Evvel Temmuz, yani Temmuz’un başlangıcı, miladi takvimde Temmuz’un 14. günü. Kadim geleneğe yaslanan bu bayram, ekinlerin ve hasadın koruyucusu olarak görülen Tammus’a kurbanlar adanan, berekete, üretime, yeniden doğuşa şükretme dönemi. Arap Alevilerin ve Hıristiyanların kutladığı bu bayramın çok uzun bir geçmişi olsa da, Samandağ’da Samandağ Kalkındırma Derneği ile Akdeniz Kültür ve Dayanışma Derneği’nin düzenlediği Evvel Temmuz Festivali’nin bu sene 23.’sü kutlanıyor. 2001’de resmileşen bu festivalin 80’lerin sonuna, dönemin gençlik hareketine, 12 Eylül faşizmine direnişe, yükselen bir kimlik mücadelesine uzanan bir de “gayriresmi” tarihi var. Bu tarihi, bu sürecin en başından beri aktörlerinden biri olan Tarık Oruç’la konuştuk.
Röportaj: Emre Can Dağlıoğlu
Evvel Temmuz Festivali, 23. yıldır kesintisiz devam eden bir festival ama 1980’lerin sonundan itibaren nihayetinde festivale dönüşmesini sağlayan bir mücadele geçmişi de var. Arap Alevilerin bu bayramını daha kitlesel biçimde kutlama kararı nasıl gelişti?
Samandağ’da farklı kimliklerin biraradalığını, o biraradalığın yarattığı dinamizmi, komşuluk ilişkilerini, dayanışma ilişkilerini, koruma ilişkilerini, çoğunluğa, muktedire karşı azınlığın azınlığınının azınlığını kollama ilişkilerini bilirsiniz. Bu doğalından gelişen bir ilişkiler bütünü. 12 Eylül Darbesi’nin kapkaranlık ortamına rağmen sürdürülen bir bütün. Darbenin öncesinde de Samandağ’da çok canlı bir gençlik hareketi vardı. Kendisine “devrimciyim, sosyalistim” demeyen, örgütlü olmayan neredeyse kimse yoktu. Bizi motive eden de sanırım darbenin yarattığı kaos ortamını geçmişten gelen dayanışma, eğlenme, kendini var etme ve iyileşmeyle delmek oldu. Yani, darbe sonrası bir araya gelmeye çalışan gençliğe Evvel Temmuz zamanında birlikte türbelere giden, adaklar adayan, Paskalya’da birlikte kiliseye giden halkların dayanışması örnek oldu.
Aslında adı 68 ve 78 kuşağı gibi sıklıkla anılmıyor olsa da 88’de yükselen bir gençlik hareketinin ortaya koyduğu bir hareketten bahsediyoruz, değil mi?
O sırada, üniversitede gençlik hareketi diplerdeydi. 12 Eylül yenilgisini yaşayamayan ama bunu sorgulayan gençler olarak 88’de yeni üniversiteye girmiştik. Ortaya yeniden bir direniş biçimi çıkmıştı aslında, daha önce bilinmeyeni bilmeye ve konuşulmayanı konuşmaya yönelik bir istek vardı bizde. Samandağ, şimdiki adıyla Defne, Antakya ve Serinyol’da böyle bir süreç başlamıştı. Adana, Tarsus, Mersin’de Arap mahallelerindeki emek hareketleriyle iç içe geçen bir hareketlenme. Bu ortamda biz birkaç genç Samandağ’da Halkevi kurmaya karar verdik. Bugünkü Halkevleri’nden bahsetmiyorum, o dönem yaygın kullanılan bir isimdi. Tüm sol Halkevi kuruyor, orada örgütleniyordu.
Tarık Oruç
Kimlerle kurdunuz Samandağ Halkevi’ni?
