top of page
Mişel Uyar

“Kuş avlar gibi”: Malatya’dan Antakya’ya Bir Soykırım Hikayesi



Soykırımın üzerinden 109 yıl geçti. Ancak acıları hala taze. Tekla Suadioğlu ve ailesi de bu acıyı yakından hissedenlerden. 6 Şubat depremine kadar Antakya’da yaşayan Tekla Teyze’nin Antakya’da artık bir evi yok. Tıpkı babası Minas Melikyan ve yüz binlerce soykırım mağduru Ermeni gibi… Bu röportajda Tekla Teyze ve babası Minas’ın hayat hikayelerini aktarmaya çalıştık. Yaşanan acıların tekrar edilmemesi ve yüzleşebilme umuduyla…

 

Röportaj: Mişel Uyar

 

Tekla Teyze nasılsın? Sağlığın nasıl?

Merhaba, iyiyim. Sizleri sormalıyım. İyi şükür. Geldik buraya, Antakya’dan Arsuz’a yerleştik galiba şimdi.


Hayat nasıl gidiyor? Memnun musun buralardan?

Mecburuz memnun olmaya ama memnun değilim valla.


Özlüyor musun Antakya’yı?

Çok, çok.


Malatya’dan başlayan, Beyrut ‘a uzanan, oradan da Antakya’ya uzun bir hayat hikayen var. Bize anlatır mısın?

Babam 6 yaşındaydı. Katliam olunca. Yani 1915’te. Babaannesi Malatya’dan hanım ağalardandı, Ermeni kısmında en zengin kadındı. İşte katliam başlayınca gelmişler, dedemi öldürmüşler. Annesinin koynunda bıçaklamışlar nenemi. Babaannem hamile, onu da öldürmüşler. Sonra sıra halama gelmiş. Bunları bize anlatan babam değil, tabii babam hatırlamıyor. Yengesi var, dayısının eşi.


Babanız o zaman çocuk zaten.

Çocuk 6 yaşındaydı. Bunları bize anlatan yengesi, dayısının hanımı. O zaman yenge anlatırdı. Biz biraz büyüdükten sonra babamızı merak ettik. Ben ile abim. Kimse yok aileden, babam tek. Bir bu yengesi var. Aileden bazıları ölmemiş. Müslümanlarla evlenmişler. Onları bu yengemiz tanımıyor.


Babanızın adı neydi?

Minas Melikyan. Esas bizim soyadımız Kocaoğlanyan. İşte yengemiz anlatırdı, halam çok güzel, on dört yaşında, boy, pos, güzellik, onu da öldürmüşler. Babaannesi oturmuş, babam arkasında saklanmış. Küçük çocuk, 4 yaşında onun arkasında, babamın kardeşi. Şimdi asker gelmiş, babamı alacak. Babamın nenesi demiş ki askere, “Al sen bu altınları, bu çocuğu bana bırak.” Küçüğünü zaten görmemişler. Vermiş parayı. Ama asker ne demiş ona? “Kaç” demiş. Yani burada durma, kaç. Almış çocukları yürümüşler. Yürürken tabii, o dört yaşında çocuğu babamın omuzlarına oturtmuş. Yürümüş babam. Yürümüş ama babam da yorulmuş. Babam bırakmış bir köşede kardeşi Kevork’u, yürümüşler. Malatya’dan Nizip‘e kadar gitmişler. Nizip’te, onları bir camide oturtmuşlar. Babama demiş ki, ‘‘Nerede? George (Kevork) kardeşin? Babam da demiş ki “orada oturuyor”. Yazık kadın geri gitmiş. Geri gitmiş ama çocuk yok ortada. Geri dönmüş babamın yanına. Camide yatmışlar. Camide bir epey kalmışlar. Babama başlamışlar ders vermeye. Kalmışlar bayağı.


Peki büyük babaannenin ismi neydi?

Vartuhi. İşte oradan yine bir şeyler mi olmuş, kaçırmış babamı, yürümüş onlar. İkisi yalnız. Kevork’u kaybetmişler. Ama çok aramışlar bulamamışlar. Halep‘e kadar ulaşmışlar. Babaannesi Halep’te kalmamış. Yani hoşuna mı gitmemiş, ne olmuş bilmiyorum, kalmamış. Bir daha devam, Lübnan‘a kadar. Lübnan’da, şey var Deyr ıl Yetema (Ermeni Yetimhanesi). Şimdiye kadar mevcut orası. Yetim çocukları alıyor. Ders veriyorlar yani. İşte oraya gitmiş. Yetimhaneye vermiş çocuğu, babamı. Ama bir şartla, ben de burada çalışacağım demiş. Çünkü tanıdık kimsesi yok tek başına. Tek başına ve babamı bırakmak istemiyor. Şimdi küçüğünü kaybetti ya, aile de gitti. Babamı kaybetmemek için orada oturmuş, aşçılık yapmış. Babam çok zeki bir çocukmuş. Birincilikle okulu bitirmiş. Şimdi orada birincilikle okulu bitirince Fransız zamanıydı galiba, Lübnan’da yine. O zaman Babaanne Vartuhi onu askeri okula kaydetmiş. O da peşinden yine askeri okulda aşçılık yapmış. Beraber olmak, bırakmamak için. Okulu bitirmiş, asker olmuş. Hemen rütbe almış. O kadar zekiydi ki hemen rütbeyi aldı. İşte rütbeyi alınca, nereye attılarsa gitti. Ama babaanne orada aşçı olarak kaldı. Bir müddet sonra vefat etmiş. Ama babam cenazesini görmemiş. Çünkü dışarıdaydı.



