Foto: Bora Selim Gül
Bir süre sonra evimi yıkacaklar ve ben buna hazır mıyım, hiç bilmiyorum. Benim evim o kadar güzeldi ki. Yerde parıl parıl parlayan gri beyaz karoları, tavanda lamine parkeleri vardı. Üç katlıydı benim evim, üçüncü kata iki buçuk yıl önce taşınmıştık. Her gelen hayran kalırdı. Her şeyiyle biz ilgilenmiştik, ağırlık olmasın diye çatı yaptık, gelen işçiler çatıya bağlanan ve benim odamda ve salonda görünen direkleri görüntü açısından kesebileceklerini söylediler. Babam tereddütsüz "hayır" cevabını verdi. Ben de tüm o direkleri boyayıp güzel hale getirmiştim. Biz üçüncü kata taşınmadan önce binayı sağlamlaştırmak için aylarca uğraştı. Babam sayesinde evimiz başımıza yıkılmadı. Ben biliyordum ama bir gün çok büyük bir deprem olursa evimizin yıkılmayacağını.
Evimizde uyandığım ilk sabah anneme "Anne burası dağ evi gibi, harika!" diye sevinçle çığlık atmıştım. Cam balkonlu terasımız vardı, cam balkonu gören herkes "Ay çok zor olmuyor mu bunları silmek?" diye sorduğunda annemle birbirimize bakar, aynı anda "Yooo, daha kolay hatta, açılabiliyor bunlar" diyip kıkırdardık. Camın hemen yanında bir kanepe vardı. Kışları terasa kuruyorduk sobamızı. Sobadaki odunların takırdama seslerini dinleyerek, camdan gökyüzünü izleyerek uyurdum ben her gece.
Terasa açılan bir mutfağımız vardı. Bulaşık yıkarken penceresinden İncir'i, Attun'u, Tarçın'ı ve diğer bütün kedilerimi izleyip seslenirdim. Yukarı bakarlar ve hızla kapıya doğru koşarlardı. Aşağıya indiğim gibi yirmisi de orada olurdu, sesimi duymayanlar diğer kedilerin koştuğunu görünce kapıda biterlerdi hemen. Miyavlamalar eşliğinde mama koyardım önlerine, hayranlıkla nasıl yediklerini seyrederdim. Bahçemiz vardı küçük. Patlıcan, domates, biber, pazı, roka, zahter, fesleğen yetiştirirdik, bahçe kapısı aralandığı gibi kedi misafirlerimiz girerdi. Gölgelik bir alan bulup altında uzanırlar, bizi izlerlerdi. Kavurucu yaz sıcaklarında da suladığımız toprağın üstüne yatıp keyif çıkartırlardı. İncir hanım prenses olduğu için diğer kedilerle asla yemek yemezdi, benimle üçüncü kata çıkar, özel kabında yemeğini yerdi. Hatta bazen ben evdeyken annem kapıdan bana "Bir misafirimiz var!" diye seslenirdi bana.
Sokağın başından evime gidene kadar on beş kişiye selam verirdim, bazen komşularımız bahçelerinde oturup dedikodu yaparlarken "Ooo hanımlar, nabersiniz bakalım?" diye takılırdım onlara. Güzel bir yemek piştiği zaman evlerde birbirimize bir tabak götürürdük. Kek yapacağız kabartma tozu mu bitmiş evde? Bir koşu karşı komşuma gider oradan alırdım.
Bahçede mangalımızı yakar, patlıcan, biber, domatesleri közlerdik. Közlenince bir yandan onları soyup doğrardık, bir çırpıda abagannucu yapardık etler pişerken. İlk kedi beslemeye başladığımız zamanlar ben et vermek isteyince kızan annem ve babam her mangal yaptığımızda her birine bir iki parça verirdi. Yemeklerinden kısar, "Arttı bunlar yaaaaaa. Çocuklara verelim" bahanesiyle hemen aşağıya inip yedirmeye başlamışlardı. Her sıkıldığımızda eski Antakya sokaklarını gezer, kafelerden gelen "Habbeytek bessayf"i dinlerdik. Habbeytek bessayf, habbeytek bişşiti.
