Dün başladığımız Yelda Güzel’le röportajımızın ilk kısmında Antakya’nın Doğu-Batı arasında nasıl bir köprü olduğunu, Yelda Güzel’in ailesinden miras aldığı doğa ile kurduğu ilişkiyi, Mitolojiden günümüze doğanın bilinçaltına etkisini ve bu aktarımı sağlayan ailenin önemini ve Antakyalıların kültürel kimliğinin de bir parçası olan Doğu Akdeniz’e özgü hikaye anlatıcılığını konuşmuştuk. Dün başladığımız sohbetimize kaldığımız yerden bugün devam ediyoruz.
Röportaj: Burcu Meltem Arık
Hikâye anlatıcılığı, yalnızca aile bağlarını güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda kültürel mirasın nesilden nesile aktarılmasını da sağlar. Bu gelenek bence Antakya’da eğitim sistemine de yansımış. En azından benim çocukluğum ve gençliğimde bunu gördüm. Antakya’daki eğitim çocukların kültürleriyle iç içe. Bu, büyük ölçüde Antakyalı öğretmenlerin katkılarıyla mümkün oluyor. Öğretmenler, öğrencilerin kültürel miraslarını korumalarına ve bu mirası eğitimin bir parçası haline getirmelerine yardımcı oluyorlar. Bu çok kıymetli. Şimdi Antakyalı bitkilere geçelim isterseniz. Bitkilerle olan ilişkiniz ve bu alanda yaptığınız keşifler çok önemli. Antakya’ya özgü birçok bitki keşfettiniz. Kızınızın adını verdiğiniz bir bitki var, barışın adını verdiğiniz bir bitki var ve keşif süreciniz hâlâ devam ediyor. Antakya ve Hatay’a özgü, adını bu coğrafyadan alan bitkileri paylaşır mısınız?
Anadolu’daki flora çalışmaları, yani hangi bitkilerin buralarda bulunduğuna dair çalışmalar, 19. yüzyılda İsviçreli bir botanikçi olan Pierre Edmond Boissier ile başladı. Avrupalı botanikçiler bu alanda önemli çalışmalar yaptılar.
Pierre Edmond Boissier
Fotoğraf: Wikimedia
Benim için batı ve doğu ayrı ayrı değerlidir. Çoğu kişide, birini diğerine üstün bulma çabası vardır, “Işık doğudan yükselir” ya da “batıda parlar” gibi. Ancak ben her iki bölgenin de, insanlık için çok değerli olduğuna inanıyorum. Her birinin dünya ve insanlığa farklı farklı katkıları olmuştur.
Batı’da metodolojik bilim erken başladı ve biz ancak 20. yüzyılda bu bilincin farkına vardık. Batı'da metodolojik bilimsel çalışmaların erken başlaması önemli bir gelişmedir. Bunun artıları ve eksileri var. Coğrafi keşifler ve sömürgecilik gibi unsurların ardında farklı niyetler olabilir. Ancak devletlerin bilimsel çalışmaları desteklemesini ve bunun ardındaki niyetin ne olduğundan bağımsız olarak, bireylerin merak duygusunu gerçekten takdir ediyorum. 17. ve 18. yüzyılda bitkileri adlandırmak ve sınıflandırmak isteyen bir merak doğmuş. Bu merak, insanlığın bilgi birikimini zenginleştiren önemli bir faktör.
Evet, batıda bilimle uğraşan ilk insanların varlıklı ve kaygısız olmaları, onlara meraklarını takip etme imkânı sağladı. Ancak, bu insanlar sadece varlıklı oldukları için değil, merak duyguları sayesinde büyük keşifler yaptılar. O dönemin bilim insanları, merak etmek yerine ziyafet sofralarında keyif çatabilirlerdi. Aristokrasinin kaymağını yiyebilirlerdi. Ancak öyle yapmayan, bütün olanaklarını merak duygusunu gidermek için harcayan insanlar vardı. Bu insanlar gerçekten çok saygıdeğer. Hiçbir derdi yokken, “Ben kuzey kutbunu merak ediyorum, gidip bakacağım” diyerek kuzey kutbuna giden insanlar vardı. Lüks içinde oturmak yerine, “Ben Patagonya'ya gideceğim, orada hangi bitkiler var bakacağım” diyen insanlar vardı. Bu insanlar, merak duygularını takip ederek, bilimsel keşiflere imza atmışlardır. Bu, gerçekten büyük bir saygıyı hak eder. Varlıklı olmaları onlara bu imkanı sağlamış olsa da, merak duygularını takip etmeleri onları özel kılar. Bu insanların, bilime olan katkıları ve merak duyguları, bugün bildiğimiz birçok şeyin temelini oluşturur.
