Yas kılık değiştirir mi? Değiştirirmiş… Acı da şekil değiştirdi, yas bambaşka hallerde kendini gösterdi çoğu zaman. Bazen gözyaşı oldu beklendiği gibi bazen ise dopdolu bir kahkahanın içerisine gizlendi. Ama yok oldu mu? Pek çoğumuzda hayır… İzi hep en beklemediğimiz yerlerde ben buradayım demeyi bildi. Buradayım ben, bırakmadım seni… Bırakmasın da istedik belki de…
Aradan bir yıldan uzun zaman geçti. Bir dakika bile geçiremem artık dediğimiz bu hayatın bir yılını geçirdik, nasıl olduğunu anlamasak da. Bu bir yıla neler neler sığdırdık... Bazılarımız yeni şehirlere, yeni ülkelere taşındı; bazılarımız eski yerinde kendine yeni bir düzen kurmaya çalıştı... Evlenen de oldu, yeni okula başlayan da, işini kaybeden de yeni işini bulan da... Hepimizde her şey farklı olsa da aynı kalan bazı şeyler vardı. Mesela hemen her gün 6 Şubat gerçeğiyle yaşadık, hemen her gün başımıza gelen kıyamet gününün büyüklüğünü idrak etmeye çalıştık. O günü hatırladık ve kaybettiklerimizi, insanlarımızı, şehrimizi andık. Anlayacağınız neredeyse her gün geçmiş hayatımızı yad ettik. Ama hepimiz bunu farklı şekillerde yaptık...
İşte bu yüzden aradan bir yıl geçtikten sonra geriye dönüp bakmak istedik biz de. Oturduk Yiğit’le ve yasımızın üstüne konuştuk. Biz konuşurken kah ağladık kah güldük, aynı yasımız gibi bizim duygularımız da bu konuşma sırasında şekilden şekle girdi. Bunu da sizinle paylaşmaya karar verdik çünkü biliyoruz ki hepimiz kendimize farklı yollar çizerken benzer örüntülerle karşılaştık. Umarız ki siz de Yiğit Göktuğ Torun’la yaptığımız bu söyleşiyi okurken kendinizden bir şeyler bulabilirsiniz.
Röportaj: Ece Ray
Merhaba Yiğit, öncelikle bu fikri hayata geçirdiğimiz için çok mutluyum. Bu konuşmanın ikimize de iyi geleceğini düşünüyorum, ihtiyacımız var gibi çünkü artık yas ve yası yaşama şeklimizle ilgili konuşmaya. Başlamadan önce kendini tanıtmanı istiyorum senden, sonrasında da yası kendi tecrübenle nasıl tanımladığını anlatabilir misin?
Tabii ki, ben de çok mutluyum. Umarım kendimizi anlatabiliriz. Ben Yiğit Göktuğ Torun, 1997 Antakya doğumluyum. 18 yılımı Antakya’da geçirdikten sonra üniversite için İstanbul'a gittim, Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ve Felsefe bölümleri mezunuyum. Sonra yüksek lisansım için 1 seneliğine Ankara’ya yerleştim. Deprem de ben Ankara’da iken oldu zaten. Şu an Berlin’de yaşıyorum yüksek lisansımın ikinci senesi burada. Sorunun ikinci kısmına gelecek olursam, yası tanımlamak için bir cümle kuramam sanırım ama bir kelime bulmam gerekse o da ansızlık olurdu. Benim için bir anın diğerini tutmaması, öngöremediğimiz süreçler olarak gösterdi kendini yas.
“Bireyin içinde yaşadığından da öte aynı zamanda toplumsal da bir tarafı vardı yasın”
Peki çocukluğundan bildiğin, annenle babandan hatırladığın yas nasıl bir şeydi? Seninkinden farklı mıydı?
