“ken yeme ken bi adîm al'zemen bint îsma burbarah milyanî îmen
ma ıştahıt burbarah mâl u la kan hîmma jmal
vahdî hubb al'hakîka kan alî sağîlha al'bâl”
“Bir varmış bir yokmuş, Barbara adında iman dolu bir kız varmış. Barbara para için can atmaz, güzelliğe önem vermezmiş. Aklında olan tek şey hakikate olan sevgiymiş” diyerek bir hikâye gibi başlar bu ilahinin sözleri. Anlatılansa onun, yüzyıllar önce inandığı doğrular yolunda bu topraklarda canını vermiş genç bir kızın hikayesidir: Şehit Azize Barbara.
Şehit Azize Barbara, 3. ve 4. yüzyıllar arasında kimi kaynaklara göre, günümüz Türkiye sınırları içinde İzmit olarak bilinen Nicomedia şehrinde yaşamış. Kimi kaynaklara göre ise yaşadığı yer, Lübnan sınırları içinde kalan Asi Nehri’nin de kaynağını içine alan Heliopolis antik şehriymiş.
Barbara, pagan bir tüccarın kızı. Annesinin vefatından sonra üzerine titreyen babası, kızının büyüdükçe güzelleştiğini fark etmesiyle onu yabancı gözlerden korumak için sadece kendisinin ve pagan rahiplerinin girebileceği bir kule inşa ettirir. Barbara, kulenin tepesinde yalnız kaldığı süre boyunca dünyayı, güzelliklerini ve yaratılışı düşünmeye başlar. Artık putların insan eliyle yapıldığını ve bu dünyayı yaratamayacaklarını anladığında ise babasının ve rahiplerin öğretilerini almayı reddederek kendisini gerçek Tanrı’yı bulmaya adar.
Babası kulede yalnız başına kalmasının onun fikirlerini etkilediğini düşünerek artık insanların arasına karışması için izin verdiğinde ise Barbara tek başına düşündüğü fikirlerin yolundan giderek şehirdeki kendi gibi genç olan rahibelerle tanışır ve onlardan Hıristiyanlığın öğretisini alır. Artık kendisini bulmaya adadığı Tanrı’ya, hakikate olan sevgiye kavuşmuştur ve şehre tüccar kılığında gizlenerek gelen bir rahip tarafından vaftiz edilerek Hıristiyan olur.
Aynı dönemde babası evlerine bir hamam inşa ettiriyordur. Barbara, babasının seyahatte olmasından istifade ederek, hamamı planlardaki gibi iki pencereli değil, güneşin gireceği üç pencere yaptırarak aynı bir kilise gibi Kutsal Üçlü’nün birliğini sağlar. Duvara elleriyle bir haç kazır ve sevinçle Tanrı’ya dua etmeye başlar. Fakat bu sevinci çok uzun sürmez, zaten kızının hamamda yaptırdığı değişiklikten şüphelenen babasına yakalanır. Barbara, babasına Tanrı’yı, gerçek sevgiyi, Kutsal Üçleme’yi anlatır ama babasına göre sadece atalarının dinine, pagan tanrılarına ihanet etmiştir. Barbara’yı kendi elleriyle öldürmelidir.
Barbara babasından kaçmaya başlar. Bu onun için sadece babasından kaçmak değil hakikate olan sevgiye doğru kaçmaktır. O koştukça Tanrı da onun yolundan giden bu genç kızın yollarını açar. Karşısına çıkan bir tepeyi çıkması gerektiğinde Tanrı mucizesini gösterir. Tepe ortadan ikiye ayrılarak Barbara’ya yol açar ve babasının geçişini engeller. Babasının askerlerle beraber tepeyi geçerek ardında iz sürmesi gerekir ama tepenin ardında dahi hiçbir iz bulamazlar, çünkü Barbara koştukça tarlalarda henüz yeni yeşermiş buğday filizleri onun ayak izlerini gizlemek istercesine serpilip büyümeye başlar. Barbara ardında rüzgârda salınan başaklarıyla adeta ona el sallayan buğday tarlaları bırakarak bir mağaraya sığınır.
Babası, kızını uzun ve sonuçsuz bir şekilde aradıktan sonra tepede iki çoban görür ve içlerinden biri ona kızının saklandığı gördükleri mağarayı gösterir. Babası onu yakaladıktan sonra açlık ve işkenceler içinde bırakarak şehrin valisi Martianus'a teslim eder. Barbara, esaret altında gün boyu ağır işkencelere maruz kalır ama her gece Tanrı’ya dua etmekten vazgeçmez. Tanrı da çektiği tüm acılara rağmen kendi yolundan ayrılmayan bu genç kızın yaralarını dua ettiği her gecenin sabahında iyileştirir ama bu babasını ve Martianus’u durdurmaktan öte daha da öfkelendirir. Onlar daha ağır işkenceler yapmaya, Barbara her gece dua etmeye, Tanrı her sabah onun yaralarını iyileştirmeye devam eder.