Minas Melikyan, askeri okuldan arkadaşlarıyla


Size bunları anlatanlar büyük yengeniz demiştiniz.

Babamın yengesi, dayısının hanımı. Onlar da kurtulabilmişler Malatya’dan. O da beraber kurtulmuş. Malatyalı çok vardı Beyrut’ta. Ama biz pek tanışmazdık. Annem Arap olduğu için ilgilenmiyordu Ermenilerle. Babam da asker. Bugün burada, yarın İskenderun’da, gelecek hafta bilmem nerede. Yani bir yerde en çok iki ay kalmışlar. Sürekli geziyor. Onun için biz pek kimseyi tanımıyoruz. Yalnız yengesini tanıyor, babam ona çok iyi davranırdı. Nereye gitse onu sorardı. Bizi de onunla tanıştırdı. Ama Ermeni nüfusu vardı Beyrut’ta, kalabalık. Ermeniler diyelim, Arsuzlusun bir mahallede oturuyorsun, Malatyalısın bir mahallede oturuyorsun. Antepliler bir yerde. Beyrut’ta Sınirfil diye bir yerde yaşıyorlar genelde.  İşte babam bir yerden bir yere gidiyor. Sonra tayini Antakya’ya vermişler. Burada da (Antakya’da) albaydı. Bizim bu askeri kışla babamın elindeydi. Oranın komutanıydı. Özel odası vardı. Sonra tabii gelip giderken anlatır, “bu benim odam” derdi. İşte bir gün traş oluyormuş burada, Antakya’da, kilisenin karşısında. Traş olurken gözü nasıl görmüşse annemi görmüş. Berbere demiş ki, bu kız kim? Adam demiş ki, “Minas Bey, havaca (ağa-bey anlamında) ben söyleyemem. Bu çok ünlü bir ailenin kızı. İstemek istiyorsan sana vermezler”.


İsmi neydi annenizin?

Miryana. Miryana Ketremizgil. Lakapları Eswat. 1939’dan sonra Ketremizgil. Ketremizgiller zaten var hala Antakya’da. Humusçu İbo’nun babası benim dayım. O, annemi görüyor o zaman. Ama babam bir daha, bir daha ısrar eder. Berber babama demiş ki, “Ben seni götürürüm. Kabul ederlerse bize geçeriz”. Gitmiş. Dedem çok mutaassıp. Mahkemede çalışırdı, mübaşirdi. Demiş ki, “Ben gurbete vermem kızımı. E bu burada çalışıyor ama yarın gurbete gidecek, asker bu”. Zor mor nişan takmışlar. Evlendiler. Bir, bir buçuk yıl sonra işte Fransız gidince, almış annemi Beyrut’a yerleşmişler. 39’da.



Minas Melikyan ve eşi Miryana Melikyan (Ketremizgil)


Yani annenin tarafı herhalde biraz üzülmüşlerdir, biraz sıkılmışlardır.

