Anna ve Mişel’e.
Simon ve Ferda’ya.
Antakya’nın dirençli insanlarına.
Hep ‘’bir varmış bir yokmuş’’ diye başlar hikayeler. Antakya’ya ilk gidişim, bundan beş yıl önce yine bir Aralık sonuydu, yılbaşı zamanı. Bir şehre ilk gidişimde hep heyecanlanırım. Şehir beni nasıl karşılayacak, bana dokunacak mı, kokusu, ruhu nasıl? Sokaklarında yürümedikçe, insanlarıyla sohbet etmedikçe doğru anlayamıyorsunuz şehri. Önceden biraz çalışmıştık; nerede kalınır, nereler gezilecek, nerelerde ne yenecek, neler görülmeli. Dört gün boyunca, aldığımız notların hakkını verdik. Gezdik, eğlendik, güldük, sokaklarını arşınladık, alışverişlerimizi yaptık, yedik, yedik, yedik. Lezzete düşkünlüğümden, aldığım tuzlu yoğurdundan zahterine, salçasından, nar ekşisine, zeytininden sıkma peynirine, künefesine, şarabına kadar her şeyi toplamanın bir bagaj/kargo bedeli olacaktı tabii.
Ruhuyla, enerjisiyle her gideni sarıp sarmalayan bir şehir Antakya. Belki biraz köhne bırakılmıştı ama şehrin ruhu, kendine has kokusu, insanların nezaketi, inceliği, içime kazındı bir kere. Bir arada yaşamanın getirdiği saygıdan olmalı o incelik belki. Biz, büyükşehirlerin bizi yoran karmaşasına alışmışız galiba. Sevmesek de bazen gözümüzü kapatıp katlanıyoruz. Artık sık karşılaşmadığımız için unutmuşuz o incelikleri, sakinliği. Bilmediğimiz şey değil oysa.
Antakya’ya ikinci gidişim, aslında Nehna sayesinde oldu. İki yıl önce Nehna’da okuduğum “Antakya’da Noel Kutlaması Bir Başkadır” başlıklı yazıydı beni yeniden Antakya’ya çeken. Beş yıl sonra, yine Aralık’ta, bu sefer Noel kutlaması için annemle yollara dökülecektik. Antakya’ya gidişimiz öncesinde, Nehnakurucularından Anna Beylunioğlu’yla bir kitap söyleşisinde tanışmıştım. Bir önceki deneyimime dayanarak biraz daha yerele dair küçük tüyolar aldım ondan.
Hazırlıklar tamamdı ama içimde bir endişe. Antakya ya değişmişse, daha önce beni yakalayan o enerjisi, o güzelim ruhu kaybolduysa ya? Hayır, öyle olmadı. Yine sarmaladı Antakya beni her şeyiyle. İçleri portakal, limon ve defne ağaçlarıyla sizi karşılayan iç avlulu evleri, eski şehrin içinde kaybolmayı sevdiğiniz şaşırtıcı, bazen muzip, daracık sokakları… İnsanı zarif, içten, hoşsohbet, güler yüzlü. Şehir de öyle. Hırçın değil, sakindi.
Otelimiz Kurtuluş Caddesi üzerindeydi. Tanrıça Tykhe’nin odasına yerleştikten sonra kendimizi Antakya’nın sokaklarına attık. Karşıdan karşıya geçerken yayayı uzaktan gördüğünde nezaketle yol veren güzelim insanların şehri Antakya. Büyükşehirde kornaların üzerine yapışan eller, burada nasıl da sabırlı, sakin bir hale dönüşüyor, şaşırıyorum. İlklerin şehri Antakya’da gezilecek ne çok yer var. Aralık ayının son haftası ve Antakya bizi biraz yağmur ama çoğunlukla güneşle karşılıyor. Medeniyetlerin buluştuğu bu güzel şehir, tarihiyle, gastronomisiyle, mimarisiyle, farklı kültürlerle harmanlanıp bir arada yaşamayı başarmış büyük bir mozaikti. Ne kadar kıymetli!
