top of page
Emre Can Dağlıoğlu

“İmroz Türkiye’de de Yunanistan’da da unutturulmak istenen bir adaydı”

Güncelleme tarihi: 28 Ağu 2023

19 Haziran 2022 günü Beyoğlu Agia Triada Rum Ortodoks Kilisesi, istos Yayın’ın 10. yıl kutlamasında yeni bir kitabın tanıtımına da tanıklık etti. Gazeteci Serdar Korucu’nun Türkiye ve Yunanistan’da görüştüğü İmrozluların anlatılarını bir araya getiren “Şimdi Kim Kaldı İmroz’da?” Mutlular Adasından Yasak Bölgeye: Gökçeada kitabı, İmroz Adası’nda Cumhuriyet tarihi boyunca yaşananlara odaklanıyor. İmparatorluktan Cumhuriyet yönetimine geçerken tüm nüfusu Rumlardan oluşan bu adada şu andaki Rum nüfusu yüzlerle ifade ediliyor. Bu erimeyi, Korucu’nun kitap için görüştüğü İmrozlulardan Ekümenik Patrik Bartholomeos, kitaba ismini veren şu cümleyle ifade ediyor: “Şimdi Kim Kaldı İmroz’da?” İmroz’un Gökçeada’ya dönüşmesi sürecinde nasıl Rumsuzlaştırıldığını ve bunun İmrozluların hafızasında nasıl izler bıraktığını Serdar Korucu’yla konuştuk.

Röportaj: Emre Can Dağlıoğlu

Lozan’da İmroz için yer alan özel yönetim şartı uygulanmadı

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenlik kaygısıyla Lozan’da sınırları içerisinde kalan İmroz’la başlayalım. Adanın nüfusu tamamen Rumlardan oluşuyor. Tek parti rejiminin İmroz’a dair politikaları nelerdi?

Öncelikle İmroz’un “kaderdaş”ı Tenedos yani Bozcaada ile birlikte, İstanbul dışında Rumların yaşamasına “izin verilen” tek bölge olduğunu vurgulayayım. Ege’den, Pontos’a, oradan Kapadokya bölgesine uzanan Yunan dünyası, yüzlerce hatta binlerce yıllık geçmişinin olduğu topraklardan kopartılırken iki adanın istisna kalmasının dediğin gibi bir nedeni bulunuyor. O da tamamen Rum nüfusa sahip olmasına rağmen sadece Çanakkale Boğazı’nın güvenliği gerekçesiyle Türkiye’ye bırakılmış olmaları. Bu konuda Ankara’nın kaygısını temellendirdiği konu İtilaf güçlerinin Gelibolu’ya yönelik düzenlediği operasyonda, Çanakkale Savaşı’nda İmroz’u üs olarak kullanması. Bu nedenle Lozan’ın sonunda bu iki ada 14. maddeyle, “özel bir yönetim” olması kaydıyla Türkiye’ye bırakılıyor. Fakat Ankara adalar bırakıldıktan sonra “özel yönetim” talebinin önüne geçiyor. Bunu da af ilan etmesi gerekirken yapmadığı ve bu nedenle yurtdışında kalan İmrozluların, meseleyi uluslararası arenaya taşımaya çalışmasına rağmen sürdürüyor. Şöyle bir ara formül bulunuyor. 20 Temmuz 1927’de yürürlüğe giren 1151 sayılı Bozcaada ve İmroz Kazalarının Mahalli İdareleri Hakkında Kanun ile on kişilik nahiye meclisine girebilmek için “gerekli koşullar” yaratılıyor. Türkçe okuma-yazma bilme şartı, adalıların önündeki en büyük engel oluyor ve böylece Lozan’ın bu maddesi asla uygulanmıyor.

İkinci Dünya Savaşı’na geldiğimiz Türkiye’de Hıristiyanlar ve Yahudilere dair baskı politikasının artığını görüyoruz. Dil üzerinde baskı yapılan 20’lerin ardından, adada da bunun izlerini görüyor muyuz?