Zaten vermek istemiyorlardı. Dedem çok üzülmüştü. Ama kısmet gelişti. Her şeyi aldılar gittiler Lübnan’a. Lübnan’a gidince birkaç yıl buraya gelemediler. Çünkü Fransız askeri. 45’e kadar babam askerdi. Beyrut’un dağlarında, burada, şurada. Deir el Amar diye bir köy var Lübnan’da. En son orada çalışmış. Orada annem birkaç defa hamile çıkıyor. Çocuğunu düşürüyor. Çocuğu yok. Köye gidince tabii papazlar ziyarete gelmiş. Konuşmuşlar filan. Papaz demiş ki, “Çocuğunuz var mı?” Annem “yok” demiş. Esas sekiz defa düşük yapmış annem. İki defa çocuk birkaç ay yaşamış. Yine kaybetmiş. Sekiz çocuk. “Bak” demiş papaz, “ben sana söylüyorum burada bir kilise var Mar Tekla (Azize Tekla). Git oraya dua et ve kabul edilir ise hamile çıkarsın, oğlun olursa adını Aslan (Sebğ-Arapça) koy, kızın olursa Tekla koy”. Annem de babam eve gelince anlatıyor. Babam “aman hanım” demiş, “Şimdi dua edeceğin de çocuk mu olacak? Sekiz çocuğu gömdük, şimdi bunu da mı gömelim?” diyor. Annem de “ben gideceğim” diyor. “Haydi git hanım” demiş. Gitmiş duasını yapmış gelmiş. Bir ay sonra annem hamile. Velhasıl dokuz ayını bitiriyor annem. Doğum yapıyor bir oğlu oluyor. Adını Aslan koyuyor, Türkçe yani. Aslan Arapça da Sebğ. Kırkıncı gününde, çocuğu kiliseye götürmesi lazım. Orada da kar çok, yani kar yağınca, metrelerce, bir buçuk metre, iki metre. 13 Şubat’ta doğmuş abim. Annem ayakkabısız, yalnız naylon çorap, yürüyerek kiliseye gidiyor. Babam diyor ki, “Eze me met, hellak bedı mut u ıntı bet mradı (Şimdiye kadar ölmediyse bu soğuktan sonra ölecek ve sen de hasta olacaksın). Kiliseye gitti. Battaniyeyle sunağa koydu abimi. Kiliseyi gezdi. Annem dinine çok bağlı bir kadındı. Duasını etti. Babam arkasından gidiyordu. Diyordu ki “Hanım hasta olacaksın yeter.” Annem abimi sunaktan aldığı zaman ter içindeydi. Aldılar, eve gittiler. İkisine de bir şey olmadı. İki yıl sonra ben doğdum. Adımı Tekla koydu aynı manzara, aynı şeyi yaptı. Annem benden sonra iki kardeşimi daha doğurdu. İki erkek. Abim dokuz yaşındaydı. Ben yedi yaşındaydım. Annemiz vefat etti. Küçüklerin biri 2, biri 3 yaşında. George ve İbrahim. Üçüncü çocuk İbrahim, sonra George.


Hayattalar mı?

Hayattalar. Lübnan’da yaşıyorlar. Çocukları var, torunları var. Ama Aslan, Brezilya’da. Onun üç çocuğu var. İki oğlu, bir kızı.


Görüşüyor musunuz hiç kardeşlerinizle?

Hepsiyle. Her iki, üç ayda bir, altı ayda bir Lübnan’a gidebiliyordum. 2017’den beri savaşla beraber kötüleştikten sonra gitmedik. Pandemi oldu. İşte deprem. Ben giderdim. Diyelim burada Noel Bayramı’nı kutlardım. Yılbaşını kutlardım, biner giderdim. Orada ikinci Noel’i kutlardım. Orada 6 Ocak’ta yaparlar.


Peki annenizi kaybedince çocuklara Minas dede mi baktı?

Kardeşlerimi rahiplerin yanına koydu. Yetimhaneye koymadı. Çünkü orada kendi yaşadığı için yetimhaneye koymadı. Abim çok zeki, çalışkan bir çocuktu. Abimi İtalya’ya yolladılar rahip olması için. 3-3,5 yıl İtalya’da, Venedik’te kaldı. Geri döndü. Dönünce dedi, “ben rahip olmayacağım”. Onu Kıbrıs’a yolladı babam. Okulunu orada bitirdi. Ama kardeşlerim ve biz Beyrut’ta oturuyorduk. Hemena diye bir ilçe var. Oraya yerleştik, Lübnan’da. Normal okula gittiler, yani devlet okuluna, Arap okuluna gittiler. Ben rahibe okulunda okudum.


Rum Ortodoksların mı yoksa Ermenilerin mi?

Yok, Katoliklerin. St. Joseph Okulu’nda okudum ben. 15 yaşına kadar Lübnan’da kaldım. Ortaokulu bitirdim. Lise birden çıkmıştım. Annem öldükten sonra teyzemle dayım cenazeye geldiler. Annemin cenazesine. İşte babam çocukları rahiplere verince ben de rahibelere gidecektim. Orada yatılı okulda yani. Teyzemle dayım dedi ki, “Bu kızı rahibe okulunda okutma, sonra rahibe olur filan. Niye kaybedelim? Koyma” dediler. “Biz götürürüz, büyütürüz, ne zaman istersen kızını alırsın”.


Siz daha önce dayınızla ve teyzenizle görüşüyor muydunuz?

Biz küçükken annem ve babamla hep buraya geldik. Ben 5 yaşındaydım, belki 4,5 yaşındaydım. Babam hepimizi Malatya’ya götürdü. Ondan sonra biz her zaman Antakya’ya gelirdik nenemi görmek için. Annem gelirdi. İbrahim’e de hamileydi, son gelişiydi. O doğdu, küçüktü yani. Küçük kardeşime hamile çıktı bir yıl sonra. Ondan sonra zaten küçük kardeşim doğduktan sonra annem hastalandı, kanser oldu. Ama anlamadılar önce kanser olduğunu. Eskiden kanser bu kadar kolay bir şey değildi, çok zordu. İki yıl çekti. İki yıl sonra vefat etti. 54 yılında. 29 Ağustos’ta. Ben 45 doğumluyum. Abim 43 doğumlu. İbrahim 50 doğumlu. George 52 doğumlu.


