top of page

Hakikat ile Düş Arasında ‘Geri Dönmek’

Nidal Kar

(burada doğduk, burada öleceğiz, geri döneceğiz..)


Antakya’nın yaşadığı tarifsiz yıkımın ardından 9 ayı geride bıraktık. Şehir, yaralarını sarmak bir yana, depremin ilk anlarından daha kötü durumda. Bitmek tükenmek bilmeyen yıkımlar, kapanan yollar, çözül(e)meyen altyapı sorunları, toplama kampı hissi uyandıran konteyner kentler ve yüzlerce derme çatma iş yeri görüntüsüyle tüm zarafetini yitirmiş bir kentle baş başayız. Semalardan eksik olmayan toz bulutları, 6 Şubat gecesinin yarattığı hüzün gibi dolaşıyor üzerimizde. Enkaz kaldırma çalışmalarıyla kent merkezinde oluşan devasa boş alanlar, içimizde büyüyen boşluğu tariflercesine genişliyor.


Bir insanın, belki de yaşamına sığdıramayacağı kadar sayıda trajik ölüm öyküsüne birkaç gün içinde tanık olmak ve bu öykülere eşini, dostunu, ailesini kurban vermek, Antakyalıların ruhunda onarılmaz gedikler açtı. Bu korkunç yük yetmiyormuş gibi, kadim kentin yok oluşuna tanıklık etmek gibi ağır bir hakikatin altında ezilen, eski neşesini yitirmiş bir toplum olarak yaşamımızı sürdürmeye çalışıyoruz.


Tüm bu olumsuzluğa rağmen, deprem sonrası yaşanan zorunlu göçün ana teması ‘geri dönüş’ olmuştu. Depremin hemen ardından yerel kaynaklara göre 1 milyon 700 binlik nüfusta 650 bini aşkın insan kenti terk etti.[1] Temel yaşamsal fonksiyonların bile sürdürülemediği kentten ilk haftada çıkanlardan biri de bendim. Ailemle Ankara’ya yaptığımız yolculuğun ardından, Antakya’dan ayrı kalmanın getirdiği suçluluk duygusu dayanılmaz bir hal aldı ve bizi bir hafta içinde geri dönüşe sürükledi. Henüz barınacak bir yere bile sahip değilken bir bilinmeze yapılan bu geri dönüş yolculuğunda elbette yalnız değildik. İlk şokun atlatılmasıyla beraber, daha çok genç nüfusun başını çektiği, kenti sahiplenme arzusunun kamçıladığı sınırlı bir geri dönüş hareketi yaşandı. Kalmakta ısrar etmek beraberinde sayısız olumsuzluğu getirecekti elbet. Zorlu hava şartlarında çadırda barınmak ve sayısı binleri bulan artçı depremlere alışmaya çalışmak, kısa sürede göç düşüncesini değişmez tartışma konumuz haline getirmişti. Afet koşullarına henüz yeni yeni alışmaya çalışırken 20 Şubat akşamı yaşanan 6.4’lük Hatay depremi ve onu takip eden 32 büyük artçı[2], dayanılmaz koşullara direnen binlerce insanı daha göç etmeye ikna etti.


Gidenler, kente dair sevgilerini haykırmak adına yıkık duvarları geri dönüş sözleriyle süslediler. Basında yer alan haberler, yerel kaynakların açıklamaları ve sosyal medyanın gündemine oturan beyanlarla Antakyalıların kentlerine olan bağlılıkları tüm ülkenin dikkatini çekti. ‘Geri dönüş’ artık sadece gidenlerin değil, halihazırda farklı kentlerde yaşayan Antakyalıların da gündemi olmuştu. Belki de, şehrimizi kaybetmiş olmayı kabullenememenin bir dışavurumu olarak geri dönmeye ve kentimizi yeniden kurmaya odaklanmıştık.


Lakin bunca zaman sonra gelinen noktada, tersine göç hayallerinin bulanıklaştığını görüyoruz. Dönmek isteyenlerden ziyade hiç gitmemiş olanların bile barınma sorunlarını kendi imkanlarıyla çözdüğü, maddi imkanı olmayanların insani koşullardan yoksun halde yaşamaya çalıştığı bir ortamda geri dönmek sahiden mümkün mü?