Kurtuluş Caddesi boyunca yürürken, bir yandan da beş yıl önceki bilgimle anneme rehberlik ediyorum. Oysa bayağı değişiklikler olmuş şehirde. Dar sokakların bir kısmı ve üzerindeki yapılar yenilenmiş, güzelleşmiş. Kafe ve restoranlar çoğalmış. Uzun Çarşı hatırladığım gibi, yine rengarenk, cıvıl cıvıl. Aralık ayında taze zahterler çıkıyor karşıma. Alışveriş için çok vaktimiz yok, şimdilik göz ucuyla bakıp nerede ne var, hafızama kaydediyorum. Nasıl olsa yine bulacağım onu, bırakmam. Annemi Antakya’nın efsane lezzetlerinden tepsi kebabıyla tanıştırıyorum. Mideler şenleniyor ama bol yürüyüş de lazım. Ara sokaklara girip kaybolmayı seçiyoruz. Her nasıl becerdiysek, kendimizi Rum Ortodoks Kilisesi’nin sokağında buluyoruz, Azizler Petrus ve Pavlus Rum Ortodoks Kilisesi. Sokak yine civcivli, kalabalık. Sağlı sollu dükkanlar, kilisenin önü Noel kutlaması için süslenmiş, demir kapısı kapalı. İçeri girip bakmayı deniyorum, olamıyor. Kapıdaki beyefendiye yarın akşamki Noel ayinine gelip gelemeyeceğimizi soruyorum. Aldığım cevap kocaman bir hayal kırıklığı. “Çok kalabalık” diyor, “protokol” diyor, “mümkün değil” diyor. Nasıl yani? İstanbul’dan Antakya’ya Noel kutlaması için gel ama gireme. Bir telefon trafiğiyle, Anna ve Mişel’in (Uyar) sihirli dokunuşları işe yarıyor. Nasıl bir inceliktir bu! Çok da yakından tanımadığı insanlar için uğraşan, çözüm üreten bu insanlara gözün kapalı güvenirsin, güvenmelisin de.
Antakya ipekçiliği üzerine yazı yazmayacağım elbette. Ama annem için tam yeri. Dükkanlara girsin çıksın, ipeklerin, kumaşların desenlerini, renklerini, nakışlarını incelesin, saatlerce vakit geçirebilir. Onun kumaşlarla ilişkisi bambaşka. Renklerle, motiflerle muazzam işler yaratır o kumaşlardan. Kilise sokağında çeşit çeşit ipek şallar, fularlar satan dükkanlar var. Girdik küçük bir dükkana. Tatlı, güler yüzlü, genç bir hanım, bıcır bıcır. Dükkandaki ipeklerden annemin gözü ışıldıyor. Bir yandan da sohbete dalmışız genç hanımla. Nihayetinde iki üç fular seçip aldık. Genç hanım bize büyük bir incelikle “Bunlar da benim size hediyem” diyerek iki küçük paket uzattı. İçi ısınıyor insanın. Biz “Akşam nerede ne yesek, nereye gitsek?” diye konuşurken, genç hanım üç yıl önce açılmış bir restoranı önerdi. “Sahibi beyefendi hemen karşı dükkanda, gelin sizi tanıştırayım” diye önüne katıp götürdü bizi. Restoran sahibi beyefendi, aynı zamanda kuyumcu. Bizi sıcacık bir gülümsemeyle karşıladı. Kısa bir sohbetten sonra, bizzat kendisi telefon açıp restoranında yerimizi ayırttı. Melekler el uzatmış belli ki o konağa. İçinde portakal ağaçları olan kocaman avlusuyla, 150 yıllık bir konağa adım atmanın keyfi… Nasıl özenli, pırıl pırıl ve mutfağı muazzam lezzetli! Ertesi gün o tatlı beyefendiye teşekkür etmek için tekrar uğradım dükkanına. Bize küçük ipek fularları hediye eden genç hanıma da bizi tanıştırdığı için teşekkür etmemek olmazdı. O kadar beğenmiştik ki, o “melekli” konağı, İstanbul’a dönmeden önceki gecemizde tekrar gittik. Oradan ayrılmak üzereyken kapıda restoranın sahibi zarif beyefendi ve genç oğluyla karşılaştık. Kapı önü sohbetimiz biraz uzun sürdü. O gencecik delikanlı, kocaman gülümsemesiyle İstanbul’u ne kadar sevdiğini yine oraya dönmek istediğini uzun uzun anlattı. Onlardan niye bu kadar çok bahsettiğimi belki başka bir zaman, başka bir hikayede anlatırım. Şimdilik tadı damağımızda kalsın. Onların güzel kalplerini anmak istedim.