Ankara’da Eğitim Fakültesi’nde Zihni Berrak vardı, Samandağlı. Necati Bulut vardı, Mustafa Kemal Yüksekokulu’nda okuyordu. Mustafa Kemal, o zaman daha üniversite değildi, Çukurova Üniversitesi’ne bağlıydı. Çukurova’da benimle birlikte tıp okuyan İshak Oruç vardı. Şimdi yurtdışında yaşayan Tevfik Hüzmeli ve 92’de talihsiz bir kazada yitirdiğimiz Tahsin Kahlioğulları. Burdur’da okuyan Mehmet Latifeci vardı. 95’te Samandağ’da öldürüldü. Sadece bununla sınırlı değil elbette, 12 Eylül öncesinden de her gruptan arkadaşlar vardı.
Nasıl başladı Samandağ’daki Halkevi?
O dönem için çok konuşulurdu 12 Eylül’ün gençliği apolitize etmeye çalıştığı. Bütün toplumu etmişti aslında. Biz de bu siyasete karşı bir alternatif üretmemiz gerektiğini düşünüyorduk. Üç F’ye, yani futbol, fuhuş ve fiestaya karşı alternatif. O yüzden insanlar “doğru müzik dinlemeli” diyerek ilk olarak konser düzenlemek istedik. Her şeyi organize ettik. Ben de bilet satışı yaptım. 88 yazında Sadık Gürbüz’ü getirdik Samandağ’a, Halkevi’nin kuruluş gecesine. Çarşı’da Hükümet Konağı’nın karşısındaki düğün salonunda yapacağız konseri. 800-1000 kişilik bir salon. Bilet satışı yapıyorduk öncesinde Samandağ’da. İnsanlar bize bakmadan “Tamam, paranızı alın ama bize bilet vermeyin” diye yanımızdan geçiyordu. “Gençler yapmayın” diyorlardı, acayip bir korku vardı. İnsanlar 12 Eylül öncesine dönmek istemiyorlar, inanılmaz bir korku iklimi hakim. Sadık Gürbüz’ün konserin sonunda bağlamayı tek eliyle kaldırışını ve orada kopan alkışı asla unutmam. Bir de “sadece konser olmasın, etkinliği biraz renklendirelim” demiştik. Orada da sessiz oynanan bir tiyatro oyunu oynanmıştı. Bir hafta içinde hazırlanmıştık o oyuna da. Çok acayip bir etki yarattı. Bu geceyi organize ettikten sonra Samandağ’dan Antakya’ya, oradan Adana’ya, Mersin’e, Tarsus’a acayip bir etki alanımız oluştu.
Bu etki alanı Evvel Temmuz Bayramı’yla nasıl bir araya geldi?
Deniz’deki Hıdır Ziyareti’ne zaten bayram zamanında otobüsler gelir, turlar yapılır. Adaklar alınır, orada yatılırdı. Burada dayanışma kültürü görmeye başladık. Bir de dünyadaki iklim de etkiliyor. Yeni dünya düzeni aslında toplumları atomize ediyordu. Globalleşmeyle birlikte atomize olma durumu da vardı. Biz tam da oradan yakalamaya çalıştık. “Toplum ne yaşıyorsa oraya gidelim” dedik.
Yeni bir mücadele arayışı da doğdu.