Bence onlar için yas hayatın durması demekti. O kişiye saygıdan, onu anmak için konuşmamak, sessizliğe gömülmek. Sanki o zamanlarda hayatı durdurabiliyorlardı. Ama belki de şu an hayatı durdurmak pek de mümkün olmadığı için yeni dönem yası diye bir şey var, o eski yol bana çok uzak geliyor artık çünkü. Bir yandan belki hayatın durmadığını bildiğim için artık. Ama onların dünyasında duruyordu, evde hayat duruyordu en azından. Televizyonu kapatıyordun ve dünyayla ilişkin kesiliyordu zaten. Bir de biraz bireyin içinde yaşadığından da öte aynı zamanda toplumsal da bir tarafı vardı yasın. Topluma da o kişiye saygı duyduğunu gösterme, toplumun da bu durma eylemine saygı olarak bakması gibi bir taraftan bahsediyorum…
Gözlemlerine katılıyorum… Senin depremden hemen sonraki halini hatırlıyorum. Hala şokta olduğumuz ilk günlerde bile hayatın devam etmesi gerekiyordu. Başta çok şaşırmıştık hatta. Kendimi hatırlıyorum yurt dışındayım ve iş arkadaşlarım benden günlük işlerimi yapmamı bekliyordu, benim aklımda sürekli kalanlar, ailem vardı. Uzun bir süre “kaybettiklerim” kısmını düşünememiştim. Sendeki durum tamamen farklı olmasına rağmen bir yandan da maalesef benzerdi. Bu senin için Hatay’a gittiğinde ilk günden itibaren kendini unutup etrafındakilere faydalı olmaya çalışarak kendini gösterdi önce. Daha sonra kayıplarının bulunacağına dair umudunu kaybedip Ankara’ya döndüğünde her şeyin olduğu gibi devam ettiğini gördüğünde kaybettiklerine odaklanamadan hayata devam etmeye çabalamıştın. Hem yardımcı olman gerektiğini hissettiğin bir sürü insan vardı hem de okul, burs, annen ve babandan sonra kendine nasıl yeteceğine dair düşünceler… Bu belki biraz da yaşadığımız olayın büyüklüğünden de dolayı ben ve acım diye bir olay yoktu. Acılar ve kalanlar vardı…
Yiğit, sana şunu da sormak istiyorum, kayıpların çok büyük, sanıyorum kimse hem anneni hem babanı kaybetmenin büyüklüğünü tartışamaz zaten ama depremde kuzenini, arkadaşlarını, öğretmenlerini yani hayatından pek çok insanı kaybettin. Ama burada bir de birilerine veda etmek zorunda olunca geride kalan olmak diye bir gerçek var. Bize biraz bu duyguyu nasıl yaşadığını anlatabilir misin?
İşte bu duygu yasın kendisi zaten. Ben hala her gün bu duyguyu yanımda taşıyorum. İlk başta her şey bir şokla başlamışken bütün bu olanların yalnızca kötü bir rüya olduğuna inandırmaya çalışmıştım kendimi. Uyanacağım ve hepsi bitecek diyordum, halbuki bitmedi. Bitmediğini fark edince sabahları kalkmama engel olan o üzüntü sarmıştı her yanımı. Sonra o üzüntü de şekil değiştirdi, benliğimin bir parçası olan hüzün haline geldi. Hüzün daha pasif bir eylem üzüntüye kıyasla bana göre. Ve dışarıdan gelen küçücük hatırlatıcılarla yeniden aktif bir volkan gibi canımı yakan bir üzüntü ve kızgınlığa dönüyordu başlarda tabii. Mesela en ufak bir alışkanlığımdaki bir değişikliği fark edince birden bire, nerede olduğum fark etmeksizin gözümden yaşlar dökülüyordu, hala da öyle gerçi aradan o kadar zaman geçmesine rağmen. Ya da bazen küçük anlar oluyor, mesela annemin sevdiği bir şarkı çalıyor ve elim telefona gidiyor “ anne bak en sevdiğin şarkı çalıyor” diye ona mesaj atmak istiyorum. Ama her seferinde atamayacağımı yeniden hatırlamak… Bu ve bunun gibi anlar o hüznü tetikleyen etkenler, olması da gerekir zaten belki de. Geride kalan olmanın, veda eden olmanın getirdiği bir kızgınlık da vardı tabii. Veda etmeyi ben nereden bileyim, bana bunu öğretmediniz diye çok kızdım onlara. Ama kızgınlık hızlı geldiği gibi hızlı giden bir duygu oldu benim tecrübemde. Çünkü fark ettim ki kızdıkça uzaklaştırıyorum onları kendimden ve sonra küçücük bir anıyla yine başa sarıyorum, o yıkılma anları yeniden ve yeniden yaşanıyor. Ne zaman ki duygularımı normalleştirdim, o zaman yas sürecinin farklı bir evresi başladı benim için.
Yasının bu evresine gelmeden önce, sormam gerek. Peki ya, suçluluk duygusu? Neden orada onlarla değildim, neden geride kalan benim diye kendini suçladığın oldu mu?
