerini örgütle(ye)memesini, devlet aklının bir yansıması olarak okumak mümkün.
Direniş: “Şehri manevi olarak tekrar kurduk”
Antakya’da yaşanan yıkım politik-olanı sadece devlet nezdinde değil, bölgenin Ortodoksları nezdinde de açığa çıkıyor. Bu örgütlülük halinin özellikle dini günlerde kendini belli ettiğini, Antuvan’ın “Bayramlar hiç olmadığı kadar […] şiddetli kutlanıyor” sözünden anlıyoruz.
Mekansal anlamın inşasında önemli bir yapı taşlarından biri de aidiyet duygusu. Bu duygu, kişilerin kendilerini ait hissettikleri bir mekana bir anlam yüklemesiyle oluşuyor ve bu anlama da çoğu zaman o mekana karşı bir sorumluluk duygusu da eşlik ediyor.[2] Bu bağlamda depremle birlikte açığa çıkan politik-olan, kendini sadece cemaat içi ilişkilerin yoğunlaşması formunda değil, beraberinde sorumluluk duygusuyla gelen bir direniş ruhu olarak da gösteriyor. Bu direniş ruhunu, Antuvan bize şöyle özetliyor:
“Evet, fiziksel bir yıkım yaşadık. Çok canlar kaybettik. Ama onların da hatırasını yaşatacak yeni bir şehir tekrar kurulacak. O şehre zaten o maneviyatı, o ruhu yükleyen bizlerdik. Zaten kalbimize, bizlere nüfuz etmiş şehirden birer parça koyarak, o şehri manevi olarak tekrar kurduk. Eskisi gibi olmayacak. Bunu zaten hepimiz biliyoruz. (…) Taş duvarlar ev olmuyor, sokaklar mahalle olmuyor. O binaları ev yapacak olan bizleriz. O sokakları mahalle yapacak olanlar bizleriz. Bizler, bu şehrin insanları olarak bu şehri tekrar kuracağız ve gerçekten çok daha güçlü bir şekilde kuracağımızı düşünüyorum ben. Tarihler boyunca zaten yaşanmış bu büyük depremler. Biz sekizinciyi yaşadık. Bizlere anlatılan bir efsanenin parçaları olduk. (…) Bize [Antakya] yedi kere yıkıldı, kuruldu, dendi. (…) Bizden sonraki nesiller Antakya sekiz kez yıkıldı ama sekiz kez de kuruldu diyecekler. Bunu kuracak olanlar da bizleriz.”
Antakya’ya karşı duyulan sorumluluk hissiyle gelişen direniş ruhunun kök nedenini ise Yahya şu şekilde analiz ediyor:
“Tüm bu vakıf başkanları, toplumun ileri gelenleri, kiliselerde dini ritüelleri yapabilecek bir alan açmaya çalıştılar. Hepsi de sağladı bir şekilde bunu. Arsuz’da da ayin yapılıyor şu an, Altınözü, İskenderun, Samandağ’da da ayin yapılıyor. Bunu göçü engellemek için yapmaya çalıştıklarını anlıyorum. ‘Burada bir hayat devam ediyor. Biz buradayız. Burada kalan insanlar var. Buradaki hayatın temel çapalarından birisi devam ediyor’, algısını yaratmaya çalıştılar belki de. Bunu illa bilinçli olarak yaptıklarını söyleyemem.”
Yazının ilk bölümünde de belirttiğim gibi cemaat hayatının organizasyonunda temel işlevi olan kiliseler, deprem sonrasında direnişin de organize edildiği mekanlar olarak işlev görüyor. Yaşanan bunca yıkıma rağmen dini törenlerde gözlemlenen coşku, “ما رحنا نحنا هون” (Ma rıhna nehna hon / Gitmedik, buradayız!) mesajını verip Antakya’ya yüklenen mekansal anlamı dolayısıyla politik bir düzleme de taşıyor.
