2500 yaşında bir kraliçe oturmuş ağlıyor güneşin doğduğu topraklarda. Görkemli tacını kaldırmış defne yapraklarıyla süslü, fulya kokulu saçlarının üstünden. İpekten siyah bir eşarp örtmüş saçlarının üstüne, her motifine bir milletin gizemini işlediği kenar dantelleri düşmüş gözlerinin önüne; göz yaşlarını gizlemek istercesine.
Tam kırk gün oldu Doğu’nun Kraliçesi siyah matem eşarbını başına örteli. Kırk gün oldu bir gece karanlığında üzerimize matemin karanlığı çökeli ve kırk gün oldu gecenin karanlığına güneş doğsa da matemin karanlığına hiçbir güneş yetişmeyeli.
Büyük bir mozaikti kraliçenin krallığı; bereketli toprakların üzerine kendi elleriyle dizmişti. Bir ucu denizden alırdı özgürlüğünü ve medeniyetini; bir ucu yalçın kayalık dağlardan alırdı asaletini ve dik duruşunu. Zeytin dallarında ve defne yapraklarında saklıydı zarafeti ve denize dökülen Asi’nin sularında durulurdu saf güzelliği. Özenle seçilmişti her bir taşı tacının üstüne işlenecek birer mücevherat gibi ve şefkatle yerleştirilmişti bir bebeği kundağına yerleştirir gibi. Aynı annenin kucağına doğmuş kardeşti her bir taş, hepsi farklı dillerde seslenirdi annelerine, hepsi farklı günlerde farklı şekillerde dua ederlerdi anneleri için tanrılarına.
Bir bir bakıldığında hepsi farklı kardeşlerdi ama bir annedenlerdi, farklı taşlardı ama bir mozaiktelerdi ve hepsi farklı milletlerlerdendi ama hepsi bir halktı…
Annelerinin kucağından üç ses yükselirdi gökyüzüne. Her biri farklı bir yerden farklı bir dilden yükselirdi ama gökyüzüne ulaştığında bir olur tek bir yaratıcıya giderdi. Ezan sesi yükselirdi minarelerden göklere ve kardeşlerden biri eğerdi alnını secdeye. Çan vurulurdu kiliselerden ve kardeşlerden biri “baba” derdi elini alnına götürüp sonra karnına götürüp “oğul” ve omuzlarında tamamlayıp “kutsal ruh adına” diyerek tamamlardı. Hazzan sesi duyulurdu havralardan ve kardeşlerden biri eğerdi başını yakarmak için Tanrı’ya.
Kırk gün oldu artık üçünün de sesi yok göklerde; sadece kalplerde ve kımıldayan dudak aralarında kaldı seslerimiz. Kırk günde beş cuma geçti camilerde namaz kılınmayalı; beş şabat geçti sofralar kurulmayalı, dualar edilmeyeli ve beş pazar geçti kiliselerde mumlar yanmayalı, bahurlar tütmeyeli.
Bütün kardeşler kaybettik renklerimizi kırk günde; gidenlerin ardından hepimizin tek renk, tek yürek olduğumuzu göstermek istercesine başına örttüğü gibi siyah bir eşarpla örttü üstümüzü Doğu’nun o mahzun kraliçesi.
Gidenin ardından kırk gün ruhunun yanında kaldığına inanır bu toprakların insanı. Yaşadığı bu toprakları çok sevse de sevdiğini öylece koyamaz bu toprakların içine. Bu yüzdendir ki kırk gün çok önemlidir gidenin ardından. Kırk gün evden çıkmaz belki de kaybettiğinin evine döneceğini düşünerek; kırk gün televizyon izlemez, müzik dinlemez onun anılarından başka bir şey gözünün önüne düşmesin diye ve onun sesinden başka bir ses işitmesin diye kulaklarında. Yaşlılarımız kırk gün banyo yapmaz, kıyafetlerini değiştirmezmiş belki de kaybettiklerinin teni üstlerine sinmiştir diye. Kırk gün geleni eksik olmaz, gelenler de gitmek için kırk günün geçmesini bekler ve her gelenin bir anısında bir kez daha bulurlar kaybettiklerini. Bir fotoğraf çıkar bir yerden yaşlar dolar gözlere ve hatıralar dökülür dillere. Sevenleri gelir bir hatıra eşyasını isterler, her eşyasında teninin sıcaklığını hissederler. Kırk gün geçmez teninin sıcaklığı gidenin. Belki ruhu etrafta dolaşmaz ama toprağa da girmemiştir kırk gün boyunca.