Kalabalığın içinde yaşanana bu zulme bütün şehir kör, sağır, dilsiz olmuştur sanki. Hiçbiri hakikatin peşinden koşan bu genç kızın hakkını arayamaz. Bütün şehir korkusundan susar ama içlerinden Juliana isimli bir kadın çıkar. Artık yaşanan bu zulme daha fazla sessiz kalamaz. Hiç kimsenin cesaret edemediği kadar gür çıkar sesi ve genç bir kızın güçlülerin yalanlarına boyun eğmediği için, inandığı gerçeğin peşinden gittiği için çektiği zulmü anlatır bütün şehirde. Juliana da çok geçmeden tutuklanır ve Barbara’yla beraber işkence görmeye başlar. Ama mutludurlar, çünkü doğrularını gizleyerek yaşamaktansa haykırarak bu yolda ölmek yeğdir onlar için. Öyle de olur. Barbara ile Juliana günlerce işkence gördükten sonra başları kesilerek şehit edilirler. Barbara’yı bizzat babası idam eder.
İnandığı doğrular ve uğruna canını verdiği gerçeğe olan sevgisiyle o genç kız, hiçbir zaman 21.yaşını göremeden 21.yüzyıla dek bin yılı aşkın süredir anılan, dualar edilen ve yolundan gidilen Şehit Azize Barbara’dır. Tıpkı bir masal gibi başlayan ilahisinin de sonunda dediği gibi: “İsa şöyle dedi: Kızım, bana inandığın sürece yüreğinde senden başka hiçbir şey olmayacak ve sen benim yüreğimde yaşayacaksın/Kim senin sevginde ve inancında kalırsa, tövbe edecek ve yücelik tacına kavuşacak ve Tanrı onu da yanına alacaktır.”
Şehit Azize Barbara, Mesih İsa’nın ve ona inananların yüreğinde sonsuz yaşama ve uğruna canını verdiği hakikate ermiştir artık. Bugün onun için en büyük bayramdır, bugün onun bayramıdır. Yüzyıllardır Heliopolis’ten Nicomedia’ya, Asi Nehri boyunca Lübnan’dan Antakya’ya, Filistin’den Suriye’ye değin buğdaylar kaynar evlerde bu bayram gününde, 4 Aralık gecesinde. Kaynayan buğdaylar ise en basit şekilde şeker, genellikle ceviz olmak üzere kuruyemiş ve mevsimine göre nar taneleriyle karıştırılarak Arapça ‘haşlanmış’ anlamındaki “sıliqa” denilen tatlı yapılır.
4 Aralık gecesi bir bayram tatlısı gibi yapılsa da yapılış amacı ve taşıdığı anlamıyla cenazelerin 40.günü yapılan sıliqayla aynıdır. Gerçek sevgi yolunda, inancıyla vefat eden her kişi toprağa düşen bir buğday tanesinin yeni buğday başaklarına tohum olduğu gibi ardında sevgi tohumları eker ve sıliqanın buğday taneleri de o tohumdan çoğalan yeni buğday taneleri misali ardından gelen insanları temsil eder.
Aynı zamanda bir başka inanışa göre, buğdayın Barbara Bayramı’nda özellikle yapılması ise onun ayak izlerini gizlemek üzere filizden başağa büyüyen buğday tarlalarını temsil eder. Antakya’da bu geleneğe dair bir iz bulamadıysam da Lübnan ve Suriye’de 4 Aralık gecesi pamuğa buğday tohumları ekilir ve Noel ağacının altına koyularak Noel gecesine kadar filizlenip uzaması beklenirmiş. Tıpkı Azize Barbara’yı korumak için uzayıp büyüyen buğday filizleri gibi...
Asi Nehri boyunca süregelen bayram geleneklerinden bir diğeri ise bu gece dökülen lokma (züngül) ve taş kadayıf (kdayef) tatlıları. Lokma kızartılıp şerbete batırılmış hamur topları iken, taş kadayıf da aynı mantıkla hazırlanan ama içerisine ceviz, ağız peyniri ya da kaymak koyulan kapalı bir tatlı. Peki, bu basit tatlıları bu gece için özel kılan, bütün bir coğrafya boyunca tıpkı Asi Nehri gibi sınırları aşarak bütün evlere girmesinin sebebi ne mi dersiniz?
Bu tatlılar bu bayram günü için özel yapılan değil, aslında özel “seçilen” tatlılar. Mutfak kültürü itibariyle Antakya’dan Lübnan’a, Suriye’den Filistin’e kadar uzanan coğrafyada bu tatlıları gündelik yaşamın içinde bulmanız mümkün. Bu tatlıları bu bayram için seçilecek kadar özel kılan ise kızgın yağda kızartılarak yapılması. Azize Barbara nasıl ki çektiği acıların, maruz kaldığı zulmün ve işkencelerin ardından sonsuz yaşama, sevgiye, güzelliğe kavuşup bizim Azizemiz oluyorsa, bu tatlılar da kızgın ateşten çıkarak şerbetle tatlandığından bu bayram için anlamlı görülmüş ve sınırları, yüzyılları aşan bir geleneğe dönüşmüş.