Adadaki ilk istimlak süreci bu dönemde yaşanıyor. Ana hedef Rum Ortodoks manastırlarının arazileri oluyor. Bu arazileri küçümsememek gerek. Çünkü İmroz, Ege’deki küçük bir ada olsa da beklenebileceğinin aksine, çok sayıda manastıra ev sahipliği yapıyor. Ayios Theodoris köyündeki Aynaroz’daki Megistis Lavras Manastırı’na bağlı Ayios Konstantinos Vakfı, Shinudi köyündeki Kastelianos Ayios Yeorgios Vakfı ve Kalamidiotis Arhistratigos Mihail Vakfı ile Kutlumuşlu Manastırı’na bağlı Arhistratigos Vakfı bu süreçte ortadan kaldırılıyor. Savaş yıllarında İmroz ve Tenedos’un metropolitinin diğer Ortodoks din görevlileriyle birlikte tutuklandığını da eklemek gerek. Demografiyle ilgili ilk değişiklik de aynı dönemde oluyor ve Karadeniz’den getirilen aileler İmroz’a yerleştiriliyor. Sayıları az da olsa istimlak edilen arazilere yerleştirilen bu nüfus adanın gelecekteki değişiminin ilk işareti oluyor.

“Demokrat Parti iktidarında İmroz’da Rumca eğitim yeniden başladı”

Demokrat Parti iktidarıyla başlayan 50’lerde İmroz’da neler değişiyor?

Bu süreçteki değişimde Demokrat Parti de etkili oluyor, 1950’de İmroz ve Tenedos Metropoliti olan Meliton Hacis’in çalışmaları da. Tek Parti iktidarı döneminde İstanbul’da Rumca eğitime izin verilirken, adada tedrisat Türkçe yapılıyordu. Demokrat Parti’yle birlikte bu durum değişiyor, 1952-1953 eğitim yılında Rumca okul müfredatlarında yeniden yer alıyor. Bu önemli bir adım. Çünkü ada Rumlarının okuma yazma oranları yüksek, aileler tahsile büyük önem veriyor. Zaten 1960’larda ailelerin adayı terk etmelerinin nedenlerinden biri de Rumca eğitime son verilmesi olacak. O nedenle 1950’lerdeki bu adımın yarattığı heyecanı tahmin etmek mümkün. Patrik Bartholomeos’un da öğretmenliğini yapmış olan, 1923 doğumlu İsaak Anastasiadis bu kitaptaki anlatısında o dönem İstanbul’da öğretmenken İmroz’a, kendi deyimiyle “keçiler, koyunlar ve balıkçılıkla uğraşan, sebze yetiştiren bir toplum”un içine adaya gitmeye karar verdiğini aktarıyor. Bu örnek İmroz’un gelişiminin İstanbul’da yarattığı olumlu havaya sadece bir örnek teşkil ediyor.

1960’lara geçmeden önce bir de 6-7 Eylül Pogromu’nu sorayım. Bu şiddet dalgası İmroz’a da vuruyor mu?

6-7 Eylül 1955’in İmroz’unda, İstanbul ya da İzmir’deki gibi pogrom yaşanmıyor. Bunun esas sebebi buranın bir ada olması. Saldırganların dışarıdan gelmesi o dönemde zor, İstanbul’un adaları gibi de değil yani. Buna rağmen sözlü anlatılara yansıdığı kadarıyla bir güruh İmroz’a doğru da yola çıkmaya çalışıyor ama durduruluyorlar.

“İmroz adası ikinci bir Kıbrıs olacak”

Azınlıklara dair tarihyazımında Tek Parti yılları daha çok odağa alınır, fakat İmroz’da görüyoruz ki, esas büyük yıkım 27 Mayıs 1960 Darbesi ve özellikle 63’te yeniden yükselen Kıbrıs meselesiyle yaşanıyor. Bu dönemde adada nasıl bir Rumsuzlaştırma politikası uygulanıyor?

