Foto: Agos
Anımsıyorum da, hafızam beni yanıltmıyor ise, 1989 yılı bahar başlarında, mevsimin etkisi ile mi, yirmisekizlerin üzerindeki yaşıt grubumuzun tohuma düşen coşkusundan mı, 26 yıl seçim yapmayan İskenderun Rum Ortodoks Kilisesi vakıf yönetimine cemaatten imza toplayarak seçim talebinde bulunmuştuk. Vakıf yöneticileri bizlere “bu işin hiç de kolay olmadığını, çok genç olduğumuzu, yönetimde sorumluluk almak yerine, kilise içi çalışmalarda sorumluluklar almanın daha doğru olduğunu” söyleyerek bizleri ikna etmeye çalışmışlardı. Bizler de onların “uzun süre yeterince hizmet ettiklerine, oldukça yorulmuş olduklarına, yaşlandıklarına, toplumun beklentilerine yanıt vermekten giderek uzaklaştıklarına ve kan değişimine ihtiyaç olduğuna” dikkat çekerek onları ikna etmeye çalışmıştık. Doğaldır ki karşılıklı ikna gerçekleşmeyince toplumun yüzde seksenininden toplanan imzalar ile konuyu yargıya taşıyarak hukuk sürecini işletmiştik.
1994’de dört yıllık zorlu hukuk sürecinden sonra, “emsal teşkil eden” mahkeme kararı ile azınlık vakıfları iki yılda bir seçim yapma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmışlardı. Tabii ki bu durum 2011-12’lere kadar uygulanageldi. Türkiye gibi bir ülkede muhalif bir pozisyonda olsanız; iki yılda bir seçim yapmadığınız için, dernek ya da kurumun kapısına kilit vurulur ve kapatılır kuşkusuz. Yaşam da bunun pratik örnekleri ile dolu değil mi? Peki nasıl oluyor da 26 yıl seçim yapmadan ya da şimdi olduğu gibi, bu kadar uzun süre seçim yapılmadan yönetimlerde kalınabiliyordu? Muhtemeldir ki siyasi irade, yani devlet, azınlık cemaatlerinde seçilecek yönetimlerin oluşturulabileceği yeni perspektifler ile hem cemaat içerisinde hem de yaşadığı kent ya da ülkede yaratacağı enerji ile, kontrol edilemezlik kaygısı taşıyor. Yani yeni seçilecek irade, eskilerinden farklı olarak, susan ve sadece verilene razı olan bir yönetim olmayabilir. Yaşadığı kentte ve ülkede, “sorunlarımızla, taleplerimizle biz de varız” diyerek, varlığını daha görünür kılabilir. Büyük bölümü cemaat vakıfları yasasından kaynaklan birikmiş sorunların çözümü için, eşit yurttaşlık temelinde, hatta evrensel hukukun öngördüğü hak arayışında da bulunabilir. Bundan dolayıdır ki, devletin cemaatlerin içişlerine yönelik, istediği temsilcileri hatta istediği patrikleri seçtirme yönünde müdahalelerde bulunması tesadüf olabilir mi? Zaten cemaat vakıfları da her ne kadar Kültür Bakanlığı’na bağlı ise de İçişleri Bakanlığı’nın denetimi altındadır. İçişleri Bakanlığı’na keyfilik ve müdahillik olanağı veren Vakıflar yasasına göre, seçilmiş yönetici İçişleri Bakanlığı’na bağlı memur statüsünde görüldüğü için, cemaat tarafından seçilenler benim de başıma geldiği gibi “sakıncalı” olduğu gerekçesi ile vakıf yöneticiliği görevinden alınabiliyor. Vakıflar yasasının olanak sunduğu keyfiliklere, bu perspektiften baktığımızda, egemen medyada da çokça yer bulan Ermeni cemaatindeki seçim tartışmalarında cemaat temsilcileri olarak yansıtılan Bedros Şirinoğlu ve Ateşyan üzerinden yapılan müdahaleler, bu durumdan azade olabilir mi? Durum böyle olunca, ülkede bu kadar birikmiş sorun varken, doğaldır ki, baş ağrıtacak yeni sorunlara ne gerek var, öyle değil mi? En kolayından, kontrol edilebilir, denetlenebilir ve uyumlu olan temsilciler ile çalışmak daha doğru olabilir. Bunun için seçim yasaları da es geçilebilir, cemaatin direncine rağmen Ateşyan Patrik vekilliğine de devam edebilir, buna uygun açıklama ve düzenlemeler de yapılabilir. Öyle ki, tanıkların anlatımlarına göre 26 yıl “açık seçim” yapılmayan dönemlerde, kapalı kapılar ardında düzmece seçimler yapılmasına da göz yumulabilir.