“Vatansızlık hissiyatı geldi bana”
Türkçeye Yunancadan geçen νοσταλγία (nostalgía, nostalji), νόστος (nóstos, eve dönüş) ve άλγος (álgos, ıstırap) kelimelerinin bileşiminden oluşur. Dolayısıyla nostalgía, sözlük anlamıyla “eve dönüş için çekilen ıstırap” anlamına gelir. Buradan hareketle iki nostalji tipolojisinden bahsedilebilir: Düşünsel nostaljide “ıstırap” vurgulanır ve “eve dönüş” kişide melankoli, umutsuzluk gibi mobilize edici gücü olmayan duygular uyandırır. Buna karşın, yeniden kurucu nostalji olarak kavramsallaştırılan tipolojide ise “eve dönüş” yitirilen evin yeniden inşası için gerekli enerjiyi mobilize eder.[3] Janet aşağıdaki anlatısında yaşanan yıkımın hem ekonomik hem de sosyal boyutunu vurgulayarak Antakya’yla düşünsel nostalji üzerinden bir bağ kuruyor. “Vatansızlık hissiyatı” olarak özetlediği bu durum, Antakya’ya yüklediği mekansal anlamının derinliğinin çok net bir ifadesi:
“Toparlanabileceğimize dair çok bir inancım yok bu dakikadan sonra. En azından Antakya’nın içinde toparlanacağımıza dair. Vatansızlık hissiyatı geldi bana son birkaç aydır. (…) Sana verdiler 1+1 daire. Çocukluğunun geçtiği sokak oluyor mu o? Ya da çocukluğunun geçtiği ev oluyor mu? Olmuyor. Dolayısıyla aynı şeye dönebileceğimizi düşünmüyorum. Ama çabalamak gerektiğini düşünüyorum. (…) ‘Geri döneceğiz’ler falanlar filanlar, bunlar bana… Adını koyamıyorum ama fazla Instagram gibi geliyor bana. Dolayısıyla bu retorikten çok hoşnut değilim ben. (…) [Kilise] tekrar yapılsa, ben eminim Arsuz’dan Antakya’ya gelen cemaat olur. Mantıklı mı, değil. Çok para çünkü. O, insanların barınması için harcanmalı.”
Buna karşın Antuvan, Antakya’yla yeniden kurucu nostalji üzerinden bağ kuruyor ve “eve dönüş” için umutlu:
“Gittiğimiz her yere, o birlik beraberlik duygusuyla birlikte, şehrimizi de yanımıza alarak gittiğimizi düşünüyorum. (…) Herkes geri dönmek için gitti. Herkes geri dönecek diye düşünüyorum.”
Antakya’ya geri dönüş konusunda ifade edilen farklı fikirler, bölgedeki belirsizlikle doğrudan ilintili. Bu belirsizliklerin başında, Yahya’nın aşağıda belirttiği gibi, mülkiyetin el değiştirme ihtimali geliyor:
“Kilise ve etrafı riskli alan kapsamına alınıp 6306’ya tabii tutulduğunda, [Ortodoksların] oradaki mülkiyet haklarını kaybetmeleri çok ciddi bir risk. Oradaki mülkiyet hakkını kaybettikleri anda, bu insanların Antakya’nın dışındaki TOKİ mahallelerinde, (…) kendi seçmediği insanlarla inşa edilecek bir toplumsal dokunun içinde yaşamak isteyeceklerini de sanmıyorum. Pek umutlu değilim, Antakya özelinde. İnsanların kendileri de çok umutlu değil hakikaten. Bunu, çevreye dağılmış Antakyalılarla konuştuğunda anlıyorsun.”