Tek Parti yıllarında, Demokrat Parti yıllarına göre görece bir baskı var. Bunu göz ardı etmemek gerek. Kıbrıs meselesi etkili doğru ama 1955’te de bu konu gündemdeydi. Öyle ki 6-7 Eylül’ün nedeni olarak da gösterilmeye çalışılıyor. Elbette 1963-1964’te çok daha fazla tansiyon yükseliyor. Fakat bence neden olarak gösterilebilecek tek şey, Ankara’nın darbe rejimiyle birlikte tam da dediğin ifadeyle Rumsuzlaştırma politikası uygulaması. Adada bir Eritme Programı uygulanıyor ve adımları tek tek atılıyor. Açık cezaevi sonrası adada cinayetler ve hırsızlık başlıyor, çocukların Rumca eğitimi durduruluyor ve ailelerin geçim kaynağı olan arsalara istimlak geliyor.

Neden İmroz hedef seçiliyor?

Türkiye, Kıbrıs konusunda kendini adadaki Türk varlığını işaret ederek masaya oturtuyor. Net olarak ifade edilmese de, Ankara, nüfusunun tamamı Rum olan bir adanın bir gün elinden çıkabileceği kaygısını yaşıyor. Zira Lozan’da da görüşmeler sırasında nüfusunun tamamı Rum olan bir adanın Türkiye’ye bırakılması tartışma yaratmıştı. Bir gün rüzgarın dönebileceği, güvenlik kaygısının merkezine yerleşiyor. 1 Şubat 1966’da Hürriyet gazetesinin Serbest Kürsü köşesinde yayınlanan ve sonrasında epey gündem yaratan bir yazı, “İmroz adası ikinci bir Kıbrıs olacak” başlığıyla çıkmıştı mesela. O yazıda, “İmroz adası dışarıdan bakılacak olursa Türk topraklarının bir parçası gibi görünür, bir de içten bakarsanız, adada 30’da 1 nispetindeki Türk kaybolmuştur sanki” deniliyor. Böyle bir süreçte Rumsuzlaştırma başlıyor. İşte sözlü anlatılara göre, ada Rumlarını şaşırtan şey de tam olarak bu. Bu hedef seçilme hali. Çünkü Osmanlı yönetiminde isyan çıkarmayan bir ada olduklarını vurguluyor hepsi ve başlarına gelenlere de inanamıyorlar. Kısacası “itaat”in de bazen yeterli olmadığını görüyorlar.

Hürriyet, 1 Şubat 1966

Bu dönemde uygulanan eritme programı, aynı zamanda bir varlık transferi. Çok düşük meblağlar karşılığı devlet Rumların topraklarını istimlak ediyor. Toplumsal cinsiyet yönü de var. Açık cezaevinde getirilen mahkumlar, özellikle adadaki kadınların güvenliğini ciddi anlamda tehdit ediyor. Fakat ben bu programın sebep olduğu ekolojik yıkımı sormak istiyorum. Zeytinliklerin yok edilmesi ve hayvan nüfusunun azalması, bu eritme programında nasıl bir yer tutuyor?

Bu yıkımın öncelikli nedeni ada kültürüne uzak kesimlerin İmroz’a getirilmesi. Tüm anlatılarda da bu öne çıkıyor. İlk getirilenler Karadeniz’den oluyor. Sonra başka bölgelerden gelenler de, getirilenler de var. Kürtler adanın sakinleri haline dönüşecekler zaman içinde. Neredeyse tüm sonradan gelenler adanın iklimine, ekolojisine uzaklar. Yine İmrozlularla da konuştuğumuz gibi, adaya mesela Girit göçmenleri gelmiş olsa böyle bir “uyumsuzluk” hali yaşanmayabilirdi. Bu karar neden ve nasıl alındı, bilmek mümkün değil. Özellikle zorla getirilenlerin durumu zor. 1957’de Cumhuriyet gazetesi için Karadeniz’den getirilenlerle konuşan Ömer Sami Coşar, bölgedekilerin “Zeytin ağacı dikelim dedik. Bütün adada tutarken, nedense bizimkiler tutmadı. Balıkçılık yapalım dedik. Alet bulamadık” dediklerini aktarıyor. Bu da onların çaresizliğini gösteriyor. Ada onları, onlar adayı zorluyor. Sonuçsa, gittikçe kuraklaşan, kaynakları olması gerektiği gibi kullanılmayan bir ada ile doğayla uyum içinde yaşamayan bir kitle oluyor. Bu süreçte bazı gelenekler de tarihe karışıyor. Mesela adada eskiden her ailede domuz oluyormuş ve Noel’de kesiliyormuş. Bu da adanın Rum nüfusunun azalmasıyla ortadan kalkıyor.