Kırkıncı gün geldi mi buğdaylar kaynatılır ocaklarda. Buğdayın bereketine inanır bu toprakların insanı ve toprağa gideni topraktan gelenle anarlar. Kaynayan buğday hrise olur kazanlarda. Hrise bu toprakların yemeğidir: buğdayı bu topraklarda yeşerir, eti bu toprakların otuyla beslenir ve dini fark etmeksizin bu toprakların insanını bir araya getirir. Kimi zaman bir kilise bahçesinde dağıtılır kimi zaman bir ziyaretin bahçesinde…
Veyahut kaynayan buğday slika (hedik) olur kiliselerde, çiçeklerle donatılmış bir resmin önünde ve yanan iki mum eşliğinde. Slikanın bir farkı vardır ki sadece bu toprakların değil tüm dünyanın insanlarını özetler: bir insanın hayatında iki kere slika yapılır kendisi için: ilki doğduğunda ilk dişi çıkardığında ikincisi ise öldüğü zaman kırkında. Kırkında iseinsanlara dağıtıldıktan sonra ölen kişinin mezarına da serpilir buğday taneleri. Toprağa kavuşur her buğday tanesi tıpkı topraktan gelen insan evladının toprağa kavuşması gibi. Belki bir güvercin gelir beslenir o buğday taneleriyle ve buğday tanesi barış için uçan bir güvercine can olur tıpkı kardeşçe yaşayıp barışa can veren bu toprakların insanı gibi…
Meğer ne zormuş bir şehrin yasını tutmak, böyle yaşarken matemimizi…
Bir sevdiğimizin hayalini bulurduk da onun yürüdüğü bir sokakta ya yürüdüğü sokakları da kaybetmişsek; hangi şehirde bulunur bir başka şehrin sokakları?
Dualar etmek için kiliselere, camilere, havralara giderdik de ya tüm bunları da kaybetmişsek; hangi mabetten kalkar bir mabedin cenazesi? Kaybettiğimizi fotoğraflarda, eşyalarında anarız da ya fotoğrafları da eşyaları da beraber gitmişse ?.. Son sıcaklığıyla ısıtırdık hüzünle üşüyen kalbimizi de ya kaybettiklerimiz de üşüyorsa son sıcaklığında; hangi güneş ısıtır yüreklerimizi? Kimimiz kırk gün mezarına gider kaybettiklerinin, ya bir mezarı bile yoksa kaybettiklerimizin; söyleyin bana mezara girer mi hiç şehirler? Acımızı paylaşmak için bir araya gelir teselli olurduk da ya bu acı her birimizi bir yere savurmuşsa? Kırkında resmi çiçeklerle çevrilir de ya çiçekler de açmaz olmuşsa hangi çiçek yeter bir şehrin etrafını çevrelemeye? Anısına mumlar, kandiller yakılır da hangi mum dayanır bir şehrin anıları için yanmaya? Ölümünün üstünden kırk gün sayardık da ya öldüğü gün belli değilse, kaç günde kalkar bir şehrin cenazesi ? Söyler misiniz bana, bize, bu toprakların insanına: bir şehrin yası nasıl tutulur?
Savrulduk hepimiz kırkıncı gün mezarın üzerine serpilen slikanın buğday taneleri gibi: kimimiz zeytin dalıyla gelen bir güvercinin bedeninde sonsuz huzura ve göklere yükseldi kimimiz ise kaldı bu toprakların üstünde, mezarların başında; yine bu topraklara tohum olup yeniden ayağa kalkmayı umut ederek…
Umut var oldukça tekrar yeşerecek bu topraklarda buğday filizleri: tohumun yere düşmesi filizlenip ayağa kalkmak içindir. Babaannem anlatırdı- ki benim için Antakya demek babaannem demektir-:
Yedi kere yıkılmış, yedi kere tekrar kurulmuş Antakya ve bu şehir. Yedi kere örtmüş siyah eşarbını başına Doğu’nun Kraliçesi, yedi kere de doğrulup eşarbını boynuna indirerek tekrar takmış ihtişamlı tacını başına: bu toprakların kadını başından indirdi mi eşarbını, boynuna takar gidenlerin hatırasını yaşatmanın boynunun borcu olduğunu gösterircesine.
Yedi kere dağılmış mozaiği bu toprakların, dağılmış taşları ama yedi kere de tekrar dizilmiş yerlerine, kaybolan taşların yerini koruyarak. Ve yedi kere susmuş beşikteki kardeşler, yedi kere sessiz kalmış ezan, çan, hazzan ve yedi kere tekrar yankılanmış göklerde sesleri.
Şimdi sekizinciye yıkıldı Antakya ve bu şehir, sekizinci kere örttü başına siyah eşarbını Doğu’nun Kraliçesi, sekizinci kere dağıldı taşları mozaiğin ve sekizinci kere sustu kundaktaki kardeşler.
Şimdi bizler tekrar takacağız kraliçenin tacını başına ama bu sefer daha ihtişamlı, tekrar dizeceğiz mozaiğin taşlarını ama bu sefer daha sağlam ve tekrar yükselecek kardeşlerin sesi hem de bu sefer daha yüksek: önce ağıtlar yakacağız gidenlerin ardından, sonra şiirler, şarkılar yazacağız onlar için ve boynumuza indireceğiz siyah eşarbı onların hatırasını yaşatmayı boynumuza borç belleyerek.
Bizler ki bir eski şehrin efsanesiyle yaşamış bir halkız. Şimdi ise nesiller sonra anlatılacak bir eski şehrin efsanesi olduk ve bu efsanenin anlatılacağı yeni şehri kuracak olanlar da biziz.
Selam olsun eskiye, yeniye ve şimdiye. Selam olsun size ey Doğu’nun Kraliçesi’ne ve onun yaralı evlatlarına. Selam olsun kalbimden sizlere, Feyruz’un efsunlu turkuaz sesiyle…
Fotoğraf: Ümit Bektaş/Reuters