Çok… Özellikle annemi düşünüp bununla çok savaştım. Sanki ben orada olsaydım onu korurdum, onun üstüne kapanırdım, mutlaka bir şey yapardım. Eminim ki son düşüncesi “Yiğit ne yapacak?” olmuştur. Orada ben olsaydım belki de düşünmezdi bunu, kim bilir… Daha huzurlu olurdu belki de. Başka tabii bir sürü yanı var suçluluk duygusunun ama tanımlaması zor karmakarışık bir yerdeydi benim için.
“Yas sürecinde kozama kapanıp geçmesini bekleyebileceğim bir konumda değildim”
Sanırım pek çoğumuzda bir şekilde bu düşünce yer etti, birilerine, bir şeylere dair. Peki, üzüntü, hüzün, anımsatıcılardan bahsettin. Bunlardan biraz daha bahsedebilir misin? Yasının diğer evresine seni taşıyan neydi?
Başta her şey ama her şey bana onları hatırlattı ve hepsi beni ayrı ayrı yıktı. Her bir anımsatıcı o gün yemek yiyemememin ya da başka bir deyimle pes etmek istememin nedeni oldu. Barışmaktan bahsettim az önce, affetmekten. Aslında ben annemle babamla değil bu anımsatıcılarla barıştım sanırım önce. Ve bu sayede o hatırlatıcılar benim bir parçam haline geldi. Onları arar oldum detaylarda. Bu da yas sürecimin diğer evresine taşıdı beni: sahiplenmek. Yasın bir parçam olduğu gerçeğini kucakladıkça, bu hatırlatıcılar bana daha iyi gelmeye başladı. Onların hayatımın bir parçası olduğunu, yanımda ve hep benimle olduklarını hissettirdiler.
Bence bu çok özel. Senin bu konuda ciddi bir çaba harcadığını da gördüm ben tabii arkadaşın olarak. Ama sanırım dışarıdaki insanlar senin yası hayatına yavaşça nasıl dahil ettiğini pek görmedi. Tabii herkesin yası kendine, kimsenin kimseye yas ispatlama zorunluluğu yok. Sen yasının belli bir kısmını dışarıya da yansıttın ve bunun sınırlarını kendine göre belirledin. Ankara’ya anneni babanı arkada bırakıp döndüğünde az önce konuştuğumuz gibi devam eden hayata kızgınlığını da dışarı vurmak için Nevşin Mengü’nün programına çıkıp sakince Antakya’da olan biteni anlattın mesela. Hatırlıyorum pek çok insan çok şaşırmıştı senin ağlamamana orada. Sonra zaten hiç durmadın, benim nacizane gözlemim elinden geldiğince sesini duyurmaya çalıştın. Hem senin hem de başkalarının sesini duymaları için çaba sarf ettin. Bundan kısa bir süre sonra da hayatın olağan akışıyla yasın iç içe girdi zaten. Güldün, ağladın, bağırdın, inine çekildin, bambaşka duyguları bir arada deneyimledin. Bildiğimiz yas gibi değildi senin yas sürecin tabii bu nedenle. Yasın bilinen ana duygusu üzüntü ve hüzün çünkü, gülmek eğlenmek pek dahil edilmez. Oysa sen dedin, yas oradaydı hep diye. Bu konuda, yasını yaşama şeklin ile ilgili ne düşünüyorsun?