Bu süreçte Demokrat Parti’nin ardılı olarak görülen Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nin İmroz’a yönelik tutumu nasıldı?

Eskiden Demokrat Partili olan, daha sonra Adalet Partisi sıralarından göreceğimiz Ziya Termen bu konuda önemli isimlerden biri. Kendisi Adalet Partisi adına yaptığı konuşmada, geçmişte de, bugün de, Rumların da hakkını savunduğunu açıkça söylüyor ve ada ahalisini, 500 yıldır Türkiye’ye hiçbir zarar getirmemiş, vergisini veren, askerliğini yapan, kanunlara tamamen saygılı bir toplum olarak niteliyor. Yani Adalet Partisi’nin aynı güçte olmasa da Demokrat Parti’nin ayak izlerini takip ettiğini söylemek mümkün.

74’te Rumlar “kesileceğiz” endişesi yaşıyor

60’ların yıkımı henüz tamir edilememişken, 1974’teki Kıbrıs çıkarması geliyor. 74’ün İmroz’daki Rum nüfusu üzerindeki etkisi neydi?

Akdeniz’deki bir adada yaşanan gerilim nasıl oldu da Ege’nin kuzeyinde Türkiye Cumhuriyeti egemenliğindeki bu adayı etkiledi, işte bu hala konuştuğum tüm İmrozluların aklının almadığı, alamadığı soru işareti. 1960’ların ortasından itibaren askerileşen bu adada Yorgo Ksinos’un da anlatımıyla 1974’e kadar Rum nüfusu yarıya düşmüştü, buna rağmen hayat devam ediyordu. Üstelik mesut da denilebilecek bir hayat vardı. Cezaevine rağmen, askeri karargahların kurulmasına rağmen adada yaşanabiliyordu. Fakat 1974’te adada bazı “önlemler” alınıyor. İlk olarak ada Rumlarının elinden silahları alınıp adadaki Türklere dağıtıldığı sözlü anlatılarda yerini alıyor. Ayrıca adanın tüm Rum ileri gelenleri toplanıp kilisenin avlusuna kapatılıyor. Birkaç gün orada tutuluyorlar fakat bu durum adada “ilk önce onlar kesilecek” endişesinin doğmasına neden oluyor.

Kitaptaki anlatılarda 1980’lerde başlayan Turgut Özal dönemi yeniden bir rahatlama dönemi olarak anlatılıyor. Özal’ın adaya yönelik politikaları nasıldı?

Özal’ın Menderes gibi yeni bir dönem başlattığını söylemek gerek. Turgut Özal’ın 1985’te daha önce Türkiye tarafından “istenmeyen adam” ilan edilmiş olan Başepiskopos İakovos ile görüşmesi bir milat oluyor. Bu temas sonrası İakovos adaya, doğduğu topraklarına dönebiliyor. Bunun dünyanın dört bir yanındaki İmrozluları yeniden adaya getirmedeki rolü büyük.

Tüm süreçlerin boyunca adada öldürülen Rumlar var. Bu şiddet İmroz’daki hayatı nasıl etkiliyor?

Bu cinayetlerde yine sıklıkla tartışma konusu olan cezasızlık işliyor. Mira Metropoliti Hrisostomos Kalaycı’nın kitapta yer alan bir sözü var, “Unutmayın kötülük her yere yetişir, her yere ulaşır” diyor. Gerçekten de cezasızlığın beslediği kötülük adanın dört bir yanına ulaşıyor. Azra Erhat’ın 1960’lardaki seyahatinde ilkçağ metinlerinde övülen “Mutluluk Adası” olarak işaret ettiği bu ada, Sevgi Soysal’ın 1970’te yayımlanan Yürümek’inde yer aldığı gibi bir yasak bölgeye dönüşürken cinayetlere de kapı aralanıyor. Çok azının faili bulunuyor. Bu aşamada kitapta yer alan Nikos Dolduris’in sorusu aklıma geliyor soruna yanıt olarak: “Bir adada failler nasıl bulunamaz ki?”