Boissier’in genç yaşta kaybettiği eşi Lucile Butini’nin adını verdiği Bozdağ sümbülü (Scilla luciliae)
Fotoğraf: Wikimedia
Bizdeki botanik çalışmaları, dediğim gibi, 19. yüzyılda başlamıştır ve bu çalışmaların öncüsü İsviçreli botanikçi Pierre Edmond Boissier’dir. Boissier, çok saygıdeğer bir botanikçidir. Eşi (Lucile Butini) ve kızıyla (Caroline Barbey-Boissier) birlikte -hatta onlar da ilk kadın botanikçilerden sayılabilir- epey gezmiş ve bitki toplamışlar. “Flora Orientalis” adlı eseri, doğu florası üzerine kapsamlı bir çalışmadır. İsviçre’den kalkıp Osmanlı İmparatorluğu’nun Anadolu’sundan Filistin’e, Mısır’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada bitki toplamış. Kendisinin topladığı bitkilerin yanı sıra, diğer kişilerin topladığı bitkileri de inceleyerek adlandırmış. Bu bölgelerde hangi bitkilerin bulunduğunu belirlemek için yoğun çalışmalar yapmış.
Boissier’in kendisi gibi botanikçi olan kızı Caroline Barbey-Boissier
Fotoğraf: William Barbey ve Caroline Mathilde Boissier arşivi
Toplanan bitkiler, İsviçre’nin Cenevre kentindeki herbaryumda saklanmış. 19. yüzyılda toplanmış bu bitkiler orada hâlâ korunuyor. Bu, bilime verilen önemin ve bilimsel çalışmaların ciddiye alınmasının bir göstergesi. Bu yüzden, İsviçre’de botanik çalışmaları için önemli bir merkez olan Cenevre Herbaryumu, bizim için çok kıymetli. Orada çalışıp bu bitkileri inceleyebiliyoruz.
Cenevre Herbaryumu
Fotoğraf: Yelda Güzel
Elbette, sadece buradan değil, dünyanın her yerinden bitkiler toplanmış. Bu sayede dünyanın bitki varlığını öğrenme imkânı doğmuş. Devlet politikası açısından bakarsak, kralların ve kraliçelerin bu çalışmaları desteklemelerinin sebebi, elbette ki doğal zenginlikleri ve hammaddeleri keşfetme arzusu. Onlar, bu zenginliklerden nasıl faydalanabileceklerini düşünmüşler. Her ne olursa olsun, bu bilgi derlenmiş ve önem verilmiş. Bu sayede ilaçlar, tekstil lifleri ve diğer ürünler üretilmiş.
Türkiye, dünyanın en önemli bitki merkezlerinden biridir!
Hatay’ın bazı endemik bitkileri
Fotoğraflar: Yelda Güzel
Botanik çalışmalarına ilk başladığımda, bitki toplama ve teşhis etme çalışmalarımla dalga geçenler oldu. “Ne yapacaksın, bitkiyi toplayıp ne olacak?” diye soruldu. Bu, büyük bir cahillik göstergesidir. Türkiye, dünyanın en önemli bitki merkezlerinden biri ve verimli hilalin içinde yer alıyor. İnsanlar, tarıma bu bölgelerde başlamış ve doğadan alıp bitkileri evcilleştirmişler. Sahip olduğumuz tarımsal çeşitliliğin büyük bir kısmını bu bölgedeki doğaya borçluyuz. İnsanlar burada şehirler kurmuş, sanat ve tekstil geliştirmişler. Bu bölgede uygarlıklar kurmuşlar. Bu uygarlıkların temellerinde biyolojik çeşitlilik yatıyor. Doğanın bize sunabileceği birçok imkân var. Ancak, bu zenginliği birkaç ot olarak küçümseyip göz ardı etmek inanılmaz bir cahilliktir. Doğanın sunduğu bu çeşitlilik, bir insanın sahip olabileceği en büyük hazinelerden biri. Biz, bu uygarlıkları doğal zenginlik sayesinde kurduk.
