top of page
Ümit Yıldız

Değişen Mitler, Değişmeyen Devlet Aklı-I: AKP Dönemi’nde İstanbullu ve Antakyalı Ortodokslar

Güncelleme tarihi: 14 Kas 2023


“Rum” kelimesi size neyi çağrıştırıyor? Yunanca, İstanbul, Ortodoksluk, Rum mezeleri, Rum müziği, Rum meyhanesi ve konuyla biraz daha ilgiliyseniz ya da direk konunun kalbindeyseniz belki Arapça ve Antakya dediğinizi duyar gibiyim. Tarihle ilgilenenleriniz ya da Rum kimliği özelinde kolektif hafızaya sahip olanlarınız ise, bu etno-kültürel ve dinsel unsurlara bir de cemaatin demografik yapısını kökten değiştiren, devlet eliyle organize edilmiş bir dizi olay ekleyecektir. Buradan hareketle, devlet için “Rum” kimliğinin anlamı sadece etno-kültürel ve dinsel bir kategoriye indirgenebilir mi?


Devlet yönetmeye dair bir akıl yürütme biçimi olarak tanımlanabilecek “devlet aklı”, siyaset felsefesinin tartışmalı konularından biridir. Gündelik hayatı düzenleyen normlara tabi olmayan devlet aklının birincil önceliği, politik gücü konsolide etmektir.[i] Foucault’nun da belirttiği üzere, üstün otoritenin çıkarları, ülkeyi oluşturan bireylerin çıkarlarından ve hatta temel etik prensiplerden önce gelir. Devlet aklı yasalar uyarınca komuta edilmez, yasaları komuta eder.[ii] Bunu yaparken de “milli güvenlik”, “istikrar” ekseninde öngördüğü politikaları meşrulaştırabilmek için birtakım “mitler” üretir.

Mitler, tarihi olayların nüanslarını, karmaşıklığını göz ardı ederek tekdüze anlatılar yaratır.[iii] Ulus-devletleşme sürecinde ivmelenen”, “biz” ve “onlar” arasındaki sınırı belirginleştiren ve “biz” diye tanımlanan grubun haklılığını ispatlama çabasında olan bu mitler, sadece ulus inşa etmek amacıyla kullanılan bir araç değildir. Devlet aklı, güncel politik ihtiyaçlarına cevap verecek ve dolayısıyla kendi politikalarını meşrulaştıracak şekilde bu anlatıları yeniden üretir. Başka bir deyişle tarihin kendi içkin karmaşıklığından yoksun tekdüze anlatısı, devlet aklı aracılığıyla bugünün mitini oluşturur.


Türk resmi tarih yazımının başat “ötekilerinden” Rumlar, devlet aklının ürettiği politikaların sonuçlarını en ağır yaşayan gruplardan biri. Yunanistan-Türkiye arasında imzalanan Mübadele Sözleşmesi, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 Pogromu, 64 Sürgünü cemaatin demografik yapısını geri döndürülemez şekilde değiştiren olaylardan sadece birkaçı. Peki, sayıları -geniş ya da dar anlamıyla- birkaç binlere kadar gerilemiş Rumlar, Türkiye’nin radikal politik değişikliklere tanık olduğu AKP döneminde devlet aklı için ne ifade ediyor? Rumlara ilişkin üretilen mitler neler? Devletin Rum cemaatini dolaylı ya doğrudan ilgilendiren politikaları, cemaatin de facto parçası haline gelmiş Antakyalı Ortodokslar ve İstanbullu Ortodokslar arasındaki ilişkiyi nasıl şekillendiriyor? Her biri ayrı bir araştırmanın konusu olabilecek bu sorulara, bu yazıda genel bir çerçeve çizmeye çalışacağım. İlk bölümde “Türkiye’nin demokratikleşme serüveni” diye adlandırabileceğimiz AKP’nin ilk yıllarına, ikinci bölümde ise hala içinden geçtiğimiz, AKP’nin otoriterleşme sürecine odaklanacağım. Yazının ana dayanağı ise 2020 yılında yazdığım yüksek lisans tezim olacak.