İmrozlularda Yunanistan’a kırgınlık var

1980’lere gelindiğinde adadaki 7 bin Rum’dan geriye 300 kişilik bir nüfusun kaldığına vurgu yapılıyor kitapta. Rumlar adadan özellikle 60’lar ve 70’lerde göç ediyorlar. Fakat Yunanistan ve İstanbul gibi beklenen güzergahların aksine, Güney Afrika, Mısır veya Avustralya gibi farklı yerlere göç edildiği anlatılıyor. Neden buralar tercih edilmiş?

En önemli neden vize alabilmek. Yurtdışında hangi ülke kolay vize veriyorsa, üstüne toplumun bir parçası önceden oraya gitmişse o rota öne çıkıyor. Bu güzergahlar içinde en ilgimi çeken yer Mısır. Ermeniler gibi, Rumlar için de bu ülkenin farklı bir yeri var. Mısır’da Osmanlı döneminden bu yana toplumun bir kesimi bulunuyor, bu nedenle göç sürecinde de tercih ediliyor. Güney Afrika, Mısır’dan sonraki en iyi tercih. Fakat bu ikisi dışındaki Afrika ülkelerine gidişin nedeni tamamen ekonomik. Çünkü ülkelerin dengesizliği ve tehlikeleri göze alınırsa iyi para kazanabilme şansı bulunuyor. Bu nedenle çoğunlukla kısa süreli para kazanma şansı olarak görülüyor. Yine anlatılara göre, 1960’lardan, 1970’lerden çok daha önce Avustralya’ya göç yaşandığı için bu ülke de tercih ediliyor.

Sanırım göç bahsinde Yunanistan’a özel bir parantez açmak gerekiyor, zira adalıların neredeyse hiçbiri -Yunanistan’da yaşıyor olsalar bile- bu ülkeyle özel bir bağ kuramamış. Bunun sebepleri nelerdi?

Yunanistan’a kırgınlık var. Bu açık. İmroz meselesi elbette Türkiye’de 1960 darbesi sonrasında kurulan güvenlik temalı politikanın açtığı bir yara. Bir toplumun, bir kültürün yok edilmeye çalışılması. Fakat İmrozlularının eleştirilerinin hedefinde Yunanistan da bulunuyor. Pavlos Stamatidis “Türkiye vatandaşlıktan çıkarttı, Yunanistan vatandaşlık vermedi. Biz kimin vatandaşıyız?” diye soruyor anlatısında. Gerçekten de uzun yıllar boyunca Atina yönetimi İmrozlulara vatandaşlık vermiyor. Arafta kalıyorlar. Gitmekle, kalmak arasında bir yerdeler. Kendi durumlarını bugünkü mültecilerle kıyaslıyor İmrozlular. Mültecilere, sığınmacılara verilen hakların kendilerine tanınmadığını söylüyorlar.

Bir İmrozlunun patrik olması çok şeyi değiştirdi

Korucu, kitap için görüştüğü İmrozlu Ekümenik Patrik Bartholomeos ve Konstantinos Delikostantis'le birlikte

İstanbul’a göç etmek de çok tercih edilen bir seçenek olarak karşımıza çıkmıyor anlatılarda. Özellikle, İmroz’dan sonra İstanbul’da bir sosyal statü kaybı yaşanmasından korkuluyor. İstanbul Rumları nasıl bakıyorlardı o dönemde İmrozlu Rumlara?

Ekümenik Patrik Hazretleri Bartholomeos’un anlatısında yer alan bir konu var. “Köyde, İmroz’da olduğu gibi yün çoraplarım vardı dizime kadar. Yaşlı nineler örüyordu. İstanbullu talebeler bize takılıyor, alay ediyorlardı” diyor kendisi. Sadece giyim-kuşan değil, İmrozluların konuştukları ağız da İstanbulluların “ilgisini” çekiyor. Mesela Yorgos Hristoforidis, “l” sesini İstanbullular ile İmrozluların farklı çıkarttığını söylüyor ve Yunanistan’da da bazı köylerde İmroz’un ağzının aynısının konuşulduğunu belirtiyor. Buna rağmen “İstanbul’da öğrenciler bizim dilimize takılırlardı, şakalaşırlardı” da diyor. Yani daha çocukluk günlerinden itibaren bir ayrımcılığa uğruyor İmrozlular. Şehirli Rumlar tarafından köylü olarak görülüyorlar.