Peki Tekla Teyze, o dönemde 39’da babanlar Lübnan’a gidiyorlar annenle beraber. Antakya bölgesinden de çok fazla insan bildiğim kadarıyla yine Lübnan bölgesine gidiyor. Orada görüşüyor muydunuz onlarla?

Pek görüşmüyorlardı. Babam pek kimseyle görüşmüyordu. Çünkü zamanı yoktu. Görüştükleri az da olsa vardı. Doktor Basil Huri var. Babamın amcası da orada. Trablus’ta yaşıyorlar. Benim babamın iki amcası Trablus, Mina’da yaşamışlar. 39’dan sonra teyzesi Halep’e yerleşmiş. Oradaki yani iki, üç aileyle. Başka aileler de mesela biz her Mina’ya gittiğimizde babamın amcasının çocuklarıyla görüşüyorduk. Çevrede Antakyalılar çoktu ama babam işinden dolayı pek görüşmezdi. Bir de biraz despot bir adamdı. Asker. Tam askerdi. Basil Huri, Doktor Basil. O milletvekiliydi bir dönemde Antakya’da. O zaten akraba. Onlarla çok görüşürdük. Bir de sonra emekli olunca Beyrut’tan sıkıldı, yani yoruldu. Beyrut’taki en güzel evimizi sattı. Gitti, dağda ev aldı, iki katlı. Orada yaşadık biz. Biz yaylada yaşadık yani.


Peki yaşadığınız yer nüfus nasıldı?

Hıristiyan. Dokuz yerde kilise vardı o köyde. İki tane Ortodoks kilisesi vardı. Katolik vardı. Maruni vardı. Bir üst köy Dürzi’ydi. Ama komşu olarak ayrılmazdık birbirimizden. Okulda Dürziler de okurdu, rahibe okulunda. Yani hiç kimseye yok demezlerdi. Müslüman da okurdu bizim rahibe okulunda.  Ve biz kardeş gibiydik. Ben şimdi Lübnan’a gittiğim zaman o arkadaşlarımın hepsiyle görüşüyorum. Hatta Antakya’ya da gelmişlerdi.


Eşinizle nasıl tanıştınız?

Antakya’ya sürekli ziyarete gelince eşimin kız kardeşiyle arkadaş oldum. Evlerine girip çıkıyorum. Kayınvalidem hep böyle bakıyordu. Bir gün dayıma gitti dedi ki, “Bak ben senin ablanın kızını isteyeceğim”. Dayım dedi ki, “Valla bi mavutna abuha (vallahi babası bizi öldürür). Ama ne olur yani, bir haber ver babasına. Belki bir şey demez”. Şimdi o zaman böyle telefonlar filan yoktu. Telgraf yazdı dayım. Babam bir sinirlendi. Tabancasını aldı. Beline koydu, sınıra geldi. Antakya’ya geçmedi. “Hemen kızımı buraya getirin” dedi. Annemin teyzesi var, böyle kabaday bir kadındı. O da benimle gitti: “Minas biz kızı alacağız, sana bırakmayacağız”. Babam da “seni de öldürürüm” dedi. “Ben kızımı istiyorum”. Çantamı vermediler bana. Arabada kaldı. Babam da dedi ki, “Niye elbise mi kalmadı Beyrut’ta? Ben kızıma yeni yeni giydiririm” dedi. Çantam burada kaldı. Sonunda gittik. E tabi o zaman küçük yaşta kızları istiyorlardı. Birkaç kişi istedi beni, ben “yok” diyorum ama bildiğimden değil. “Yok” diyorum yani, beğenmiyorum. Lübnan’a gittikten sonra, her hafta bir mektup gelirdi bize. Babam mektubu alır, yırtardı atardı çöpe. Usandı ha. Bir gün açtı mektubu okudu. “Gel kızım buraya” dedi. “Bak” dedi, “Şu, şu, şu seni istiyor. Hangisini istersin?” Cevap vermedim. İkinci günü aynı. Sonra baktım böyle dedim: “Bunu istemem ama bunu isterim”. “Türkiye’ye mi gideceksin?” dedi. “Evet” dedim. Ama benim bütün maksadım burada nenem, teyzem, dayım. Yani bir aile. Akrabalarım orada. Aile muhiti var diye ben Türkiye’yi seçtim. “Peki” dedi, “yürü, götüreyim seni”. Geldi buraya, nişanım oldu. Sonra da üç ay sonra evlendim. Dört çocuğum oldu.



Tekla Suadioğlu'nun düğününden bir kare


Kaç yılıydı evlendiğinde?

64, 6 Ocak. Kutsal gün. Hem bayram günü hem vaftiz günü.


Peki baban ne yaptı ondan sonra?