Tezden alıntıladığım mülakatlardaki isimleri, konunun hassasiyeti gereği anonimleştirdim. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, bugün Rum cemaatini oluşturan iki grubu İstanbullu Ortodoks ve Antakyalı Ortodoks olarak sınıflandırdım. Bu iki kimliklendirme biçimini tercih etmemin nedeni ise Antakyalı görüşmecilerim etno-dinsel kimliklerini Rum, Arap, Ortodoks, Antakyalı Ortodoks, Arapça konuşan Rum Ortodoks gibi farklı şekillerde tanımlaması.


Agos, 20.08.2010


Demokratikleşen Türkiye’nin “vitrini” ve Rumlar

AKP’nin 2002’de iktidara gelmesiyle birlikte ivmelenen Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci, ülkedeki gayrimüslimlerin devlet kademesinde ilk defa muhatap alındığı bir dönem oldu. Cumhuriyet’in başından itibaren anayasal vatandaşlık tanımını hiçe sayacak şekilde devlet aklı nezdinde “beşinci kol” olarak görülen ve devletin homojenleştirme politikaları sebebiyle ülke sınırları içindeki varlıkları büyük ölçüde silinen Rumlar, demokratik açılımla birlikte “çokkültürlü Türkiye mozaiği” anlatısının vazgeçilmez bir unsuru haline geldiler.[iv]


Yolların kesiştiği İstanbul’da kültürler, medeniyetler, ırklar, renkler kaynaştı. İstanbul’u yegâne yapan başka bir özelliği de bu şehide camilerin, kiliselerin ve havraların aynı sokak ve mahallede sırt sırta, barış anlayış ve hoşgörü içinde varlıklarını sürdürmeleridir. […] O minarelerden yükselen ezan sesi, çan ve hazan sesini bastırmaz. İstanbul, bir kültür başkenti olduğu kadar hoşgörü başkentidir. […] Sadece İstanbul bile, Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olduğunun, AB’nin tabii üyesi olduğunun somut göstergesidir. […] Ayasofya’yı imar eden İsidoros ve Anthemios’u, Süleymaniye’nin mimarı Sinan’ı, Sultanahmet’in mimarı Sedefkâr Mehmet Ağa’yı […] İstanbul için göz nuru dökmüş tüm sanatçıları hürmetle selamlıyorum.[v]


Erdoğan, 2010’da İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi münasebetiyle yaptığı bu konuşmasında, Türkiye’nin AB’nin doğal bir parçası olduğu savını ülkedeki “birlikte yaşama kültürü” ve “hoşgörü” miti üzerinden temellendiriyor. Bu anlatının, devlet aklı uyarınca, aslında tarihsel bir devamlılığın sonucu olduğunu da dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Bayraktar’ın konuşmasından anlıyoruz:


Osmanlı İmparatorluğu dünyadaki kurulmuş ve belki de kurulabilecek devletler içerisinde en müstesna devlettir. […] Osmanlı İmparatorluğunu büyük, aziz yapan İslam ile şereflenmesidir. Osmanlı Devleti’ni büyük yapan âlicenaplığıdır. Osmanlı Devleti’ni büyük yapan hoşgörüsüdür. Kimsenin dinine, ırkına baskı yapmamış, karışmamış ve dünyaya barış getirmiş, huzur getirmiş.[vi]


Bu anlayış her ne kadar hoşgörü mitiyle hoşgören ve hoşgörülen arasında hiyerarşik kurarak “millet-i mahkume” ve “millet-i hakime” ikiliğini yeniden üretse de dönemin ruhunun cemaat içinde nasıl bir etki yarattığını Niko ve Josef bize şöyle özetliyor:


Eskiden Rumca şarkı söylemek imkansızdı. İm-kan-sız! Düşünsene, bizim ailelerimiz ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ dönemlerini yaşadı, bırak Rumca şarkı söylemeyi. […] Ondan dolayı Rumca şarkı söylemek öyle yabana atılacak bir ‘özgürlük’ değil. […] AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte bir hoşgörü ortamı doğdu ama zaten bunun temelleri hazırdı. Şurada kalmışız kaç kişi. Bunun üzerinde tabii, kolay yani öyle şeyler söylemek. […] Yine de iyi şeyler yapılmadı değil. Örneğin vakıf malları konusunda iyileştirmeler yapıldı. Önemli bu. […] Bugün Grek konseptli restoranlar her yerde. Her yerde sıkıntısız bir şekilde Rumca şarkılar çalıyor. Ama konuyu buna indirgeyebilir miyiz? Bu beni geniş toplumla eşit kılar mı? İşte bunlar zor sorular.[vii] (Niko, İstanbullu Ortodoks)


Rum denilince akla ilk gelen biz [Antakyalı Ortodoks] değiliz belki ama bu olumlu atmosferden bizi de etkilemişti tabii. Bu ülkenin tarihinde ilk sonuçta. Örneğin Patrik Hazretleri bazı organizasyonlara çağırılıyordu. […] Sonuçta birçoğumuz Rum kurumlarında çalışıyoruz. Çocuklarımız Rum okullarında okuyor. Rumları etkileyen şeyler genellikle bizi de direkt etkiliyor yani. […] İnsanların ilgisi de arttı o dönemde. Kiliseleri gezmek isteyen insanların sayısı arttı. Rumlar daha bir tanındı. E, o zaman da biz devreye giriyoruz. İnsanları gezdiriyoruz vs. Önemin artıyor o zaman. […] Vakıf konusunda da bazı olumlu adımlar atıldı. Ekonomik olarak ne kadar güçlüysen, her şey o kadar sürdürülebilir oluyor neticede. Bu da [İstanbullu Ortodokslarla] problemin olsun, olmasın, sana da yansıyor. […] Biz onlara bağımlıyız, onlar da bize. Kaç kişi kaldılar ki? […] Köylerden çok insan geldi İstanbul’a. Rumların kurumlarında iş buldular. Bir de okul mevzusu var. Tabii, çocuğunu Fransız kolejlerinde okutamayanlar Rum okullarını tercih ediyorlar. Sonuçta aynı din. […]  Ha tabii, [AKP] ne kadar samimiymiş, onu bugünden bakınca anlıyorsun. Sana bir şey diyeyim mi? Hıristiyansan, yine de ikinci sınıfsın burada. Osmanlı’dan beri böyle değil mi? Ne değişti ki?[viii] (Josef, Antakyalı Ortodoks)


Devletin bir azınlık grubunun dinsel, dilsel, etnik, kültürel aidiyetlerinin meşru olarak görmesi, o grubu oluşturan bireylerin bundan böyle eşit vatandaşlar olarak kabul edilmesi ve böylece yaşadıkları haksızlıklara karşı bir mücadele alanının açılması anlamına gelmiyor. Niko ve Josef’in de altını çizdiği, “etnik restoranların, hafta sonu festivallerinin, ötekiyle flörtün çokkültürlülüğü” olarak tanımlanabilecek AKP’nin ilk dönemlerinde benimsediği çokkültürlülük anlayışı, Rumların varlığını “demokratikleşen Türkiye’nin vitrini”ne indirgiyor.[ix] Dönemin pozitif havası cemaat içinde heyecan yaratsa da beklentilerin karşılanmadığı açık.