Evet, 12 Eylül’de yaşanan yenilgi, bu yenilginin özeleştirisi arayışı ve aynı zamanda Filistin kurtuluş mücadelesine verilen desteğin imkanlarının azalmaya başlamasıyla, bu yenilgiyi yaşamamış gençler olarak her şeyi yeniden düşünmeye başladık. Toplu bir şekilde canlanmak, umut dünyasını var etmek için yollar aradık. Ama halkın kendisi bize bunu öğretiyordu zaten. İnsanlar siyasi iklimin tüm ağırlığına rağmen kitleler halinde ziyarete gelmeye devam ediyorlar, halklar bayramı hep birlikte kutluyorlar. Mesela, Tarsus’tan beş otobüs insan gelirken, şimdi bir otobüs insan geliyordu. 12 Eylül’den sonra kalabalık gözükmemeye çalışıyorlardı ama geliyorlardı. O zaman bunu sağlayan şey ne? Bu insanlar neden ziyarete akın ediyorlar? Bizim tarihimiz ne? Bu gibi sorular etrafında tartışmaya başladık. Bir yandan da Halkevi’nin açılışından sonra biz de vitesi yükselttik. İstanbul’un politik gündemini aynen yansıtıyorduk. Orada yapılan eylemler, aynı zamanda Samandağ’da, Çukurova’da da oluyordu. Ama bunu halka taşımak da istiyorduk. Biz de içlerine karışmaya başladık. Halkın kanaat önderleriyle görüşmeye başladık, şıhlarla, papazlarla. Çoğu görüşmek istemiyordu ama biz yine de önemli bir kısmıyla görüştük. Her görüşmemiz şu telkinle sonuçlanırdı: “Köprüyü geçene kadar…” Çok bilinen devamı gelmiyordu bu sözün. “Köprüyü geçene kadar” diyorlardı, “bizim felsefemiz bu”. “Yoksa burada hiçbirimiz duramazdık.” Bu görüşmeler bizi tarihsel olarak bilinçlendirdi. Hatay meselesine kafa yorduk, Arap Alevilerden Cemil Hayek’i ve isyanını araştırdık. Ermeni Soykırımı’nı öğrendik mesela, bu topraklardaki, Musa Dağ’daki direnişi. Musa Dağ’da Kırk Gün romanı Türkçe yayınlandıktan sonra en az bir baskıyı sadece Samandağlılar yaptırmış olabilir bu sayede. Bu direniş hikayeleri, itekleyici güç oldu bize. “Öğrendiğimiz bu direniş ve dayanışma kültürünün neresinden tutabiliriz?” diye tartışırken, fark ettik ki, insanlar zaten bu ritüelleri sürdürerek bahsettiğimiz umut dünyasını belki de arkeolojik bir temele yaslanarak kuruyor. O yüzden, onların yanına gitmeye karar verdik. Ama sonuçta bahsettiğimiz şey din. “Bu sistemin gerici yanlarını törpüleyeceğiz ve ilerici yanlarını öne çıkaracağız” dedik.
Mücadeleyi halkın içinden kurma arayışı bir anlamda 12 Eylül öncesi solun mirası ve eleştirisi aslında.
Bu bizim 13 Eylül’den itibaren tartışmaya başladığımız bir şey. O dönem böyle bir mücadeleyi vermek de öyle basit değildi. Bedeli çok ağırdı. Elinizde yasal olarak çıkan bir tane dergi görüldüğü an birkaç gün işkence görüyordunuz. Ama ciddi ciddi 12 Eylül’den çıkardığımız derslerle hareket edeceksek, bu baskıya yenilmeyecek bir şey, bir direniş çizgisi nasıl ortaya çıkar? Esas soru buydu. Dolayısıyla üniversite hareketinde de başka bir şey yapmaya çalışıyorduk. Biraz önce anlattığım gibi bilinçlendik. Halkın korkusunu ve benimsemeyeceği bir şeyi yapmayacağını anladık. Bizim bir önceki kuşaktan öğrendiğimiz yöntemlerin o dönem için bir karşılığı yoktu.
O dönem Kürt hareketiyle birlikte yükselen bir kimlik meselesi de var.
Kürt hareketinin öğreticiliği asla yadsınamaz zaten. Bunu görmek gerekiyor. Kürt halkının hareketle kurduğu ilişki onu bugüne kadar taşıdı ve biz oradan çok şey öğrendik. Zaten o gün de bunu söylüyorduk. Çukurova’ya baktığımızda ise Çukobirlik’teki Arap işçilerle vakit geçirdiğimizde Arapça bile konuşamıyorlardı. 12 Eylül’ün korkusu çok hakimdi. Biz de bunları ortaokulda ve lisede yaşadık. Bu yasakları da sorgulamaya başladık. Şunu da eklemem gerekiyor, bahsettiğimiz dönem tam da reel sosyalizmin çözüldüğü ana denk geliyor. 12 Eylül yenilgisini konuşurken, daha büyük bir hareketin çöküşüyle biraz iş başa düştü gibi oldu. Dolayısıyla, bizi itekleyen şeyler sosyalizmin yenilgilerini sorgulama, Kürt hareketinin direnişi ve halktaki eğilimleri gözlemlemek oldu. Ama ben zaten devrimciliğin esasının bu olduğunu düşünüyorum. Zaten halktan öğrenmeyeceksek, işçiden öğrenmeyeceksek, kadın hareketinden öğrenmeyeceksek, ekolojik hareketten öğrenmeyeceksek, biz kimiz?