Sanırım benim için bunun nedeni biraz da en başta duygularıma ayıracak vaktim olmaması oldu… hiç. Hatta çok uzun bir süre... Yas sürecinde kozama kapanıp geçmesini bekleyebileceğim bir konumda değildim. Ailemden geriye kalan teyzem var, o da her şeyini kaybetmiş, onunla ilgilenmem lazım; e ben kaldım, benim devam etmem lazım... Para sanırım var ama yok... Ev gitti, araba nerede, ailemin birikimi var mı, duruyor mu onu bile bilmiyordum. Ve bütün bunlarla birlikte bürokrasiyle de tek tek her gün aktif olarak uğraştım, pek çok deprem mağduru gibi. Şehir zaten yok olmuş, benim durumuma benzer durumlarda olan pek çok insan vardı ve dayanışıp birbirimizin sesini duyurmaya çalıştık sürekli. Bu yüzden durup ‘bir saniye ya benim acım var da keme çekilmem lazım diyemedim o sırada. Ama içimde karşı koyamadığım bir his var, beni etkisi altına alıyor günbegün, devam etmemi engelliyor. Ben ona bakmadıkça o beni ele geçiriyor gibiydi sanki… Bununla başa çıkabilmek için belki de o zaman ben bunu kendi tarzıma yedirmeliyim dedim sanırım. Bu sayede içimden geleni yapmaya başladım zaten. Madem yası yaşayan benim, e herkesin yası kendine, ben de yasımı kendime döndürdüm. Birlikte evrildik. Ben duygularımı dışarıda yaşama yolunu seçtim, ağlamamı da saklamadım, gülüşmelerimi de, mücadelemi de. Tabii etrafımdan tepki gördüğüm de oldu yer yer. Bazıları çok can acıtıcıydı. Mesela kayıp durumlarından dolayı annemle babamın hesaplarına erişemeyince hem kendi sorunumu hem de bu durumda olan başka insanlar adına bunu sesli konuşmaya başladım. Bunu benim önüme ‘belli ki anneni babanı çok sevmemişsin de para derdine düşmüşsün deyip getirmeye çalışanlar oldu. Başlarda çok acıttı hepsi beni ama sonra bizim kendimizi bazı insanlara ne yaparsak yapalım anlatamayacağımızı idrak ettim. Çünkü hiç konuşmayıp köşesine çekilen de ayrı bir tepkiyle karşılaşıyordu. Maalesef insanların gösterdiği tepkilerin türlü türlü örneğini çevremde gördüm sanırım. “Yardımları suiistimal ediyorsunuz!” diyen mi dersin, “Ee demek ki o kadar kötü değilmiş durumunuz arkadaşlarınla eğlenebildiğine göre” diye yorumlarda bulunanlar mı... Kulağımı kapatıp ben de böyleyim, yasımı kapalı kapılar ardında değil dışarıda yaşamak istiyorum demeyi tercih ettim. Bence garipseyenlerin birçoğu da bir yerden sonra bunun bana iyi gelen yol olduğunu görmeye başladı. Nasıl ki her gemi her denize göre değilse her yas da herkese göre değil, zamanla öğreniyoruz bence biz de.
Senin de bahsettiğin gibi bilerek veya bilmeyerek insanların seni yıprattığına da şahit olduk, kendini açıklama gereği hissettiğin anlara da... Bu da beni son soruma getiriyor, seni tanıyan ve tanımayan insanlardan ne görseydin bu süreci daha kolay atlatırdın sence?
Sorunu ikiye bölüyorum, beni bireysel olarak tanıyan, geçmişim olan insanlarla depremden sonra hayatıma girenler olarak. Beni tanıyan insanlar “Yiğit” yöntemini çok hızlı benimsedi ama arada bir de geleneksel yas tutmaya dönmek isteyebileceğimi anlamadı bazen sanırım. Benim hayatı durdurmaya, sadece onlardan söz etmeye de ihtiyacım var bazen, bunu daha kolay anlamalarını isterdim, istiyorum. Tanımayanlara gelince ise, bu süreçte tanıdığım ve çok büyük destek gördüğüm pek çok insan oldu... Buna hala şaşırıyorum ve çok minnettarım da. Ama ne görsem çok daha iyi gelirdi bana sorusuna gelince... Bu benim deneyimim, takip edersen benim deneyimime şahit olacaksın muhtemelen, doğru. Ama bu kimsenin de beni kendi bireysel deneyimlerine maruz bırakabileceği anlamına gelmemeli. Ben eğer onları takip ediyorsam veya soruyorsam maruz kalmalıyım. Ama zaman zaman bunun böyle olmadığı, benim hislerim önemsenmeden bana direkt kendi deneyimlerini aktaranlar oldu. Ya da bir konu benim rahat alanım mı ben onu konuşmak ister miyim diye sormadan benimle yaşadıklarıma dair konuşmak isteyenler… Kısacası, acısını sormaksızın bana akıtan, benim rahat alanlarımı sormadan benimle bir şeyleri konuşmaya çalışan ve beni vicdan rahatlatma aracına döndürmeye çalışanlar olmasaydı daha kolay olurdu gibi.
“Antakya dediğimde benim aklıma şehir değil gerçekten de çocukluğum geliyor”
Yiğit, her şeyi çok güzel özetledin, sanıyorum insanlar da senin neler yaşadığını çok iyi anlamıştır bu anlattıklarından sonra. Konuşmamızın sonuna gelirken sana, kaybettiğimiz şehrimize dair bir şey sormak istiyorum. Doğduğumuz ve büyüdüğümüz yer bizi tanımlayan en önemli parçalardan bir tanesiydi. Hatta pek çoğumuzun hayallerinde dışarıda biraz çalışıp şehre geri dönmek de vardı. Şimdi şehirden geriye pek az şey kaldı… Birçoğunu kaybettik. Şehri yeniden inşa edeceğimize ben inansam da aynı bir insanı kaybetmek gibi insan çocukluğunu kaybetmiş gibi hissediyor tabii evini kaybedince. Bu nasıl bir yas senin için? Antakya’ya yasını nasıl yaşıyorsun?