Analitik gözle incelendiğinde, genelde azınlık cemaat vakıflarının yönetimlerinde, ekabir diye tabir edilen cemaatin elit kesimi, iş girişimcilerinin ya da yakınlarının olması tesadüf olmadığı görülecektir. Bu elit kesimin, cemaat temsiliyeti üzerinden idari ve mülki kurumlarında iş görme olanakları, varlıklarını koruma ve büyütme istekleri görmezden gelinebilir mi? Geriye dönüp bakınca, 26 yıl secim yapmadan yönetimi elinde tutan elit ve aristokrat kesimin, kendi malvarlıklarını koruyabilmek için, mülki ve idari kesimler ile çıkar ilişkilerini gözetmeden, uyumlu çalışmadan bu durum mümkün olabilir mi? Örneğin İskenderun’da Rum Ortodoks Vakıf yönetimi ve çevresi, 12 Eylül askeri darbe döneminde, kentin en önemli merkezinde vakfa ait, kilisenin hemen bitişiğinde bulunan, dönemin CHP’li belediyelerince çok katlı otopark olarak imar edilen × metrekare büyüklüğündeki bir arazinin kamulaştırılmasına göz yummuş, göstermelik itirazlarda bulunmuşlardı. Konu takip edilmemiş, yüksek yargıda ısrarcı olunmamıştı. Öyle ki, yasalara göre tarihi sit alanı ve koruma kapsamında olan kilisenin hemen bitişiğinde, imarı bile mümkün olmayan bir yere, dönemin CHP’li belediyelerince imar izni uydurulmuş ve göz yumulmuştu. Tahmin edilebilir ki benzer uygulamalar ülkenin değişik yerlerinde de yaşanmıştır…
Kuşkusuz burada azınlık cemaat vakıfları yönetmeliğinin, mülklerin yenilenmesi ve geliştirilmesi konusunda, deyim yerinde ise çivi bile çaktırmayarak, mülklerin harabeye dönüştürülmesi için özel stratejik yöntem izlediğini de unutmamak gerek. Sonrasında harabeye dönüşen mülkler de kentin gelişimine ve görüntüsüne engel oluşturuyor gerekçesi ile deyim yerinde ise pul parasına karşılık gelen ödenekler ile, kamulaştırmaya zemin oluşturduğunu da hatırda tutmakta yarar var. Kamulaştırılan yerler araştırıldığında, bunun örnekleri ülke genelinde de azımsanmayacak boyutta olduğu görülebilir.
Fakat tüm bunlar yaşanırken, vakıf yönetimlerinin sessizliği ve suskunluğu, idari yapılar ile çıkar ilişkileri de analize muhtaç değil mi? Mülki idare, elit vakıf yöneticilerinin özel ticari ilişkilerde, onların önünü açarken, onların malvarlıklarına dokunmazken, vakıf yönetimlerinden de itaatkar bir cemaat oluşmasını istiyor. Aynı zamanda içerde ve dışarıda cemaat yöneticilerinin “bu ülkede mutlu ve özgür bir ortamda yaşadıklarını” açıklamaya zorladıklarını da unutmamak gerek. Kuşkusuz bu durum bugüne kadar aynı uygulamalar ile devam etmektedir. İdari zihniyet, yönetimlerden “makbul cemaat olmalarını” isterken, vakıf yönetimleri ise cemaatlerini suskun toplum olmaya zorluyor. Elit yönetici kesim, Hıristiyanlık öğretisinde de olan, “sana tokat atana öbür yüzünü de çevir” uyarılarını işine geldiği gibi kullanıyor. Aynı zamanda azınlık psikolojisini de gözeterek, “bizler bir avuç azınlığız, bir şeyleri değiştiremeyiz” korkusu ile ruhlar yıllarca terbiye edilince şu sorular ister istemez yanıtlanmayı bekliyor: Hak talep etmeyen zihniyet ve makbul vatandaş fikri aile büyüklerimizin beynine ince ince işlenmedi mi? Bu durum aynı zamanda cemaatlerin iç işleyişinde demokrasi kültürünün yerleşmesine engel teşkil etmedi mi?