İdealist bakış açısını bir kenara koyup, diğer canlıların da en az bizim kadar yaşama hakkı olduğunu ve bitkilere, hayvanlara saygı duymamız gerektiğini bir an için göz ardı edelim. İnsan merkezli bir bakış açısıyla bile, sahip olduğumuz bu doğa ve çevremizdeki biyolojik çeşitlilik müthiş bir hazine. Tarih boyunca bizi besleyen, bu seviyeye getiren ve gelecekte de destekleyecek olan bu doğa zenginliği. Üstelik şu anda büyük bir küresel iklim krizinin eşiğindeyiz, hatta çoktan eşiği geçtik. Şu an hepimizin, kuraklığa dayanıklı ve minimum enerji girdisiyle yapılabilecek tarım yöntemlerine ve ürünlerine ihtiyacımız var, çünkü su yok. Şehirde peyzaj düzenlemesi yaparken de artık tropikal, tonlarca su gerektiren bitkiler getiremeyiz; su içmek için bile yok. Ne yapacaksınız? Doğal olarak zaten var olan bitkilerden yararlanmak zorundasınız, hem gıda hem de süsleme için. Doğamız bize bu konuda çok seçenek sundu ama siz bunları küçümsüyor musunuz? Veya gidip oraya bir taş ocağı kuruyorsunuz. Şu an çok ciddi bir risk söz konusu; eskiden ÇED raporu zorunluluğu vardı, şimdi bu zorunluluk yok. Depremden sonra isteyen gidip taş ocağı kurabiliyor. Bu konuda çok dava açıldı, çok mücadele yürütülüyor ama hiçbir işe yaramıyor. Tamam, ben bir depremzede olarak insanların eve ve barınağa ihtiyacı olduğunu anlıyorum, şehrin yeniden kurulması lazım ama alternatifler var. Şehri yeniden kuracağım diyerek sahip olduğunuz altın yumurtlayan tavuğu kesmek bu, başka bir şey değil. Sahip olduğunuz müthiş benzersiz bir zenginliği yok ediyorsunuz.
Çözümü, başka alternatifler araştırmak. Taş ocağı kurabilecek başka yerler var. 19. yüzyılda batılı insanlar gelmiş, sizden bitki toplayarak İsviçre’de bir bitki müzesine koymuş ve bitkilerinizi tanımlamış. Zaten %90’ı henüz tanımlanmamış bitkiler. Ondan sonra 1850’lerden 1960’lara kadar bir yüzyıl boyunca uyumuşuz. Botanikle ilgili hiçbir şey yapılmamış. 1960’larda da zaten biz yapmadık. Edinburgh Üniversitesi’nden bir ekip, Peter Hadland Davis liderliğinde, “Biz Anadolu florasını çalışmak istiyoruz” demiş ve gerekli izinleri almışlar. O yıllarda Türkiye’de pek fazla botanikçi yokken, botanikçilerin ilk kuşağı ellerinden gelen katkıyı sağlamaya çalışmış. Türkiye florası o kadar zengin ki, bu çalışma 12 cilt tutmuş. 1967’de başlamışlar, 1988’de bitirmişler. Sonradan 2000’lerde 2 tane ilave cilt eklenmiş. Ben Hatay’da çalıştıkça her sene yeni bir tür çıkıyor. Şu an elimin altında yayınlamaya fırsat bulamadığım, yayınlanmayı bekleyen bilim dünyası için yeni 4 tane tür var. Ancak bu türler, müthiş bir insan baskısı nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.
Taş ocağı
Fotoğraf: Pexels
Her yere müdahale ediliyor; taş ocağı, maden ocağı derken doğa tahrip ediliyor. Doğada hayran olduğumuz şeyler yok ediliyor. İnsanlar doğaya gitmek istiyorlar ama gittikleri yerde çevreye zarar veriyorlar. Deniz kıyısına gidip balık ekmek yiyorlar, sonra oraya 10 tane sandalye koyuyorlar. Ertesi gün o sandalyeler 40 tane derme çatma yapıya dönüşüyor, tuvalet koyuyorlar ve doğanın güzelliği kayboluyor. Bizde doğayı olduğu gibi sevme bilinci yok. Doğaya gittiğimizde konfor arıyoruz; sandalye olmasa, taşa otursak, mangal yapmasak, doğayı doğal haliyle bırakabilsek ne olur ki? Ama bizde böyle bir bilinç yok, her gittiğimiz yerde konfor aradığımız için doğayı gerçekten sevmiyoruz.