Tarihteki direniş ve dayanışmanın devrimci hareketin bileşimiyle tartışılmasından doğan bir fikir.
Evet, bu perspektiften Antakya’nın tarihine ve bugününe bakmak bizi başka bir noktaya götürdü. Antakya’nın ekonomisiyle, coğrafyasıyla, tarihiyle, bürokrasisiyle kendine özgü ve özel bir hali var. Dersim gibi diyebiliriz. Dersim nasıl bütün katliamlara bir şekilde direnmeyi sürdürüyorsa, Antakya da öyle farklı. Bu gözle yakın tarihteki devrimci harekete bakınca, hangi akımın daha etkili olduğunu anlamaya çalışınca şunu gördük. Arap Aleviler arasındaki Kleziler ve Haydriler farklılaşması sosyalist harekete yönelimi de etkilemiş. Kleziler neredeyse tamamen Acilcilere katılırken, Haydriler içinde her türlü hareket yer bulmuş kendine. Asi Nehri’nin kenarından Serinyol’a bakıyorsun, Harbiye, Akdere, Tavuklu, devrimci hareketler bu farklılaşmaya göre örgütlenmişler. Devrimci hareketler için bu belirleyici olmuş. Ama sosyalizm bundan farklı bir şeydi. Yani, inanç farklılığı hizipleşmeye yataklık etmiş. Bir de üstüne 12 Eylül gelince, baktık şıhlar, papazlar, tüm din adamları devletine, askerine, vatanına şükretmeye başladı ritüeller sırasında. Yani, rejim hızla buralara da nüfuz etmeye başladı. Bu hizipleşmenin ve asimilasyon çabasının yarattığı zaaflardan arınmamız gerektiğini düşündük. Ve halka bu yüzden eşlik etmemiz gerektiğine karar verdik. Devrimcilik böyle bir şey bence. Topluma rağmen, toplum adına davranmak değil. Zaten yapamazsın, yapamadığımızı da gördük. Dolayısıyla, bütün bu ritüelleri bütün halleriyle yaşayalım ama onlara eşlik ederken onların zaaflarıyla yüzleştirebilelim de istedik. Bunu başarmaya çalıştık.
Kimliğe dair bir uyanışı da beraberinde getirdi aslında.
12 Eylül’den sonra iyice gizlenerek yapılan ritüellerden bahsediyoruz. Ben hep şunu düşündüm: Niye o kadar gizli oluyor ki? Eğer bunu yaşayamayacaksak, bunu savunamayacaksak, neyi savunacağız? Sonuçta, Evvel Temmuz’da veya başka bayramlarda yaptığın şey, adak adamak, seni doyurana, sana iyi gelene, berekete vefadır, şükretmektir. Bunu da herkesle paylaşarak, dayanışarak yapıyorsun. Herkesin kendi özgünlüğüyle, kendi iç dinamikleriyle ritüellerini yaşamasını savunmak istedik. Zaaflarını kapatmadan, zaaflarının üstünü örtersen yeniliğe kapanırsın. Bu gerçeklik, bizi aslında festivale, tarihle yüzleşmeye, tarihteki direnişleri anmaya, onlardan feyz almaya ve bu temelde yeni direnişler örgütlemeye doğru götürdü.
Toplum buna nasıl tepki verdi?