Çok üzüldü babam. Yalnız kalmış gibi oldu biraz. Nenemlerde yattılar hepsi kardeşlerim, abim. Giderken babam vedalaşmaya evime girmedi. Ben bunu hep söylerim ve üzülürüm. “Benim kızım böyle bir evde yaşayamaz” derdi. Beyrut’taki evimiz çok güzeldi. Askerler o zaman bile bize hizmet ediyordu. Eşimin evi Antakya’nın iç taraflarında. Eski Antakya evlerinde. Kaynana, kayınbaba, kayınbirader, elti, görümce, görümcenin kocası çocukları. Herkes beraber orada yaşıyor. Babam çok üzüldü. Ama mektuplarımızı hiç kesmedik. Geldiği zaman nenemler de iniyor, orada yatıyor. Geliyordu her altı ayda, yedi ayda bir. Geliyordu beni görmeye.


Sen gidiyor muydun Beyrut’a?

Evet. O hayattayken iki defa gittim. Bir defa gittik, eşimle orada yaşayacaktık. Yani dönmeyecektik. Ama Türkiye vatandaşı olduğu için ona izin vermediler. Eşim kuyumcuydu. 64 Haziran’da gittik. Meri’ye hamileydim. Dönmeyecektik. Ama hükümet bize izin vermedi ki eşim orada çalışsın. Bir ara birkaç ay Trablus’ta kuyumcularda çalıştık kaçak olarak. Kuyumcular da çok beğendi onu. Yani işi çok güzeldi. Çünkü ustaydı yani. Hatta babam dükkan aldı ki onu açsın, iş yapsın. Ama kısmet olmadı, geri döndük. Sonra bir zaman iflas etti eşim. Almanya’ya gitti, yedi ay kaldı.


Sen gittin mi onunla?

Hayır, almadı beni. Sonra “baban çok üzülür” dedi. Almadı. Sonra bir daha tecrübe etti, gitti. Dört ay kaldı. Babası vefat edince geldi. Ve öyle yaşadık. Ne bileyim işte. 72’de vefat etti. Lora yeni doğmuştu. Mayıs 10’da vefat etti.


Bu tarihleri kaydettiğin bir yer var mı?

İncilim var. Arkasında herkesin, bütün yeğenlerin, çocukların doğum tarihini yazardım. Ölenlerin ölüm tarihini. Depremde gitti. Bulamadık.


(Kızı İsabel ekliyor) Deprem olunca biz eşyamızın çoğunu alamadık. Yani evimiz çok ağır hasarlıydı ama evin içine girdiğiniz zaman böyle savaş alanı gibiydi. Benimle Marsel gittik, annem hiç gidemedi zaten eve. Ama ne alacağını şaşırıyorsun. Sanki evin içine bomba atılmış veya 20-25 kişi evin içine girmiş. Her şeyi birbirine karıştırmışlar. Affedersiniz, bir çamaşırın salonda, ayakkabın yatak odasında. Bizim ev alt üst oldu. Benim odamda dolap düşünce alt üst oldu. Nasıl çıktık, anlamadık. Eşyalar kalmış. Bir de oturma odasında bir kitaplığımız vardı. Öne doğru bir kapaklar açılmış anahtarsız olduğu için. Her şey yerde. İçki olan bölüm de vardı. O da yerde, kitaplar da yerde, ikonalar yerde. Bakıyorsun, diyorsun, “Bunu alayım. Onu bırakayım”. Sonra pişman oluyorsun niye onu almadım diye. Kitapların çoğu ıslanmıştı. Hangisinin ne olduğunu bilmiyorsun. Korkuyorsunuz, girmek istemiyorsunuz. O şoktan dolayı. O yüzden de bazı kitaplarını alamadık.


72’de Minas dede rahmetli oluyor. Ondan sonra sen Lübnan’a gidip gelmeye devam ediyorsun.

Evet. Savaş başladı. Biz her gün kardeşlerimle telefonla görüşürüz. Her gün. Brezilya’daki abim her Pazar saat 2’de beni arayacak. Tabii, hafta ortasında da arar. Ama Pazar günü saat 2’de, bilir ki ben kiliseden çıktım, evime geldim, yani 1.30-2 arası illa beni konuşturacak. Şimdi bu uyanır, yüzünü yıkar, gelir kahvesini alır, oturma odasına gider, kendi bürosu evde. Abim tüccar. Pirinç ve fasulye satar. Siyah fasulye.


O nasıl gidiyor Brezilya’ya?

Teyzemle mektuplaşıyor. Teyzem orada. Kendisine destek olur. Yaşam şartları daha iyi olur diye. Konuştu onunla mektupla, telefon yok. Gel oğlum burada sana iş buluruz dedi. Abim de gitti. Gitti oraya gitti. Bir hafta sonra iş yok, güç yok. Ya kimse onu karşılamadı. Cebinde yalnız elli dolar var. O kadar başka bir şey yok. Taksiye binmiş Brezilya’da, Rio’dan kendi oturduğu yere. Paranın yarısını şoföre vermiş. Eve ulaşmış. Velhasıl yaşamış. Bir hafta sonra teyzem başladı ondan istemeye. Ondan sonra yaşlı bir kadının yanında gitti, oturdu. Başladı iş aramaya. Fabrikada çalıştı. Şarap fabrikasında ama zar zor adam aldı onu. Abim o zaman altı lisan bilirdi. Arapça, Ermenice, İtalyanca, İngilizce, Türkçe ve Fransızca biliyordu. Adam böyle görünce bir de baktı ki çok çalışıyor, aldı yanına, orada çalıştı. Sonra abim baktı ki bu iş olmayacak. Para yönünden az. Gözleri açıldı abimin.