Noel gecesi heyecanı bambaşka. Üstelik herkesi seferber edip içeri giremezsek diye bir heyecan da var. Ama her şey tıkır tıkır işledi. Kilisenin önünde ve avlusunda muazzam bir kalabalık. Sokağın süsleri gece ışığında bir başka güzel. Beni en çok şaşırtan, hatta duygulandıran, kilisenin önünde, karşıdan karşıya konulmuş, beyaz kırmızı şeritler ve balonlarla süslenmiş ışıklı Merry Christmas yazısıydı. “Medeniyetler şehri burasıymış gerçekten. İstanbul’da görmediğimizi burada görüyorum” diye düşündüm. Tuhaf bir duyguydu bu. Kiliseye, önceden telefonla konuştuğumuz ama o dakika tanıştığımız Simon ve eşi Ferda’yla girdik. Yine ağız dolusu gülümsemeler karşıladı bizi. Minnettarım onlara. Ne sıcacık, tatlı insanlar! Kilisenin avlusuna girerken, bir gün önce bizi reddeden uzun boylu beyefendiye küçük bir göz kırpmayı unutmadım elbette. Avluyu geçip kiliseye girdiğimizde ayin başlamıştı bile. İçerisi tıklım tıklım. İnsanlar gayet şık. Boş bir yer bulup ayini izledim. Gerçekten çok etkileyiciydi. Arapça anlamıyordum ama Noel ritüellerini sevdiğim için farklı bir toplumun kültürünü izlemek çok hoşuma gitmişti. Ayin bitiminde kilisenin avlusu hınca hınç doldu. “Kokteyl ve havai fişek gösterisi başlıyor” dedi Simon. Kilise ve avlusu ışıklandırılmıştı. Avluda kokteyl için masalar ve ikramlar hazırlanmıştı. Herkes birbiriyle büyük bir keyifle sohbet ediyor, birbirini kutluyor, kimileri dans ediyor. Kilisenin çanları çalmaya başladığı anda havai fişek gösterisi başladı. İnanılmaz bir coşku. Kilisenin sokağı, avludaki kadar kalabalıktı. Eminim, dışarıdaki insanlar da aynı coşkuyu yaşıyordu. Antakya bu coşkuya alışık. Birlikte yaşıyor bu insanlar. Aynı suyu, aynı havayı, farklı lezzetleri, geçmişin mirasını beraber paylaşıyorlar. Yedi kere yıkılmış, yedi kere yeniden kurulmuş Antakya’nın insanları, o yüzden bu kadar sıcak, özenli, zarif ve güzel kalpli. Konuşurken gözlerinin içine bakıyorlar bir kere. Savsaklamıyorlar, terslemiyorlar seni. Yarım yamalak da dinlemiyorlar. Belki günde yüzlerce kez duydukları aynı soruyu ilk kez duymuş gibi sabırla cevaplıyorlar.
Anna’nın “Humusçu İbrahim’e gitmeden dönme” notunu ancak son güne yetiştirebildim. Küçük dükkanında, arı gibi koşturan müthiş bir kişilik. Bakla ezmesi ve humusunun lezzetini anlatmayacağım. Şanslı olanlar bilir zaten. Antakya’da tattığımız her şeyin bu kadar lezzetli olması, bir tesadüf değil elbette. Geçmişten gelen çok kültürlülük, çeşitlilik, topraklarına duydukları saygı, yöresel tariflerini kuşaktan kuşağa aktararak korumaya özen göstermelerinden. Hülasa, bu coğrafyanın insanı yemek için yaşamayı seçmiş. Bunu öğretiyorlar bizlere.
Antakya’da son günümüz. Beş gün boyunca büyülü Antakya’nın gezilmesi gereken her yerini gezdik. Tadılması gereken bütün lezzetlerini tattık. Son alışverişlerimizi tamamladık. Simon ve Ferda’yla telefonda vedalaştık. İstanbul’a döndükten sonra da iletişimimiz kopmadı. 6 Şubat felaketinden sonra korkarak aradım. Çok şükür yaşıyorlardı. Uzun zamandır arayamadım. Arama vakti çoktan gelmiş. Hiçbir şeyi ertelememek lazım.
Uçağımızın kalkmasına daha vakit var. “Son bir defa Antakya’nın sokaklarını gezsek” dedik. Meydandaki çarşıda sepet sepet nergislerin kokusu… Almadığımız bir o kalmıştı. Nasıl da zarif bağlamışlar o nergisleri. İstanbul çiçekçilerinin yaptığı gibi, boyunlarından iple sıkmamışlar. Birer koca demet annem ile bana. Antakya’nın nergisleriyle dönüyoruz İstanbul’a. Bu, duyduğum, hissettiğim, Antakya’nın son kokusuydu.Hediye edilen küçük güzelim ipek fuların yükü o kadar ağır ki şimdi.