Peki, kitabı da adadığın Ekümenik Patrik Bartholomeos’un İmrozlu alt sınıf bir aileden çıkıp Patriklik makamına oturması İmroz algısını nasıl değiştiriyor? İmroz nasıl etkileniyor bu durumdan?

İmroz unutulmuş bir adaydı. Bunun altını çizmek gerek. Türkiye’de de, Yunanistan’da da kolay kolay yüzleşilebilinecek bir konu olmadığı için daha doğrusu unutturulmak istenen bir adaydı. Yunanistan’da dernekler uzun yıllardır faal ancak patriklik makamına bir İmrozlunun gelmesi elbette bir değişim, dönüşüm yaratıyor. İmroz her zaman dine “yakın” bir ada oldu. Bunu her yerde karşınıza çıkan manastırlarıyla görmek mümkün. Ayrıca adanın çocuklarının da yolu sık sık açık olduğu dönemde Heybeli’ye düşüyordu. Yani bir İmrozlunun patrik olması sürpriz değildi fakat çok şeyi değiştirdiği de bir gerçek.

“Şimdi Kim Kaldı İmroz’da?” sözünü terse çevirebilecek tek güç çocuklar

Patrik Bartholomeos’un ve Laki Vingas’ın çabalarıyla İmroz’da 2015’te ortaokul yeniden açıldı ve bunun ardından adadaki Rum nüfusta bir artış yaşandı. Bu süreç İmrozluları nasıl etkiledi?

Laki Vingas biliyorsun bu kitabın da danışmanı. Adaya olan katkısını da bölgeye gittiğinde görmek mümkün. Adada okulun açılışının önemi belki geniş toplumda yeterince anlaşılamayabilir. Fakat Rumların adadan göç etmesinde İmroz’da Rumca eğitimin sona ermesinin başlıca nedenlerden olduğu unutulmazsa bunun değeri anlaşılabilir. Okulun kapılarını açmış olması, İmroz’da yine yeniden çocukların olması umut veriyor. Çünkü çocuk demek, gelecek demek. Ekümenik Patrik Hazretleri’nin kitabın adına da taşıdığımız “Şimdi Kim Kaldı İmroz’da?” sözünü terse çevirebilecek tek güç çocuklar.

Son olarak, Antakyalı Ortodokslarla ilgili bir soruyla bitirelim. İstanbul’da Rum kurumlarını ayakta tutan hem emek gücü hem de nüfus olarak ayakta tutanların Antakyalılar olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum, İmroz için de geçerli mi?

“İmroz için de geçerliydi” diyebiliriz. Çünkü artık İmrozlular o kadar büyük bir nüfusa sahip değil. Bugün Patrikhane’de, geçmişin geleneğiyle, çocuklarını Heybeli’ye göndermiş olan aileler sayesinde İmrozluların güçlü bir yeri var. Fakat okul uzun zamandır kapalı. İmrozlular da 1964 ve 1974’te yaşadıkları nedeniyle dünyanın dört bir yanında. Her ne kadar İmroz’daki Rum okulunun açılmış olmasıyla bir nebze umuttan bahsetsek de tersine güçlü bir göç yaşanmazsa, Heybeli’deki okul yeniden kapılarını açmazsa uzun vadede olumlu düşünmek zor.

Kitabı incelemek veya satın almak için tıklayınız.


16 görüntüleme

Bu platformun kendine ait resmi bir görüşü yoktur. Bu oluşum içerisinde yer alan tüm yazılar yazarların şahsi görüşüdür.  Okuduğunuz bu yazının yayın hakları nehna.org’a aittir, ilkelerimiz gereğince sitemizdeki yazıların paylaşılmasında bir sakınca görmüyoruz. Ancak paylaşım yapılırken evrensel basın ilkelerine riayet edilmesi, yazının ilk olarak nehna.org sitesinde yayınlandığına ilişkin ibare bulunması ve yazarın isminin anılması hususlarına dikkat edilmesini önemsiyoruz.

bottom of page