Tabii ki, toplum birden böyle açılmadı. Halkevi’nin açılmasından itibaren toplum gençlerini tutmaya başladı. Gençler bulaşmasın istediler. Biz de buna karşı inançlararası bir ittifak aramaya başladık. Halktan kopuk olmamak için Arap Alevilerdeki namazlara, salalara katılmaya başladık. Toplumsal siyaset oralarda yürüyordu çünkü. Birkaç arkadaş iyice öğrendiler salaları. Yoğun olarak Harbiye’de, Samandağ’da, Ekinciler’de yapılır bunlar. Biz eşlik etmeye başladık ama halk korkusunu hemen aşamıyor yine de. 89’da Evvel Temmuz Bayramı için toplanan halka eşlik etmeye başladık. Daha sonra “Halkevi’ndeki konseri bu ritüele nasıl dahil ederiz?” diye düşündük. Önce davulla başlamaya karar verdik. 92 veya 93’te ilk kez davulla gittik. Davulcularla konuşulmuştu, ses çıkarmadan, çaktırmadan gidilecek diye. Ama bizim bu kalabalığa karıştığımızı gören polis müdahale etmeye başladı. 2001’de festival resmileşene kadar sürekli arbede yaşandı ama her seferinde daha kalabalık oluyorduk. Bu bizim sayemizde olmadı. Artık halkta da bir şeyleri kırmayı başardık sadece. “Dayak yesen ne olacak ki?” diye düşünmeye başladı herkes, bundan dolayı ceza da yemezsin.
Bu arbede sürecinde neler yaşandı?
Orada sürüye sürüye insanları gözaltına alıyorlardı. Neden? Çünkü yasak. Bir araya gelmek yasak o dönemde. Samandağ’ın politik gündeminin aktörleri sürekli gözaltına alındı, ev basmalar ve cezai süreçler de oldu. Ama şunu eklemem lazım, 12 Eylül öncesinde bir şekilde “devrimciyim” diyen insanların çok hızlı desteğini aldık. Hızlıca etrafımızda kümelendiler. Evvel Temmuz’a katılmaya başladılar bizimle. Yani, bu kalabalık sayesinde 93’te coplayıp birkaç kişiyi gözaltına aldılarsa, 94’te daha azını yapabildiler. Ama yine de 90’ların etkisini unutmamak lazım. Acayip bir ortam yaratmışlardı. Bizim ikinci eylemimizden sonra Samandağ’daki karakol Emniyet Müdürlüğü oldu. Devlet de güvenlik bürokrasisini büyüttü.
Bu süreç, kapatılmış bir kimliğin, Arap Aleviliğin veya Samandağlılığın dönüşmesine neden oldu mu?
Kesinlikle, o kitleselleşme farklı bir şeye yol açtı. O festivaldeki kalabalığa gitmeden önce arada bir şey daha yaşandı. 91’de Kürt hareketiyle kurulan ittifak sonucunda Mevlüt Oruç’u Hatay’dan milletvekili adayı gösterdik. Çok ciddi bir çalışma yaptı. Bahsettiğim o kitlesel havayı yakaladık. İskenderun’dan Kırıkhan’a, Dörtyol’a, her yere gittik. Bazen taşlandık ama etrafımızdan çok destek geldi. 15 bin civarında oy aldık. O ortamda inanılmaz bir şey. Öyle bir çalışma yürüttük. Bu hareketin hafızasında vardır zaten. Kürt illeri dışında böyle bir teveccüh görmüş olması, o dipten gelen, o kendi tarihindeki direniş ruhuyla, kendi dayanışma ruhuyla alakalı. Halkın eşlik ettiğimiz ritüellerini alternatif kültürle buluşturdukça algılar değişmeye başladı.
O dönemde bir yandan Sivas Katliamı, Gazi Katliamı, faili meçhul cinayetler, zorla kaybettirmeler, köy boşaltmalar, Kürtlere siyasi baskılar yaşanıyor. Bir de 95’te arkadaşlarınızdan Mehmet Latifeci öldürülüyor. Tüm bunlar nasıl etkiledi bu süreci?