Aslan Melikyan (Kocaoğlanyan) ve ailesi, Brezilya


Maharetli birisi anladığım kadarıyla.

Maharetli, çok maharetli. Velhasıl iş buldu. Maharet yanında hırsı da var. Hırsı çok. Sonra bu işe girdi. İthalat işine girdi bir yerde. Oradan da kalktı. Kendi hesabını açtı. Şimdi maşallah yani, Allah herkese versin. Üç çocuğu var. Hanımı Lübnanlı. Beyrut kökenli. Yine aynı şekilde oraya gitmiş olan bir ailenin kızı. Özellikle Brezilya, Rio’ya, São Paulo’ya çok giden oldu. Kendi kiliseleri var, kendi mahalleleri var. Antakya Kilisesi var orada. Antakya Derneği var Rio’da bizim patrikhaneye bağlı. Şimdi abim bizim hayatımızı yazıyor. Abim oturduğu yerde bütün bu işlerden sonra dinlendiği zaman şiirler yazar. Şimdi seni mi gördü? Senin huyunu filan beğendiyse senin adına bir şiir yazar. Şiirleri de çok güzel.


Peki, Tekla Teyze sen hangi dilleri biliyorsun? Zaten Türkçe konuşuyorsun, Arapça biliyorsun. Fransızca, Ermenice biliyor musun?

Biliyorum. Konuşmam. Fransızca biliyorum. Okuma yazma da var. Konuşurdum ama ben 60 yıldır Türkiye’deyim. Konuştuğum zaman Antakyalılar beni çok alaya aldı. Çok üzülüyordum. Çocuklarıma bile öğretemedim. Onun için çok pişmanım. Arapça da okuyup yazıyorum. Kilisede 23 yıl ben koroda okutmandım. Antakya’da parası olan Ruhban Okulu’na, parası olmayan çalışmaya giderdi. Eski okul da yine eski Antakya sokaklarında. Bizim kilisenin arkasında. İlkokul şu anda, tabii o zaman da ilkokuldu. Fevzi Çakmak İlkokulu oldu sonra. Kiliseden çıkıyorsun hemen. Arka tarafta. Üstte rahibelerin odaları vardı. Yani çok güzel bir okuldu.

Orası Rahibe Okulu derken, Katolik Rahibe Okulu mu yoksa bizim Rum Ortodoks okulu muydu?

Katolik. Rum Ortodoks Okulu bizim kilisede. Kilisenin yanındaki salon iki katlı okulmuş. Zamanla yıkıldı. Sit alanı diye elletmediler. Yıkılınca tek kat kaldı. 1998’den sonra da tadilat için izin alındı. 2000’de bitti tadilat. Antakya Hastanesi, eski hastane, yukarıdaki. O da rahibelerin okulu. Dikkat ettiysen girişinde haç var. Silahlı Kuvvetler Caddesi’nden kiliseye doğru inen yer. Orada da Protestanların rahibe okulu vardı. Latife Hanım Anaokulu diye geçiyor şu anda.


Eşiniz peki Tekla Teyze? Onu anlatabilir misiniz?

Ben eşimle çok güzel bir vakit geçirdim. Esas çok varlıklı bir adam değildi ama kendi hayatını kendi kurdu. Epey çevresi olan bir insandı ve sevilmiş bir insandı. Çok sevilmiş ve değişik bir insandı. Her zaman ben rahmetli kayınvalideme dedim ki, “Senin bu oğlun çok değişik. Hiçbir kardeşine benzemiyor. Hayatı çok renkli”. İsmi Cemil Suadioğlu. Çok renkli bir hayatı vardı. 87’de kaybettik, trafik kazasında.  Ben buraya evlendikten sonra kimsem yok, derdi ki “Tekla hiç üzülme ben senin kardeşin, baban, abin olurum” sadece kocam değildi. Temiz kalpli bir insandı, misafiri severdi, insanları severdi. Sosyal hayat seviyesi çok yüksek değildi. Kuyumculuk yapıyordu. Yine daha ölene kadar devam etti kuyumculuğa Uzun Çarşı’da. İflas etti Almanya’ya gitti. Derdi, “Hanım, sen de gel kurtuluruz buradan ama ben seni çalıştırmam” derdi. Ama gitmedim. Şimdi ben çocuklarım doğduktan, biraz büyüdükten sonra mahallede oturmak istemedim. Mahalleden çıktım. Dört çocuk annesiyim. Hep derdim ki, “Cemil, bu kızların hepsi yüksekokul okuyacak. Okumazsa olmaz. Her birinin elinde bir bilezik olsun. Her şeye, her şeye değer”. Şimdi çok sevinçliyim, çünkü hepsini okuttum. Hepsinin elinde bir mesleği var. Emekli de ettim, emekliliklerini de gördüm. Ama çok üzüldüm. Aldıkları bütün para toprak altında gitti. Ona üzülüyorum. Bir de çok seviniyorum. Üç tane torunum var. Her biri birbirinden değerli benim için.