Lübnan ve Suriye’de bu güne özel genelleşmiş bir bayram geleneği olarak mamûl yapıldığı olsa da, belki de Asi Nehri Antakya’dan Lübnan’a doğru akmadığından olsa gerek sadece Antakya’nın olmazsa olmaz Barbara tatlısı zeytinyağlı kerebiçtir. Aralık ayında henüz yeni bitmiş olan zeytin sezonuyla birlikte hasadın ilk zeytinyağlarıyla pişen o kerebiçlerin kokusu, mahalle fırınlarından kara tepsiler üzerinde sokaklara kadar yayılır, bayramın bereketi evlerden öte tüm şehre yayılırdı.
Bayramın bereketi tüm şehre yayılırken coşkusu komşunun kapısını da çalar Antakya’da. Beraber yaşamanın en güzel örneklerinden biri olarak Antakya’da Ortodoks komşu evlerinden 13 gün sonra bir kez daha Hicri takvime göre 17 Aralık’ta bu sefer Alevi komşu evlerinde kutlanır Barbara Bayramı. 17 Aralık günü başlayan bayram yedi çeşit bakliyatla yapılan Barbara yemeği, üç gün boyunca yenildikten sonra, üçüncü günün sonunda hırise kazanları kaynar. Barbara yemeğinin ise Azize Barbara şehit edildikten sonra mezarını ziyaret eden sevenlerinin, mezarında her biri bir başka mevsime ait olan her çeşit bakliyat yetiştiğini gördüklerinde onun bereketinin beraberlerinde kalması için bu bakliyatlarla yaptıkları yemekten başladığına inanılır.
Sınırları aşmış yüzlerce yıllık geleneklerin yanında yaklaşık son 50 yıldır Lübnan’da ve ardından Suriye ve Filistin’de yapılan kutlamalardan biri de Barbara Bayramı gecesi çocukların kostümler giyinip kılık değiştirerek, “Heyshlee ya Barbara!”, yani “Çabuk kaç ey Barbara” diye dolaşmalarıdır. Bu kutlama, Azize evden kaçarken bahçıvan kıyafetlerini giyinerek kılık değiştirilmesiyle ilişkilendirildiği gibi, Kuzey Amerika’nın artan etkileşimleri sonucu Cadılar Bayramı kostümlerinin Azize Barbara’nın kaçarken kılık değiştirmesi ile bağdaştırılması sonucu başlamış bir gelenek olduğu da düşünülür. Azize Barbara’nın Heliopolis antik şehrinde yaşadığı inanışına göre, en büyük kutlamalardan biri de tüm baskılara rağmen Filistin’de, Ramallah’ın Aboud köyünde, Azize Barbara’nın saklandığı mağara olduğuna inanılan mağara kilisede yapılır.
Şimdi ise Asi Nehri boyunca Antakya’dan Lübnan’a, Suriye’den Filistin’e Barbara İlahisinin hep bir ağızdan söylendiği, evlerde kaynayan buğdayın bereketinin sınırları aşarak bir araya geldiği topraklarda bayramın sevinci yok artık. Geride sadece hüzün, yıkım, acı ve memleket içinde memleket hasreti kaldı. Sevincin içinden yükselen ortak ilahi sesleri, yerini yıkımın içinden ayağa kalkmaya çalışan halkların sınırların ardında buluşan sesine bıraktı. Azize Barbara’nın çektiği acıların, yıkımların, hüzünlerin ardından kavuştuğu sevginin, mutluluğun hayaliyle güzel günlere kavuşmayı bekleyen halkların sesleri yükseliyor bugün sınırları aşarak:
“Adha mash hala’ yawman ma!”
“Şimdi değil ise elbet bir gün!”
Elbet bir gün yine Antakya’ya yeniden yayılacak kerebiç kokuları, yine tütecek bayram bahurları Filistin’in Aboud köyünde, yine çocuklar dolaşacak kostümleriyle Suriye’de, Lübnan’da. İşte o gün hiç olmadığı kadar bereketli gelecek kaynayan buğdaylar, hiç olmadığı kadar tatlı olacak kızgın yağdan şerbete düşen tatlılar ve hiç olmadığı kadar coşkuyla anımsayacak Azize’sini insanlar: onun gibi acının içinden huzura; hüzünün içinden mutluluğa ve ölümün içinden yaşama kalkarak…
Yemek fotoğraflarının bazıları Hataytube facebook hesabından alınmıştır.