Antakya dediğimde benim aklıma şehir değil gerçekten de çocukluğum geliyor. Çocukluğumu kaybetmek bugünkü benliğimden de bazı parçaları eksiltti. Ama bunun da dışında, büyüdükçe daha da çok anladığım bir şey vardı ki o da doğduğum, büyüdüğüm yerin gerçekten de cennetten bir parça olduğu. Babam hep derdi de pek anlamazdım o zamanlar, kaybedince daha iyi anlıyormuş tabii insan. Cennetten kovulmuşuz gibi şimdi de, öyle yanıyor canımız. Anılarımızı diri tutmaya çalışıyoruz ki bir gün bu cenneti yeniden hissedelim, hissedebilelim. Bundan olsa gerek Antakya’ya yasım daha agresif, belki geri getirebileceğime inandığım içindir ama oraya dair yapmak istediklerim var. Çoğumuz bağlarımız zayıflamasın, daha da güçlensin diye depremden sonra sanki daha çok gider, gitmek ister olduk. Bir şeyler yapmak istiyoruz... Beni artık ayakta tutan şeylerden bir tanesi bir gün eve, evime tekrar dönebilmek; hatıralarımdaki Antakya'yı yaşatabilmek, bu Antakya'nın içinde annemi, babamı, Eylem Ablamı, Fida’yı, arkadaşlarımı anabileceğim bir alan yaratmak...
Ne güzel özetledin Yiğit.. Şehre yas tutulacağını anlamayan çok insan oldu gerçekten. Beni de çok yaraladı bu durum ve kendimi anlaşılamamış hissettim pek çok zaman. Benimle kendi sürecini bütün içtenliğiyle paylaştığın her şey için teşekkür ederim.
***
Bizim Yiğit’le konuşmamız son buldu. Tabii bu ne ilkiydi ne de muhtemelen sonuncusu olacak. Ama ilk kez yasımızı bu kadar açıkça konuşma fırsatı bulduk sanıyorum. İtiraf etmeliyim, yası kelimelere dökmek bu zamana kadar yaptığım en zor işlerden biri oldu. Bu konuşmaya hazırlanırken pek çok araştırma okudum, hatırı sayılır sayıda podcast dinledim. Tahmin edeceğiniz üzere hiçbirinde yası bir sabah uyanıp unutmamızı sağlayan bir iksir veya acıyı azaltan sihirli bir değnek bulamadım. Ama çok güzel ve çok da doğru bir cümleye denk geldim, sizinle de paylaşmak isterim:
“Yas soğuk ve tuhaf bir duygu ve hal içinde olmak. Karşısında pek çaresiziz. Kendi isteğimizle açılan bir pencere değil, odayı aniden soğutuyor, çöl sıcağında olsak da buz kesip titremekten başka bir şey yapamıyoruz. O pencere her seferinde biraz daha, biraz daha açılıyor. Ve biz bir gün ona karşı başımız dik, yüzümüzü dönüyoruz, donmaktan korkmadan.” Arthur Golden
Yiğit’le konuşurken bir ara bana “Aslında hayat çekilesi bir yer değil de yasımı yanıma almış olmam onu çekilir kılıyor” demişti. Arthur Golden’ın cümlesi de bana bunu hatırlattı. Yası yaşamanın ne tek bir formülü var ne de birden yok etmenin bir reçetesi… Bence ne kadar cesur olur ve ona yüzümüzü dönersek, yüzleşmeye korkmadan yanımıza almaya cesaret edersek yas o kadar izin veriyor yolumuza devam etmemize. O da bize kucak açıyor.
Bu röportaja başlarken amacımız herkesin deprem sonrası hayatı devam ettirme tecrübesinin ne kadar farklı olduğundan bir parça sunabilmekti. Bunu başarabildik mi bilmiyorum ama bu da Yiğit’in ve onun aracılığıyla da benim deprem sonrası yasımıza tutunuş hikayemizden bir kesit olmuş olsun. Okuduğunuz için teşekkür ederiz…
"6 Mayıs 2023'te Nehna’nın Antakya Kadınlar Koluyla düzenlediği kermeste Yiğit Torun ve Ece Ray"