Eşim öldüğü zaman hayata küstüm. Çünkü çok güzel yaşıyorduk. Tam Meri’nin nişan dönemi. Meri nişanlanacaktı, baba öldü. Bir hafta sonra nişanı olacaktı Meri’nin. Çok üzüldük tabi. Yazık yüzüklerini mutfakta giydiler, demesinler insanlar yani nişanlı değil girip çıkıyor. Yardımcı oldu yazık çocuk. Sonra ben çok üzgünüm. Herkes, haydi evlendir, evlendir. Bir yıl sonra, bir buçuk yıl sonra evlendi. Ben düğününe gitmedim Meri’nin. Siyah çoraplar, elbise siyah. Gitmedim. Zorla kiliseye götürdüler beni. Kiliseye geçtim, çıktım. Onlar geceye gittiler, ben eve gittim. Birkaç ay sonra insanlar dediler ki, “Hadi bu yarın hamile çıkar, çocuk gelir sen bakarsın edersin”. Ben kimseye bakamam dedim, ben kimseyi istemiyorum. Yani tamamen silmiştim hayatı. Şimdi Evlin (torunu) doğdu, arkadaşım var adı Keti. O da geldi Meri’nin doğumuna. Şimdi hemşire çocuğu getirmiş bana verecek. Keti “al, al” dedim. Keti aldı, böyle baktı. Bir kız ki çok çok güzel, “dünya güzeli, bak bak bak Cemil’e benziyor”. “Haydiii Keti” dedim, böyle. “Yok” dedim. “Olmaz be kızım” dedi, “çok güzel bir kız, bir yüzüne bak” dedi. Benziyor. Almadım, şöyle baktım, çok güzel bir çocuk. Ama inadımdan almadım. Geldik eve. Meri rahatsız yani. Çok çekti kanamaları falan. Mecburum. Kimsesi yok. Kaynana yaşlı. Ben bakacağım. Benim evimde yatırdım. Şimdi yavaş yavaş yaklaşıyorum çocuğa. Baktığım zaman böyle içimden bir hoplama bir şey oluyor ama yine inadım. Sonra da alıştım. Ağlarsa ben koşuyorum. Yemek yiyecekse ben koşuyorum. Musallat oldum Evlin’e. Dört katlı eve, onlar çıkaramaz. Çıkarırlarsa düşürürler. Ben taşıyorum, çıkıyorum. Ben kimseye teslim etmedim. Evet, 42 yaşındaydım. Dört çocuğum vardı, hepsi kilise çocukları.


Ben bir şeyi merak ediyorum. Minas dede Malatya’dan, çocukluğunda gidiyor Beyrut’a. Beyrut’ta kalıyor bir süre. Antakya’ya geliş gidiş yapıyor. Sadece Beyrut’ta değil yani. Bütün bölgede belki birçok yerde kalıyor. Kendini bir yere ait hisseder miydi? Nerelisin diye sorulduğunda ne cevap verirdi?

“Malatyalıyım” derdi. Aslan abim bile “Malatyalıyım” diyor. Beyrut’ta olan Ermenilerle biz çok görüşürdük. Beyrut’ta olan Ermenilere sorduğun zaman “Merhaba, nasılsın, nerelisin? Antepliyim veya Malatyalıyım vs.” derlerdi.  Yengelerim mesela kardeşlerimin eşleri Antepli, Antep hakkında yorum yapamazsın onların yanında. Çok özel onlar için, Türkçeyi senden benden iyi biliyorlar.


(Kızı Meri ekliyor) Minas dedemin anılarını yazdığı bir defteri var. Şimdi İbrahim Dayımda. Ben en son Beyrut’a gittiğimde defteri tercüme ettirelim, bastıralım dedim. Defter şeklinde yazmış. Hayat hikayesini yazmış.