Doğayı sadece manzara olsun diye seviyoruz, bu da çok ciddi bir insan baskısı oluşturuyor. Belki her yerde olabilecek bir durum. Ben bazı yasaklara ve cezalara karşıyım. Ancak bazı yerlerde mecbur kalıyorsunuz. Bunun arkasında bir eğitim eksikliği var. Eğitim sistemimizde bu konuda ciddi bir eksiklik var. İsteyince insanlar bir şeyler yapabiliyor. Örneğin, Japonya’da insanlar dağa çıkarken oradaki böceklere zarar vermemek için ayakkabılarını çıkarıyorlar. Yürüme patikaları tahtadan yapılmış, doğayı koruyabilmek için doğaya müdahale etmiyorlar ya da minimum düzeyde yapıyorlar. Bizde böyle bir doğa bilinci eksik, ama yeni nesil bu konuda giderek daha bilinçli hale geliyor.
Yeni nesil öğretmenlerimiz daha bilinçli ve bu beni çok mutlu ediyor. Öğretmenlerden öğrencilerine seminer vermem için talepler alıyorum. Sosyal medyada güzel aktiviteler yapıyorlar. Dolayısıyla yeni nesilde bir bilinç var ve bu zamanla artacak. Bu beni umutlandırıyor, ancak umarım bu bilinç tam olarak gelişene kadar elimizdekileri tamamen kaybetmeyiz.
Öğrencilere seminer verirken
Fotoğraf: Yelda Güzel arşivi
Antakyalı bitkiler
Hatay, özellikle Antakya, adını taşıyan çok sayıda endemik bitkiye sahip. Bu bitkilerin büyük bir kısmını ilk elden Boissier adlandırmış. Amanos Dağları’nda bulunan endemik bitkiler arasında 20 tanesi sadece Antakya’da bulunuyor. Özellikle amanum, antiochia adları yaygın. 19. yüzyılda bitkilerin bir kısmı adlandırıldı, sonra bir ara verildi. 20. yüzyılda Türkiye Florası hazırlanırken de çok sayıda bitki bulundu ve adlandırıldı. Şu anda, Resimli Türkiye Florası üzerinde çalışıyoruz ve bu seferki Türkçe olarak hazırlanıyor. Böylece herkesin anlayabileceği şekilde, teknik detayların yanı sıra halka da hitap eden bir flora olacak. Şu an 3-4 cilt çıktı. Yaklaşık 30 cilt olması öngörülüyor. Resimli Türkiye Florası’nın bir avantajı da şu: Türkiye florası hazırlanırken, herbaryumlar gezilerek, bir bitkinin kaydı olup olmadığı netleştiriliyor. 9.000-10.000 civarında olan gerçek tür sayısı şu an 12.000'e ulaştı. Bu, Türkiye’nin bitki çeşitliliği açısından ne kadar zengin olduğunu gösteriyor. Bu sayı çok daha da artacak, çok daha fazla büyüyecek çünkü dediğim gibi yeni türler keşfediliyor.
Türkçe olarak hazırlanan Resimli Türkiye Florası’nın 3a cildi.