Sebebi savaşlar, afetler veya ekonomik sorunlar da olsa göç olgusu, çoğunlukla kalıcı ve öğrenilen bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Göç eden, gittiği yere tutunmaya çalıştıkça geldiği yerden uzaklaşıyor. Göç kararının doğası gereği, geldiği yerde yapamadığını/bulamadığını gittiği yerde yapma/bulma uğraşı, esasen kişinin geldiği yerden daimi kopuşunun temelini hazırlıyor. Kısmen başarılı olduğu düşünülen bir göç eylemi, hızlıca yakın çevre-aile-arkadaş üçgeninde örnek hale gelip çekici bir unsura dönüşüyor. Gidilen yerin imkanları, kısa süre içinde yeni insanların da göç kararını tetikliyor. Böylece, büyük göçlerin ardından düşük yoğunluklu da olsa göç olgusunun yıllar boyu sürebildiğini görüyoruz. Duygular çoğu zaman, yaşam koşullarına yenik düşüyor.


Göç sonrası geri dönüşlerin kolay olamadığı hakikatinin de ötesinde, artık yüz binler için ne geri dönebilecekleri bir ev ne de geri dönebilecekleri bir iş kaldı. Şehir genelinde 90 bine yakın[3] bina yıkık veya ağır hasarlıyken, yerel ekonominin ana arterlerinden olan küçük sanayi sitesindeki 2 bin iş yerinin 1700’ü ağır hasar aldı[4]. Barınma sorunu olmayanlar için de caydırı birçok etken var: Çevre kirliliği insan sağlığını tehdit edecek boyutta, şebeke sularının kullanımı halen riskli, hiçbir hastanede tam teşekküllü sağlık hizmeti yok, çocuklar için güvenli oyun alanları yok, eğitim alanları güvensiz, sosyalleşme alanları kısıtlı, birçok bölgede kültür sanat faaliyetleri askıda, güvenli gıdaya erişim zor, iş imkanları sektörel bazda sınırlı, güvenli konut sayısı çok az, yeni imar planları belirsiz... Yazdıkça uzayıp giden bu şartlar altında, bir kenti çok sevmek geri dönmek için yeterli koşul olabilir mi gerçekten?


Bu insani koşulların elbet bir gün normalleşeceğini düşünelim; Antakyalıların kent hafızasını oluşturan mekanlar aslına uygun inşa edilmeden, tarihe tanıklık etmiş caddeler korunmadan Antakya’da yaşama ısrarının bir kalıcılığı olur mu? Uzun Çarşı’nın, Saray Caddesi’nin, Kurtuluş’un, Kiliselerin, Habib-i Neccar’ın, Affan Sokakları’nın, Meclis binasının olmadığı bir Antakya, geri dönüşün simgesi olabilir mi?


Resmi kurumların insafına bırakılamayacak kadar tarihi bir dönemecin eşiğindeyiz. Hiçbir ayrım gözetmeksizin, kentin çok kültürlü yapısına paralel örgütlenecek çalıştaylar/platformlar bize yol gösterebilir. Deprem riskinin her daim var olacağını bildiğimiz bu kentte yeniden inşanın bilimsel yükünü mimarların, mühendislerin ve şehir planlayıcılarının üstlendiği, sosyal-kültürel yükünü meslek örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının ve elbette bu kente gönül vermiş bireylerin üstlendiği devasa bir düşünsel ortaklığın zorlanmasına mecburuz.


Geri dönüş ihtimalini gerçek kılmak; Antakya’nın insanca yaşanılabilir bir kent olmasını ve çok kültürlü tarihi mirasın korunarak inşa edilmesini sağlamakla mümkün olacaktır. Sivil toplum olarak bu yönde bir basınç oluşturamazsak, kişiliğimizin yapı taşlarını oluşturan o eşsiz kent kültürü sadece bir hatıra olarak hafızamızda kalır. Antakya hiçbirimizin tanımadığı yeni bir kente dönüşebilir. Peki artık tanıyamadığımız bir kente dönmek, gerçekten geri dönmek midir?


Bu platformun kendine ait resmi bir görüşü yoktur. Bu oluşum içerisinde yer alan tüm yazılar yazarların şahsi görüşüdür.  Okuduğunuz bu yazının yayın hakları nehna.org’a aittir, ilkelerimiz gereğince sitemizdeki yazıların paylaşılmasında bir sakınca görmüyoruz. Ancak paylaşım yapılırken evrensel basın ilkelerine riayet edilmesi, yazının ilk olarak nehna.org sitesinde yayınlandığına ilişkin ibare bulunması ve yazarın isminin anılması hususlarına dikkat edilmesini önemsiyoruz.

bottom of page