Sanırım muhalefet zemininde durup da Kürt hareketinin bu alanda belirleyici olduğunu kabul etmeyen kimse yoktur. Bizim hamurumuz da oranın suyunu aldı diye düşünüyorum. 1990’da HEP kurulduğunda, biz “Hep mi hiç mi?” diye bir yazı yazarak o harekete katıldık. Açıktan böyle bir ittifak kurduk TKP-Kıvılcımlı olarak. Hareket olarak tüm Türkiye’deki yapılanmalar girdi bu ittifaka ama zaman içerisinde herkes geri çekilirken biz kaldık. Türk, Alevi ve Arap Alevi kimliği yani ağırlıklı olan bir yapı olarak bu ittifaka girmemizin Kürt hareketi açısından bambaşka bir anlamı vardı. Şimdi katliamlarla birlikte cezalandırılan şey neydi? Kürtlerle buluşmak üzere olan Aleviler. Önce Sivas’ta, sonra Gazi’de. 95’te Latifeci cinayetiyle gördük ki, Güney’e özel bir yapılanması da var devletin. Bunları daha sonraki mahkeme süreçlerinde katillerin itirafları tescilledi. O günkü o gerici dalgayı yürütenler tarafından kararın alındığı mahkeme tutanaklarına da geçti. Demin söylediğim o direniş odaklarının birbirini çağırması, ittifakı geliştirmesi bunu getirdi. Ama biz buna karşı direnmeye ve evimizi korumaya çalıştık. Sivas Katliamı’na rağmen ittifakta durduk. Gazi Katliamı’na rağmen durduk. Latifeci cinayetine rağmen durduk. Bu anlamda, doğru bir tutum alabildiğimize inanıyorum. Eksiklerimiz elbette ki oldu. Dünyanın yaşadığı değişimler, buna aracılık eden bir sürü yenilik o kadar güçlü saldırıyorken biz buna ayak uyduramadık. O gün düğün salonunda yaptığımız konserin etkisi bugün yaptığımız şeylerden çok daha büyük. Artık tekrar duygusunu aşamıyoruz. Yanına başka bir şey koymuyoruz. Bizim eşlik ettiğimiz halkın politizasyonu bizden ileride artık. Bunu değiştiremiyoruz ama geçmişte bunu değiştirebiliyorduk. Örneğin, Sivas Katliamı’ndan sonra çok etkili şeyler yaptık. Samandağ’da halk geri adım atmadı. Latifeci cinayetini gündemde tutarak katilleri itirafa zorlayabildik.
Güney Uyanış gazetesinin 16 Ağustos 1994'te çıkan ilk sayısı
Bu sırada 94’ten 97’ye kadar Adana’da yayınlanan Güney Uyanış gazetesini de çıkarıyorsunuz bir yandan.
12 Eylül’den önce de sonra da herkes dergi aracılığıyla örgütleniyordu. Biz burada bir şeyler yapmak istedik. Bizi Uyanış’a götüren şey de oydu. Birebir teması büyütmek istedik. Bizim öğrendiğimiz Cemil Hayek’in direniş hikayesini herkes öğrensin istedik. Gazeteyi dağıtan arkadaşların anlattıklarından hatırlıyorum, insanlar köylerde gazeteyi gerçekten bekliyorlardı. Ürettikçe değiyorduk insanlara gerçekten. Korku iklimini aşmayı başarıyorsun. Gençlerin maceracılığından bahsetmiyorum, öyle bir şey değildi. Biz “HADEP’ten seçime gireceğiz” deyince kimse bize “aferin” demedi. Biz bunu kırmayı başardık. Bu birikim, ÖDP ile Samandağ’da belediye alınmasını ve Hatay’dan iki dönemdir vekil çıkmasını sağladı aslında.
Peki, bu politizasyonu ve dini ritüeli neden konserlerle birleştirmeyi düşündünüz?
İlk konserde, salonda toplanan bin kişi bizi motive etti. Dedik ki, salona bin kişi geliyorsa, buraya muhtemelen birkaç bin kişi gelir. Sonunda öyle de oldu. Festival resmileşince, sanırım 2005’te, Selda Bağcan konserinde tüm Hatay Samandağ’a döküldü. 50-60 bin insandan bahsediyorum. Bütün kuşakları birleştirdi Selda Bağcan. Böyle bir sürü konser çok kalabalık geçti.