İstanbullu Ortodoksların nüfuslarının azalması sebebiyle kurumlarının geleceğinin tehlikeye girmesine karşın bir çözüm olarak Antakyalı Ortodoksların bu topluluğa de facto olarak dahil olması ve neticesinde birçoklarının Rum kurumlarında çalışması, çocuklarının Rum okullarında okuyabilme olanağı, Josef’in de ifade ettiği üzere, karşılıklı bir bağımlılık hali yaratıyor.[x] Bu ilişki, sadece cemaat içi dinamiklere bağlı değil. Ülkenin siyasi atmosferi de cemaat içi ilişkilerin şekillenmesinde bir aktör olarak karşımıza çıkıyor. Devlet aklının Rumlara olan “pozitif” yaklaşımının samimiyeti bugünden bakılınca sorgulansa da AKP’nin ilk dönemlerinde umut vadeden siyasi iklimin, Antakyalı Ortodoksların özellikle Rum kurumlarıyla kurdukları bağın güçlenmesinde etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Bugün ise bambaşka bir siyasi atmosferdeyiz. Hız kesmeden otoriterleşen AKP hükümeti, popülist bir anlayışla ülkeyi “yerli ve milliler” ve “ötekiler” olarak kutuplaştırmaya devam ediyor. Peki Cumhuriyet’in başından beri “gayrımillî” olarak addedilen Rumlar, bugünkü siyasi konjonktürde devlet aklı tarafından nasıl algılanıyor? Bu algıya paralel olarak hangi mitler üretiliyor ve bu mitler, İstanbullu ve Antakyalı Ortodoksların ilişkiselliğini nasıl etkiliyor? Bu sorulara ise yazının ikinci bölümünde cevap arayacağız.


[i] Eva Pugnet, “Les Lumières françaises : le moment machiavélien français ?”, Revue électronique des Lettres et sciences humaines de l’Université de La Réunion, n° 3, 2016, s. 233-248.

[ii] Michel Foucault, Sécurité, territoire, population. Cours au Collège de France (1977-1978), Paris, Seuil/Gallimard, 2004, s. 262-263.

[iii] Duncan Bell, “Mythscapes: memory, mythology, and national identity”, British Journal of Sociology, n° 1, 2003, s. 63-81.

[iv] Haris Rigas, “Örnek Vatandaşlar mı? Beşinci Kol mu? Sekülerlik ve Çokkültürlülük Arasında Suriye ve Türkiye’deki Rum Ortodoks Toplulukları”, Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları içinde, der. Haris Rigas, İstanbul, İstos Yayın, 2018, s. 9-43.

[v] Muhammer Ferik, Recep Tayyip Erdoğanlı Yıllar, 2015.

[vi] Erdoğan Bayraktar, “Açılış Konuşmaları”, Osmanlı Coğrafyası Kültürel Arşiv Mirasının Yönetimi ve Tapu Arşivlerinin Rolü Uluslararası Kongresi, İstanbul, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Arşiv Dairesi Başkanlığı Yayını, 6, 2012, s. 7.

[vii] Ümit Yıldız, L’inclusion dans une communauté marginalisée : les avantages et les inconvénients, Yüksek Lisans Tezi, Bordeaux Üniversitesi, 2020.

[viii] a.g.e.

[ix] Stanley Fish, “Boutique Multiculturalism, or Why Liberals Are Incapable of Thinking about Hate Speech”, Critical Inquiry, Cilt 23, 2, 1997, s. 378-395.

[x] Özgür Kaymak ve Anna Maria Beylunioğlu, “İstanbul’da Yaşayan Antakyalı Ortodoksların Kendilerini Kimliklendirme Süreci ve İstanbul Rum Cemaatiyle İlişkisellikleri”, Üç Milliyetçiliğin Gölgesinde Kadim Bir Cemaat: Arapdilli Doğu Ortodoksları içinde, der. Haris Rigas, İstanbul, İstos Yayın, 2018, s. 71-143.


Öne çıkan görsel: 2018 yılında Balat’taki Bulgar Kilisesi’nin açılış töreninden



26 görüntüleme

Bu platformun kendine ait resmi bir görüşü yoktur. Bu oluşum içerisinde yer alan tüm yazılar yazarların şahsi görüşüdür.  Okuduğunuz bu yazının yayın hakları nehna.org’a aittir, ilkelerimiz gereğince sitemizdeki yazıların paylaşılmasında bir sakınca görmüyoruz. Ancak paylaşım yapılırken evrensel basın ilkelerine riayet edilmesi, yazının ilk olarak nehna.org sitesinde yayınlandığına ilişkin ibare bulunması ve yazarın isminin anılması hususlarına dikkat edilmesini önemsiyoruz.

bottom of page