Kabul edelim ki, Türkiye etnik ve kültürel açıdan çok kimlikli bir ülke. Ancak Cumhuriyetin kuruluşundan beri, bünyesinde barındırdığı bu renkliliğin ihtiyaçlarına adalet ve eşitlik temelinde çözümler üretemediği için de sorunlar birikerek bugünlere kadar yığılmış durumda. Bu nedenle, genelde sorunlara iç güvenlik kaygısı üretilerek, demokratikleşme beklentilerine yanıt vermekte zorlanılıyor. 2000’li yılların başlarında Türkiye-AB uyum ilişkileri çerçevesinde, vakıflara nefes aldırabilen geçici iyileşmeler de yaşanmadı değil. Cemaat mülklerinin imarlandırılması bu kapsamda görülebilir. Alevi, Kürt, azınlık cemaatleri ile zaman zaman görüşmeler yapılıp arayışlar olsa da, iç dirençlerin etkisi ile, geleneksel güvenlikçi politikalardan vazgeçilmiyor. Her seferinde atılacak adımlar bilinmeyen bir geleceğe erteleniyor. Kültür ve Turizm Bakanlıkları ve azınlık cemaat vakıfları arasında, hem vakıf hem de vakıf seçimleri yönetmeliğine yönelik değişiklik beklentileri de bu durumdan etkileniyor.
Bugün yapılması gereken, yukarılardan talimat beklemek yerine, hak talep eden, eşit yurttaşlık savunusu ile katılım yollarını açan, demokrasi kültürümüzü artıracak uygulamaları, yani seçimleri devreye sokmaktır. Kuşkusuz cemaat vakıflarındaki birikmiş sorunların çözümü, ülkedeki demokratikleşme düzeyinden etkilenmekte ve ona bağlı olarak ertelenmektedir. Bu açıdan bakıldığında, çözümleri bilinmeyen bir geleceğe ertelemek, seçim yapmak için bile talimat beklemek doğru bir yaklaşım olabilir mi? O zaman birey ya da toplum olarak varlık gerekçemiz nasıl açıklanabilir? Doğru olan, sorunların çözümünü ülkedeki demokratikleşme sürecine endekslemeden, bugünden seçme ve seçilme iradesini yansıtacak seçimleri devreye sokmak değil mi?
Peki buna engel olan elit azınlığın çıkarları mı yoksa toplumun çıkarları mı? Cemaatlerin iradesini yansıtacak, katılımcı pratik uygulamalar ve kendi içimizde yaratacağımız demokratik kültür deneyimimiz daha değerli bir katkı oluşturmaz mı sorunların çözümüne? Peki böylesine işleyen yönetmelikler, içeride ve dışarıda ülkenin görüntüsünü mü zedeler ya da dış politikalarda başkalarına malzeme olmaktan çıkıp ülkenin itibarına olumlu katkı mı sunar? Sonuç olarak 2022 Türkiye’sinde ya toplum iradesini yansıtacak, yeni perspektiflere olanak sunan seçim odaklı çözümler üreteceğiz ya da çözümsüzlükler içerisinde, verilenlere razı kalarak “Godot’u” bekleyeceğiz.
“Godot” gelir mi gelmez mi bilinmez…