Devletin uygulayabileceği mülkiyetsizleştirme politikaları sonucu bölgenin bir rant alanı haline gelmesi ihtimali de “eve dönüş”ün nasıl olacağı hakkında soru işaretleri doğuruyor:
“Özellikle Antakya’nın tarihi merkezinin Sur’daki gibi, bir açık hava müzesine, bir ucubeye dönüştürülebilme fırsatı var. Buraya geri dönmek için zaten [Ortodoksların] maddi olarak güçlerinin yetmeyeceğini düşünüyorum. Bu otomatikman Aleviler için de geçerli. Emek, Aksaray, Armutlu, hepsi yeniden yapılacak. Büyük ihtimalle dönemeyecekler. Ekonomik olarak güçleri yetmeyecek. Yapılmak istenilen demografik değişim, bu vasıtayla hızlandırılmış oldu. Bunun geri dönüşünün çok ihtimal dahilinde olduğunu düşünmüyorum. Özellikle son dört yılı sadece inşaattan oluşan bir ekonomik modelle sürdürmeye çalışan bir iktidar olduğu müddetçe, buranın etrafında oturması çok pahalı olan ve mülkiyetini devletin elinde bulundurduğu bir müzeye dönüşeceğini düşünüyorum. Demografik bir değişim ister istemez yaşanacak.”
Antakya merkezde son yıllarda uygulanan soylulaştırma projeleri ve bu projeler aracılığıyla planlan demografik dönüşüm ise, belirtilen şüphelerin zeminini oluşturuyor:
“Soylulaştı o mahalleler. Biraz benim kanıma dokunuyordu son dönemlerde. Yerlisi ev bulamamaya başladı. Kötü bir şey bu.” (Janet)
“Kilisenin arkasında klasik Antakya evleri olarak bilinen avlulu evlerin, 5 Şubat’a gittiğimizde önemli bir kısmının, yüzde otuzunun kafe, restoran ya da otele döndüğünü görmüşsündür. Orası dönüşüyordu, gentrifié oluyordu (soylulaşıyordu). Kentsel dönüşümün esas vurmak istediği yerse Antakya’da 2013’te ortaya çıkan plan ve 2022’de uygulamaya geçirilmesine karar verilen Alevilerin yaşadığı Emek ve Aksaray Mahallelerinin dönüştürülmesiydi. Ortasına kocaman bir camii dikerek, oranın tamamen kentsel dönüşüme sokulması planı vardı zaten. Devletin aslında demografisiyle oynamak istediği nüfus da Alevilerdi gerçekten. Hıristiyanlık, Yahudilik, oranın turistik imajını destekleyen unsurlar. O yüzden o kiliseyi ortadan kaldıracak kadar büyük bir plana girişmek gibi fikir yok.” (Yahya)
Antakya, deprem öncesinde de güç ilişkilerinin soylulaştırma projeleriyle kendini gösterdiği bir mekan. Depremle birlikte yaşanan yıkım, bu bağlamda mekanın devlet eliyle dizaynı için geniş bir alan açıldığını iddia edebiliriz. Bu mekan üzerindeki devlet aklı pratikleri okunduğunda, Antakyalı Ortodoksların “eve dönüş” hakkındaki kaygılarının somut bir zemin kazandığını, Corç’un bize dediklerinden anlıyoruz:
“İskan politikaları, buralarda yapılmış bir şey. Çok defa yapılmış şeyler. Yeniden bunu yapabilirler. Özal ya da Demirel döneminde, Amik Ovası’na ciddi bir Çeçen nüfus getirildi. Antakya-Samandağ arasındaki dağ köylerine Karadeniz’den insanlar getirildi. Bunun tekrar yapmayacağının hiçbir garantisi yok. Dolayısıyla devlet her boşluğu doldurur. Daha önceki pratiği zaten bunu yapabileceğini gösteriyor”
Söz konusu Antakya’ya geri dönmek olduğunda “Nereye dönülecek?” sorusu kadar “Kim dönecek?” sorusu da cevabı analiz edilmesi gereken temel bir soru olarak karşımıza çıkıyor:
“Büyük şehirlere ve yurtdışına gitmeye çalışanlar var. Şu anda, özellikle gençlerde yurt dışına gitme eğilimi çok yoğun. Tabii ne kadarı gidebilir ne kadarı gidecek, bilmiyorum. 2000’li yıllarda da bir yurtdışına gitme furyası olmuştu. Tam Samandağ’da genç nüfus evlendi, nüfus artmaya başladı, sonra da deprem oldu. Yine aynı şeyle karşı karşıya kaldık şu anda. Daha çok ekonomik kaygılarla göçüyor insanlar.”