Ben lisedeyken Sade diye bir kafe vardı, okuldan kaçar kendi yaptıkları buzlu çaylarını içmeye giderdik. Oranın sahibi abi bir ara yanımıza gelmiş ve ilişkilerle ilgili hala hatırladığım bir konuşma yapmıştı. Bir sonbahar akşamı eski sevgilimle el ele Antakya'yı karış karış gezmiştik. Her cuma dershane çıkışı Keyfo'ya gider acılı, yeşil süs biberli tavuk dürümümü yer, kendi yaptıkları mayonezi direkt ağzıma sıkmamak için büyük savaş verirdim. Kuzenlerimden “acaba Döver'e kahvaltıya mı gitsek?” lafını duyan halam "Yeşim'in yeri daha iyi, çok lezzetli" deyip bizi o parayı koymaktan vazgeçirir, kendi hazırladığı kahvaltıyı yedirirdi bize. Yaz geceleri bizim evin salonunda iki kocaman masa açardık, tüm aileyi çağırıp ziyafet çekerdik. Humusları, taratorları, abagannucları açar, kebapları masaya dizerdik. Boğma rakıları kadehlere doldurup aynı anda içerdik. En yakın arkadaşım, Saray Caddesi’ni gezerken "Abdo daha iyi kanka" dediğimde "Saçmalama, Çağlayan daha güzel tabii ki" diye çıkışırdı. Normalde Abdocu olan annem bir gün "Kızım Çağlayan daha güzel galiba ya, eti daha fazla koyuyorlar" demesiyle o ihaneti iliklerime kadar hissetmiştim.
Öğrenciyiz tabii, kitap fiyatları da malum, tüm öğretim yılı boyunca Sayar Fotokopi'nin önündeki sıralarla geçerdi günlerimiz. Bazen Cemil Meriç Kütüphanesi'nde sabaha kadar ders çalışırız diye kendimizi gaza getirip en fazla saat gece ikiye kadar çalışır, sonra da sabahı getirene kadar canımız çıkardı, ilk gelen dolmuşla evlere dağılırdık. Antakya Anadolu Lisesi'nde okudum ben. Çok farklıydı benim okulum. Sınıftan çıktığın an direkt dışarıya çıkmış olurdun. Koridorlar dışarıya açılırdı, kapalı değildi. Avlumuz vardı. Eğer kendimizi ödüllendirmek istiyorsak La Mistik'e giderdik, güzel atmosferiyle ruhumuzu, yemekleriyle de midemizi doyururduk. Yazın kavurucu sıcaklarında canımız künefeden çok haytalı çekerdi, eski Antakya'dan girip Affan'a çıkardık. Arka bahçede soğuk haytalılarımızı yerdik. Antakya'ya gelen herkesin ruhu da midesi de çok iyi doyardı. Hıdırbey’e gider, sanki önceden onlarca kez okumamış gibi Musa Ağacı’nın hikayesini okur, buz gibi suyuyla ferahlardık. Kiliseleri gezer, ezan sesiyle çan sesinin aynı anda sesini duyardık. Düğünlerde de çok iyi bilirdik eğlenmesini. Arapça şarkılar vazgeçilmezimiz olurdu, kokteylli düğünlerde kendi yaptıkları bir litrelik boğma rakıyı koyarlardı her masaya. Sandığınız gibi sarhoş olmazdı kimse, zaten hep içildiği için herkes bilirdi içmenin adabını.