Fotoğraf: Ali Nihat Gökyiğit Vakfı
Bazen de kayıp türleri yeniden bulduğumuz oluyor. 2015’te Heracleum amanum’u yeniden keşfettik mesela. Boisser 19. yüzyılda Amanoslar'da gezerken bu bitkiyi kendisi toplamamış. Kendisinden 4 yıl önce buradan geçen bir botanikçi tarafından İsviçre'deki herbaryuma konulmuş. Ancak sadece bir yaprak ve bir parça çiçek var. Boissier çok gezmiş ama bu bitkiye rastlamamış. Notlarında, “Benden önceki botanikçi böyle bir bitkinin varlığından bahsediyor ama ben bunu göremedim. Bu bitkiyi Sivas-Giresun taraflarında bulunan bir bitkiyle karıştırmış olabilir” diye yazmış. Bu bitkinin büyük ihtimalle var olmadığına dair not düşmüş. Sonra 20. yüzyılda Türkiye Florası hazırlanırken, Davis veya ilgili türün editörü de aynı notu düşmüş: “Ben de aradım, böyle bir bitki bulamadım. Bu muhtemelen Heracleum crenatifolium yani Sivas veya Giresun taraflarındaki bitki” demiş. 2015’te, Samim Kayıkçı ile Amanos yaylalarının birinde böyle bir bitkiye rastladık. Tanımlamaya çalıştık, ancak anahtarlardaki hiçbir bitkiye uymuyordu. Notlara baktık, “Amanos öğrekotu (Heracleum amanum)” dedik, “bu demek ki o bitki”. Bunu kesinleştirmek için Giresun’a ve Sivas’a gittim, öbür bitkiyi topladım. Sova (Heracleum crenatifolium) yani türü benzettikleri bitkiyi getirdim ve ikisini kıyasladım. Moleküler düzeydeki incelemelerimde yeniden bulduğumuz bitkinin gerçekten Heracleum amanum olduğunu kanıtladım ve 2015’te bunu yayınladık. Bu da bir yeniden keşifti; vardı ama bulunamamıştı, sonra tekrar bulduk. Yeniden keşifler bu şekilde olabiliyor. Sıfırdan keşifler de olabiliyor.
“Kızımın adını alan endemik çiçek: Zeynep Işıkçiçeği (Dionysia zeynepiae)”
Dünyada sadece Hatay’da bulunan Zeynep Işıkçiçeği (Dionysia zeynepiae).
Fotoğraf: Yelda Güzel
Mesela, Zeynep Işıkçiçeği (Dionysia zeynepiae) sıfırdan keşiftir. Bilim dünyasına ilk defa tanıtılan ve dünya florasına eklenen bitkilerdendir. Ayrıca, Atahan dağarcığı (Noccaea ali-atahanii) adını verdiğimiz bir bitki var. Bu bitkiyi Subaşı Kuş ve Kelebek Gözlem Derneği Başkanı, Dr. Ali Atahan buldu. Kendisi bitkileri amatör düzeyde tanıyordu. Bu bitkiyi teşhis için uzmanlarla çalıştı ve bitkinin adını ona ithaf ettik. Bu da yine bilim dünyası için yeni bir ilave oldu. Sonra Barışın çiçeği (Scorzonera pacis), dünya için yeni bir tür olarak tanımlandı. Bu tür keşifler daha da olacak, şu an elimin altında yayınlanmayı bekleyen 4 tane yeni takson var. Fırsat bulabilirsem bunları yayınlayacağım. Burası coğrafi açıdan çok özel bir yer, özellikle Amanos Dağları.
Zeynep Işıkçiçeği (Dionysia zeynepiae)
Fotoğraf: Yelda Güzel
Ali Atahan’ın bulduğu ve adının verildiği Atahan dağarcığı (Nocceae ali-atahanii). Dünyada sadece Hatay’da bulunuyor ve nesli tehlike altında.
Fotoğraf: Ali Atahan
Deprem bu bölgenin hem en büyük talihsizliği hem de en büyük avantajıdır. Dünya haritasında biyoçeşitlilik noktalarına baktığınızda, fay hatlarının olduğu bölgeler biyoçeşitlilik açısından en zengin bölgelerdir. Çünkü bu bölgelerde yer kabuğu, fay hatları nedeniyle yükseltiler gösterir. Dağlar yükselir ve bu rakım farkı bitki çeşitliliğini artırır.
Topoğrafik farklılık ve su kaynaklarının bolluğu bitki örtüsünü çeşitlendirir. Bir yükselti aniden arttığında biyolojik farklılaşma mekanizmaları devreye girer. Dağ ile ova arasında fark oluşur. Dağlardaki vadiler, bitkiler için korunaklı alanlar oluşturur. Örneğin, son buz devri geçtikten sonra Amanos vadilerinde relikt endemikler (jeolojik devirlerde yayılışı çok geniş olduğu halde çevre koşullarının değişmesi sonucunda günümüzde sınırlı bir alanda varlıklarını sürdürebilen canlılar) ortaya çıktı. Bu türler vadilere saklanarak hayatta kaldılar. En yakın akrabası Trabzon’da olan bitkiler bile var. Vadiler, mikroklima tipi olarak Karadeniz iklimi gösterir. Bu nedenlerle deprem kuşakları biyoçeşitlilik açısından çok verimlidir.