Yukarıda Corç’un da ifade ettiği gibi, deprem Antakya bölgesinde ciddi bir ekonomik belirsizlik de meydana getirdi. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik kriz ise mevcut belirsizliğin şiddetini arttırıyor. Bu bağlamda, özellikle söz konusu Ortodoks gençler olunca, politik-olanın “göç” formunda da ortaya çıkması ihtimaller dahilinde.
Antakya’nın geleceğine dair sözünü ettiğimiz kaygılar, devlet aklının sadece geçmiş değil, güncel pratikleriyle de ilgili. Depremin üstünden on ay geçmesine rağmen devam eden, diğer bölgelerde çözülmesine rağmen Antakya’da henüz çözülmemiş problemler, Corç’un da aşağıda ifade ettiği gibi, bir “yıldırma politikası” olarak değerlendirebilir.
“İnsanları yıldırıyorlar. Adıyaman’da, Maraş’ta su problemi yok. İskenderun’da da deprem Antakya’daki kadar yıkıcı değildi. Buna rağmen, altı aydır -affedersin ama- sürekli bok kokusu çekiyoruz. Çünkü altyapı iptal ve yapılmıyor. Bugün WhatsApp gruplarında şöyle bir konuşma döndü. İskenderun ve Arsuz’daki kıyı şeridinin ciddi bir kısmında, yoğun miktarda koli bakterisi bulunduğu tespit edilmiş. Bu da ne demek? Lağım direk denize boşalıyor. Altı ayda bunu yapamaz mıydın? Hakikaten ciddi bir kayıtsızlık var Hatay bölgesine karşı.”
Özetle depremle birlikte fiziksel mekanın değişimi, Antakyalı Ortodoksların Antakya’ya yüklediği mekansal anlamı da dönüştürüyor. Devlet aklı bağlamında politik-olanın “mülksüzleştirme”, “rant”, “demografik dönüşüm” ve “yıldırma” politikaları olarak kendini göstermesi/gösterebilme ihtimali, cemaat bireylerinin mekana yüklediği anlamı daha da politik bir düzleme çekiyor. Bunun neticesinde, “hoşgörü” mitinin fiziksel sınırları çizilmiş ve sonrasında bir direniş ruhu doğmuş olsa da, bölgedeki belirsizliklerin cemaat üyelerini “eve dönüş” isteği ve “ıstırap” duygusu arasına sıkıştırdığını söylenebilir.
Antakya’yı özel kılan, bölgenin Ortodokslarının kendi kimlikleriyle -yapılan bütün eleştirilere rağmen- gündelik hayatın içine karışabilmesi, Yahya’nın ifadesiyle “bir müzelik eşya değil de şehrin aktörleri” olabilmesi. Cemaatin kendi kültürel dokusunda varlığını tekrar tesis edebilmesi için, “Geri döneceğiz!” söyleminin altının doldurulması gerekiyor. Devlet aklı pratikleri olarak özetlediğimiz “mülksüzleştirme”, “rant”, “demografik dönüşüm” ve “yıldırma” politikaları sonucu açılan geniş mücadele alanında, bölgede çokkültürlülüğün devamının garantörü olarak görülen Arap Alevilerle ortak bir akılda buluşmanın elzem olduğu sonucu çıkarılabilir.
[1] Hakan Mertcan, “Antakya’da Zarar Gören Tarihi Mekanlar, Yaralanan Kültürel Miras”, Nehna, Erişim: 11.08.2023, https://nehna.org/antakyada-zarar-goren-tarihi-mekanlar-yaralanan-kulturel-miras/
[2] Doreen Massey, “Geographies of Responsibility”, Geografiska Annaler. Series B, Human Geography, cilt 86, sayı 1, 2004, s. 5–18.
[3] Svetlana Boym, The Future of Nostalgia, New York, Basic Books, 2001, s. xviii.