Şimdi babam bir şeyler yazmış Ermenice, babamın dolabında işte İbrahim kardeşim bir şeyleri toparlamış. Küçüktü babam öldüğü zaman. Kendi 18-19 yaşındaydı. Ölünce dolabında ne var ne yok. O kitapları saklamış. Ne yazmışsa saklamış. Hangi partide olduğunu da hepsini yazmış. Ama vermiyor ki. Benim de hakkım diyorum. Ben de kızıyım. Ben senden büyüğüm. Onlar Türkiye’ye ısınamıyor. Mesela, 76’da İbrahim kardeşim, Lübnan Savaşı’nın en kötü olduğu zaman eşi hamileydi doğum yapacak. Şam’da yaşıyorlardı o ara, kaçtılar savaştan Şam’da yaşamaya başladılar. Dedik ki, “Gel Antakya’da eşin doğum yapsın. Hani burada rahat eder”. Bir de orada çok yoksullardı. Yani dayım çalışacak ki, yemek yiyecekler. Geldi buraya. Kardeşim çok güzel kamyon dorsesi yapıyor. Askeriyede çalışmış onların kabloları o geçişlerini falan iyi biliyor. Eşim dedi ki, “Kalırsın burada Beyrut’a gidip gelirsin istediğin zaman”. Karaoğlan diye bir dorseci vardı eşimin arkadaşı. Kardeşimi işe aldırdı orada. İbrahim bir ay çalıştı onlarda. Sonra “ben burada oturamam” dedi. “Topla hanım” dedi, “gidiyoruz yarın” dedi. Çekip gittiler. Yani Türkiye’de kalmak onlar için zulüm gibiydi. Zor oluyordu. Tabii, geçmişte keşke bu şeyler yaşanmasaydı, olmasaydı ama biraz da haklılar tepkilerinde yani. Ben şunu da söylüyorum, diyorum ki, bu şimdiki Türkiye’nin bir suçu değil. Belki Türkiye Cumhuriyeti olsaydı belki bunları yaşayamayacaktı. Çok acı yaşamışlar. Yani çok acı yaşamışlar. Yani gerçekten çok vahşice şeyler, korkunç şeyler. Herkes tabii bunu yaşayan herkes yaşamamış olsa bile atalarından duyduğuyla, anlatıldığı zaman tabii ki bir tepki oluyor.


(Kızı Meri ekliyor) Mesela annem ve babam bir gün İstanbul’a gitmiş bir gün, bakmışlar Kevork Melikyan. Demiş ki, “acaba dayım mı amcam mı?” Tıp doktoruymuş.


Otelden iniyoruz, eşimle beraber. “Tekla” dedi, “Melikyan bak”. Bir baktım ki bu Melikyan. “Tekla vallahi” dedi, “belki amcan”. Gencecik bir çocuk. Belki dedesinin dedesi olabilir. Cemil hemen sıraya geçti. Biz iş için gelmedik. Böyle böyle bir mesele, adınızı görünce falan dedik. “Biz Malatyalı değiliz, biz İstanbulluyuz” dedi. Şimdi belki de o çocuk (Kevork) belki de başka bir yerde büyüdü, belki adını bile hatırlamıyor. Katliam olduğunda babam 6 yaşında. Babam ablasını böyle hayal meyal hatırlıyor, söylerdi. Çok zor yani şimdi o insanın bu manzarayı yani ailesinin öldürülmesini görmesini, izlemesi korkunç bir şey yani. Nasıl biz depremdeki insanları unutamıyorsak, o binaların yıkılışını unutamıyorsak, böyle bir şeyi hani doğal afet oldu diyoruz. Ama bunu bile bile insanları öldürmek bambaşka bir şey. Kuş avlar gibi… Ama Antakya’ya geldiği zaman hep Malatya’ya gitmek istiyordu.


Bir defa mı gitti?

Yok çok gitti o, çok gitti. Ben de gittim, hayal meyal hatırlıyorum. Malatya merkezdendi. Meydan Hamamı var. Hamamdan hatırlıyorum. Meydan Hamamı’nın etrafında evleri. Evleri çok güzeldi. Bahçeli bir ev. Evin avlusunda havuz vardı. Onu unutmuyorum işte. Karpuz getirdiler. Karpuzu havuzun içine attılar. Böyle gezdik, geldik, baktık ki, karpuz iki parça olmuş.


Peki onlar gittikten sonra oraya kim yerleşmişti o eve?

Müslümanlar. Almışlar. Malatya’da çok malımız varmış. Babam bir defa gitti araştırdı. Ama belgeleri yok. Belge yok. Kağıt yok elimizde. Kayısı bahçelerimiz vardı. Dut bahçeleri onlardan çok. Yani yengesi anlatırdı. Babamın nenesi Vartuhi çok çok zengindi. Yani az para vermedi o askere ki babamı kurtarsın.


Tekla Suadioğlu

799 görüntüleme

Bu platformun kendine ait resmi bir görüşü yoktur. Bu oluşum içerisinde yer alan tüm yazılar yazarların şahsi görüşüdür.  Okuduğunuz bu yazının yayın hakları nehna.org’a aittir, ilkelerimiz gereğince sitemizdeki yazıların paylaşılmasında bir sakınca görmüyoruz. Ancak paylaşım yapılırken evrensel basın ilkelerine riayet edilmesi, yazının ilk olarak nehna.org sitesinde yayınlandığına ilişkin ibare bulunması ve yazarın isminin anılması hususlarına dikkat edilmesini önemsiyoruz.

bottom of page