Aslında, insanlar neden depremlerden çok zarar görüyor diye bakarsak, aynı durum volkanik aktiviteler için de geçerlidir. Doğal afetlerin olduğu yerler biyolojik ve doğal açıdan çok zengindir. İnsanlar da bu zenginlik nedeniyle bu bölgelere yerleşirler. Ancak, bu doğal afetlere uygun olmayan yapılar inşa ettiklerinde, ne yazık ki bu durum can kaybıyla sonuçlanır. Biz artık 21. yüzyıl insanıyız ve bu avantajı lehimize çevirebiliriz. Artık o bilince ve bilgi seviyesine ulaştık.
Çok güzel, doğal açıdan cennet gibi bir yerde yaşıyoruz. Daha dirençli, depremde bizi öldürmeyecek evler yapmalıyız. Doğayla barışık yerler inşa etmeli ve bu zenginliğin keyfini sürmeliyiz. Sahip olmamız gereken bilinç bu olmalı.
Göç etmekle bu sorun çözülmez. Sahra Çölü’ne mi göç edeceğiz? Orası güvenli olabilir ama ne yiyecek bir şey var ne de tarım yapılabilir. Dolayısıyla, madem böyle bir zenginliğin içerisindeyiz, onun farkına varmalı, onunla barışık bir şekilde yaşamalıyız. Var olan riskleri minimum seviyeye indirebilecek teknolojiye sahibiz. Uygun evler yaparsak, ah vah etmeden, bir elimiz yağda bir elimiz balda yaşayabiliriz.
"Doğaya zarar vermeyen, aksine doğadaki bir kaynaktan yararlanan yöntemler Hatay için çok umut verici"
Dünya çok ciddi bir kuraklık riski altında. Yakın gelecekte pek çok yerde içilecek su bile bulamayacağız. Ancak Antakya’da su ve çok verimli tarım arazileri bulunuyor. Bu bölgeler bize farklı tarımsal ürünler sunabilecek doğal bir zenginliğe hâlâ sahip. Başka yerlerde bu tür kaynaklar az. Bu konuda çeşitli yayınlarımız da oldu. Örneğin, zahter doğadan toplanan bir yabani baharat bitkisi, son 20 yıldır tarım bitkisi haline getirildi ve ekonomik bir girdi sağlıyor. Bu, aslında Neolitik çağ insanının yaptığı şeyin bir devamı; doğadan bir bitki alıyoruz, daha önce toplayıcılıkla elde ediyorduk, şimdi ise tarlamızda ekiyoruz ve onu tarım bitkisi haline getiriyoruz. İhraç ediyoruz, satıyoruz, bir gelir kapısı oluyor. Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz. Mesela alıç var; normalde bir santim büyüklüğünde ve çekirdekleri büyük bir meyve. Ancak Kömürçukuru alıcını ıslah ederek, yani ekerek, yetiştirerek ve gübreleyerek birkaç nesildir en verimli meyvelerini seçmişler. Tarım devrimini yapan Neolitik çağ insanının yaptığı gibi, boyutları neredeyse küçük bir elmaya ulaşan, 3 santime kadar büyüyen bir alıç varyetesi ortaya çıkarmışlar. Şu an Kömürçukuru alıcı, Antakya’nın, deprem öncesinde özellikle, önemli tarımsal ürünlerinden biriydi. Doğadan tarıma kazandırılarak hem gıda hem de ekonomik fayda sağlıyor.
Kömürçukuru alıcı
Fotoğraf: Yelda Güzel
Doğadan tarıma kazandırılan ürünler arasında hünnap da var. Hünnap, 15-20 yıl öncesine kadar küçük kahverengi zeytin kadar bir meyveydi, ama kültüre alındı ve şu an daha iri ve tarım ürünü olarak yetiştiriliyor. Geçen yıl, bir ihracatla uğraşan arkadaşım beni aradı ve İngiltere’ye alıç ihraç edeceğini söyledi. Ancak gümrükte bu ürünün tanımı yoktu. “Bu alıç sert çekirdekli mi yoksa elma veya başka bir sınıfa mı girer”, diye sordular. Onu tanımladık ve bu ekonomik bir girdi oldu.