Güney Uyanış gazetesinin 16 Temmuz 1995 tarihli sayısında çıkan Evvel Temmuz yazısı
Peki, 2001’de bu organizasyonun resmi bir festivale dönüşmesine nasıl karar verildi?
90’lardaki kabusun finali 99’da Öcalan’ın yakalanması oldu. Memlekette çok acayip bir rüzgar esti. Tüm girişimleri çok sert bastırmaya çalıştı devlet ama çok fazla kalabalık da vardı. 2001’e doğru giderken devletin ilgili kurumları, valilik de dahil, bir nevi çağrı yaptılar. Yasaklanamayacağını, engellenemeyeceğini anladılar ve dediler ki, “bu iş yasal bir şeye evrilsin, izin başvurusunda bulunun.” Ama “HADEP adına başvurursanız olmaz”. O zaman dernekleşmeye karar verdik. Ama bir türlü isim beğendiremedik Dernekler Masası’na. Sonunda arkadaşlar sormuşlar “Neyi beğenirsiniz?” diye. “Siz” demiş, “memleketi kalkındırmak istemiyor musunuz? Kalkındırma ekleyin adına.” O yüzden Samandağ Kalkındırma Derneği oldu derneğin adı. 2002’de AKP’yle farklı bir dönem açılınca, gittikçe de halklaşan şeyin karşılığını almış olduk.
Peki kadınlar bu kitleselleşmenin ve dönüşümün neresindeler?
Arap Alevilerde de Hıristiyanlarda da yaygındır. Kadınlar görünürdür gerçekten. Tüm bu siyasi örgütlenmelerin ve kitlesel eylemlerin içinde kadınlar vardı. Bu da memleketteki tüm feminist akımların bizim coğrafyamızla rahat buluşmasını sağladı. Ama öbür taraftan, şunu da biliyoruz: Arap Alevilerde namazda kadınlar yer almaz. Bunun kendilerince bir sürü açıklaması var. Erkek egemen sistemin içinde sağlanan bu ayrıcalığı da erkekler reddetmiyorlar, gittikçe yozlaştırarak sürdürüyorlar. Hareketteki kadınların eşlik etme isteğini şıhlara taşıdık namaza giden erkekler vasıtasıyla. Ev içi emeği veren, topraktan emek veren kadınların dini bir kılıfla, böyle bir mekanizmayla dışlanmasını hep tartıştık. Ama toplumun gerici taraflarını aşmasını sağlayamazsan, bununla yüzleşmelerini sağlayamazsan, sen de toplum kadar yozlaşırsın. Bu anlamda, topluma yaygın bir şekilde nüfuz ettiğimizi düşünmüyorum. Bunu sağlayamadık. Öbür taraftan, sol örgütlere bakalım. Gericiliğe isyan eden, yozlaşmaya bağıran örgütlerin içinde hala kadınlara yönelik erkek şiddeti veya tacizler görüyoruz. Az buz değil, çok yaygın. Örgütler marifetmiş gibi bunun üstüne gitmiyorlar. Dolayısıyla, kadın hareketinin yeni bir toplumu inşa etmedeki katkısının sol tarafından da tamamen görünmez hale geldiğini düşünüyorum. Bunun çok önemli bir kayıp olduğunu görmek gerekiyor.
Yine aynı sürecin Arap kimliğinin derinleşmesine yol açtığını düşünüyor musun?
Bizim orada çok az insan Arapça okuma-yazma bilir. Öğrenenlerin birçoğu 12 Eylül’den sonra bölgede açılan Kuran kurslarında öğrendi. 1980’den sonra özellikle Samandağ’da acayip yaygınlaşan bir şeydi bu. Bir yandan Arapça konuşmanın üzerine yasaklar gelirken, öbür taraftan insanları camiye çeken bir şekilde topluma nüfuz etmeye çalıştılar. Bir kimlik dilsiz olmaz. Dilin hayatın bütün alanları üzerindeki etkisini biliyoruz. Biz devletin bu hamlesine karşı kafa yorduk. Ama bunu yaygınlaştırmayı beceremedik. Hatta 2015’te Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü kuruldu. Güzel bir başlangıç oldu ama sürdüremedik. Hepimizin hayatta yaşadığı bir zorluk bu dil konusu. O boşluk orada kocaman duruyor.