Evi temizlerken dinlemek için oluşturduğum bir playlistim vardı. Evimi süpürür, Antakya kahvesini yapar, süvari bardaklara doldurur, müzik dinlerken evi silmeye başlardım. Normalde on beş dakikada silinebilecek evi keyifle, dans ede ede yarım saatte silerdim. Bazı yaz geceleri kulaklığı takıp sahnede ünlü bir şarkıcıymış gibi dans ederdim. Bazen de salondaki koltuğumda sabaha kadar dizi izler, günün aydınlanmasını yavaş yavaş içeri giren ışık huzmeleriyle anlardım. Biri bize kahvaltıya mı gelecek? Zeytin salatamız, çökeleklerimiz, humusumuz, bahçeden kopardığımız domates, biber, rokalarla sofrayı donatırdık. Tüm yaz kuzenlerimle sabaha kadar oyun oynardık, sohbet eder, özlemimizi giderirdik. Hatta deprem olduğu gün bizde toplanmış, gece 2’de Antakya köftesi sipariş etmiştik. Notlarımda hala en son “bir normal az acılı, bir kaşarlı acısız, bir normal acısız mayonezsiz, bir kaşarlı acısız, bir sadece kaşarlı” yazıyor.
Meğer o gece evdeki son yemeğimizmiş. Onlar depremden on dakika önce evlerine gitmişti, ben de tam uyumaya giderken yakalanmıştım depreme. On dakika önce haykıra haykıra gülen kuzenim elinde kanla bağırarak ağlıyordu. On dakika önce oyun oynayan biz ölümü bekliyorduk. On dakika önce deli mutlu olan biz sağanak yağmurda bağıra çağıra ıslanıyorduk. Eğer bir eviniz varsa onu çok sevin, olur mu? Temizlik yapmaya çok üşendiğiniz evlerinizi bıkıp usanmadan keyif ala ala temizleyin. Güzel mutfaklarınızda güzel yemeklerinizi pişirin. Mahallenizi sevin, sokak hayvanlarını besleyin. Çünkü evsiz ve memleketsiz kalırsanız bu kadar basit şeyleri yapamadığınız için bile çok acı çekiyorsunuz. Bir eviniz, bir memleketiniz olduğu için; tüm anılarınız yıkık binalar altında kalmadığı için; memleketiniz tanınmaz halde olmadığı ve kokmadığı için; “Memleket neresi?” diye sorulunca “Antakya” cevabını duyulunca "Geçmiş olsun, Antakya dümdüz olmuş" cümlelerini duymadığınız için; artık işe yaramayacağını bildiğiniz halde cüzdanınızdan çıkaramadığınız bir anahtarınız olmadığı için; biri "Eve gidiyorum" deyince kalbinize bir ağrı saplanmadığı için; bayramlarda, tatillerde dönebileceğiniz bir memleketiniz olduğu için; gece boyunca deprem rüyaları görmediğiniz için çok şanslısınız. Bütün bunları yaşayan, evsiz kalan bizler için bunların değerini bilin, olur mu?
Antakya çok kez yerle bir oldu, tekrar inşa ettiler. Biz de Antakya’yı tekrar inşa edeceğiz. Bu ne memleket sevdası diyorsanız Antakya’yı, Antakyalıları hiç tanımamışsınız demektir. Çünkü Antakya birçok kültürün, Arap’ın, Türk’ün, Alevi’nin, Ermeni’nin Yahudi’nin, Hıristiyan’ın kardeşçe yaşadığı bir yerdi, kültürel mirasından beslenen, şehrin ve insanın iç içe geçtiği, ayrılmaz bir bütün olduğu bir yerdi. Biz hep kendimizi çok şanslı hissettik buralı olduğumuz için. O nedenle bizlere başka şehirlerde altın tepside tüm güzellikleri sunsanız da biz Antakyamızdan vazgeçmeyiz, vazgeçmeyeceğiz.
Depremden sonra evimiz. Elimdeki yenidünyalar bizim bahçemizde bu yıla kadar meyve vermeyen ağacımızdan