Doğaya zarar vermeyen, aksine doğadaki bir kaynaktan yararlanan yöntemler Hatay için çok umut verici. Biz, bu kadar zengin bir coğrafyada yaşıyoruz. Doğadan alıp kültüre alabileceğimiz bir potansiyel hâlâ var. Bu ürünleri yetiştirebileceğimiz verimli arazilerimiz ve su kaynaklarımız da var. O zaman, şikayet etmeyi bırakalım ve deprem olacak mı olmayacak mı düşünmek yerine, depremde yıkılmayacak evler yapalım. Bu teknolojiye sahibiz. Yöneticilerden bunu talep edelim ve burada hayatın tadını çıkaralım.
Dünyanın teknolojik açıdan en üst seviyeye ulaşmış ülkelerinden biri olan Japonya bunu dert etmiyor. Toprağı az ama denizden balık ve diğer kaynakları kullanıyorlar. Amerika da fırtınaları ve kasırgaları dert etmiyor; kasırga olduğunda “biz burayı terk edelim” demiyorlar. Eğer Orta Çağ’da yaşıyor olsaydık, burada bir felaket olduğunda anlam veremediğimiz için kaçardık, canavarlar var sanırdık. Ancak şu an 21. yüzyılda yaşıyoruz ve doğanın zorluklarıyla mücadele edebilecek, onlara karşı koyabilecek teknolojiye sahibiz. Bu zorluklarla barışarak, doğanın sunduğu nimetlerden yararlanma yoluna gidebiliriz.
Antakya’da çok sayıda bitki var, müthiş bir doğal hazineye sahibiz. Korumak, bilincinde olmak ve sürdürülebilir şekilde yararlanmak bizim görevimiz. Antakya’nın geleceği yeşil sanayi, tarım ve ekoturizme bağlı. Depremden önce bu konuda çok ciddi atılımlar vardı. Örneğin, Expo yapıldı. Çoğu kişi Expo’nun anlamını tam olarak kavrayamadı ve şehre gereksiz bir masraf gibi geldi. Ancak orada çalışan öğrencilerimiz de vardı ve Expo, şehrin sahip olduğu bitki zenginliği ve coğrafi biyolojik zenginliği tanıtmayı hedefleyen, ekoturizmi destekleyen bir çalışmaydı. Deprem ne yazık ki bu çabaları ciddi şekilde sekteye uğrattı ama umarım gelecekte bu çalışmalar devam eder.
Türkiye’de ekoturizm çok bilinmiyor. Afrika’da ve tropikal kuşaklarda ise çok yaygın. Belirli bir kuşu veya çiçeği görmek için düzenlenen turlar var. Afrika’ya safariye, fil ve aslan görmeye gidiliyor. Hatay ekoturizm için çok elverişli. Sadece Amanoslar’da 260 endemik tür bulunuyor, yani dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan türler. Üstelik bunlar tarihi zenginliklerin içinde yer alıyor. Eşsiz bir durum. Zeynep ışıkçiçeğinin (Dionysia zeynepiae) bulunduğu yeri görseniz, her yıl birkaç defa ziyaret edersiniz. Bir tarafında Roma sütunları, diğer tarafında dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan çiçekler var. Her yıl, işim olsa da olmasa da, o havayı solumak için 2-3 defa ziyaret ediyorum. İnanılmaz ve insanı ürperten bir zenginlik. Başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz bir manzara. Şimdilik yolu yok ve belki de bu iyi bir durum. İleride, bilinç oluşursa, korunaklı bir şekilde ve uzaktan patikalar oluşturulursa, çok ilgi çeker. “Burada şu Roma kalıntıları var, hemen yanında bu bitkiler var” diyerek, doğaya zarar vermeden yeşil sanayi oluşturabiliriz. Umarım böyle bir şey gerçekleşir ve görebilirim. Şu an çok umutlu olmasam da, umarım olur.