Peki bu 30 yılı aşkın zamanın muhasebesini yapsan festivalle kat ettiği mesafeyi nasıl görüyorsun?
Evvel Temmuz Festivali, geleneksel bir bayramla ilişkili olarak istikrarlı olarak bu kadar yıl sürdürülen tek etkinlik. Bu bence çok önemli. Bu etkinliğin geçirdiği otuz yılın muhasebesinden önce şöyle bir çağrı yapalım: Bu muhasebeyi hep birlikte yapalım. Bu sürece herkesi katmaya çalıştık. Ama bu birlikteliği sol içerisinde ileriye taşımaktansa, birliktelik darbelenen bir ilişkiye dönüştü gibi hissediyorum. Bu iyi bir şey değil. Zaten son birkaç festivaldir konuşuyoruz. Artık bir değişime ihtiyaç var. Herkes “aslında benim” diyor. Dolayısıyla, şu muhasebeyi onları da katarak yapmak istiyorum. Bu benim için de artık bir görev. Biz halkın festivalini halka rağmen yapmıyoruz. Ne halka ne de katkı sunan hiç kimseye kendimizi dayattığımız yok. Herkesin önerisiyle yaptık, yapmaya çalıştık. Bu kadar değerli bir işi, bu kadar köklü bir işi memleketin tamamında anlatmaya ihtiyacımız var. Yani, eleştiren ya da sahiplenen kim varsa bu tarihin kendisini konuşalım, nereye gideceğimizi konuşalım. Sadece olumlu tarafıyla da bakmıyorum. Bu toplumsallığın özgünlüğüyle, zaaflarıyla, korkularıyla yüzleşelim. Büyüklerimizin deyimiyle “aslını inkar edenden bir şey de çıkmaz.” Hatay’daki mücadele tarihimizi gözden geçirelim. Oradan çok şey çıkacak. Ben şunu da liberal bir tutum olarak görüyorum: “Herkes bir şeyler yapsın.” Herkes bir şeyler yapmasın. Birbirimize karşı sorumluluğumuz var. Bu mücadele tarihimizin ürettiği bir şey.
Son olarak, bu sene depremin yarattığı büyük yıkımın gölgesinde festivalin nasıl bir anlamı var?
Depremle birlikte önce “bu yas ortamında, bu yıkıntı içinde festival yapılabilir mi?” diye konuştuk. Geleneklerimizin içinde eğlenmeyi de bilmek, tadında tutmak mümkündür. Ama zaten bu deprem enkazının altında insanlar gerçek taleplerini, ihtiyaçlarını, özlemlerini ve yarına bakmak açısından umutlarını, arayışlarını bize çok açık, çok çıplak bir şekilde dile getirdiler. Nerede dile getirdiler? O deprem dayanışması anında dile getirdiler. Bu değişimi gören yerden bir festivali kurgulamaya çalıştık aslında. Küresel gerçekliğe de bakarak, ittifaklar kurmanın gerekliliği ortaya çıkmıştı zaten. Şimdi depremle birlikte zaten başka şansımız yok. Yani zulmünü, faşizmin kendi ruhunu, kendi o tırmanma temposunu depremin ilk üç günü devlet olduğu gibi vurguladı. Bütün toplumun gözünün içine baka baka vurguladı. O günler taleplerimizin ne olduğunu da o çığlıklardan çok iyi öğrendik. Buna rağmen, biz kendimizi tekrarda, kendi küçük dünyamızda boğmaya devam ettiğimizde, kendimize de topluma da ihanet etmiş olacağız. Bu deprem, bize de festivale de bunu öğretti.
Öne çıkan görsel: Samandağ’daki Hıdır Ziyareti’nde bir Evvel Temmuz Bayramı