1985’in bir Mayıs ayı. Ortalık taptaze bahar. Şehrin meşhur kırlangıçları gökyüzünde bağırıyor. Abuna Sami papaz olalı üç yıl olmuş. Orta yaşı geçmiş ama hala dinç. O olağanüstü güzel ve gür sesiyle kilisenin kubbesini yankılatıyor: Behtimedek ya Rabb fi Nahr’ıl Urdun (Ya Rab sen Ürdün Nehrin’de vaftiz oluyorsun). Elinde bir yaşına gelmemiş bir bebeği vaftiz ediyor. Sonra aileyle beraber bebeğe ilk komünyonunu veriyorlar. O yıllarda herkes kilisenin önceki papazı Abuna Butros’u özlüyor ama artık tek bir abunaları var. Zamanla çok seviyorlar bu abunayı. Hatta uzun süre kilisenin tek papazı Abuna Sami oluyor. Kilise 80 yaşını aşmış. Vaftiz olan bebeğin babası da, dedesi de, büyük dedesi de aynı taş kurnada vaftiz olmuşlar. Her şey olduğu gibi. Kilise sapasağlam duruyor.
1990’lar – Meraklı küçük bir çocuk. Sabahın beşinde uyandırılıp Paskalya ayinine sürüklenmiş. Gözleri uykulu ama uzaktan papazın elinde ikonaya kapıyı vurmasını izliyor – İftahu abwawakon – Yethol Melek’il Mejd (Açın kapıları, Göklerin Kralı Girsin!) Bir şeyler oluyor. Ama anlamıyor. O dev kapılar niye kapalı? İçerinde kim var? Kuzeninin dedesi mi acaba o bağıran? Zihnine bu anı kazıyor, kendine bir söz veriyor: Seneye annemin elinden kaçıp içeride kalacağım. Acaba ne oluyor içeride? Kilise mi? Kilise sapasağlam duruyor.
1990’lar – Meraklı küçük çocuk bu defa bir yaş daha büyük. Herkes elinde mumlarla dışarı çıkarken o geride kalıp içeride duruyor. Dışarıda önceki sene duyduğu aynı sesler, aynı ilahiler – Masih Kam min bayn’ıl emwat (Mesih ölüler arasından dirildi). Kilisenin o masif ahşap kapıları kapanıyor. Çocuk da içeride. Aa evet kuzeninin dedesi Ammo Bedro – içeriden Abuna Sami’ye cevap veriyor – Min hede Melek’ik Mejd? (Kim bu Göklerin Kralı?) Çocuk bu ana tanıklık ettiği için çok mutlu. Çok sevinçli. Sonra o da dışarı çıkıp arkadaşlarıyla geleneksel Paskalya çatapatlarını patlatıyor. Kilise sapasağlam duruyor.
1990’lar – Küçük çocuk kilisenin hemen arkasında bahçeli bir evde yaşayan halalarına gidiyor. Her hafta üç farklı yoldan birini kullanıyor. Ya eski karakolun sokağından geçiyor ya da kilisenin hemen sağındaki duvarın arkasındaki dolambaçlı ara sokaklardan. Ama en çok üçüncü yolu seviyor. Önce kilisenin ana kapısından sonra büyük ön bahçeden geçerek kilisenin dibinde olan sokak. Zaman içinde aşınmış kesme taşların içine doldurulan çimentolar üzerinde taşlara basmadan zıplayarak kendince bir oyun yaparak halalarının evine gidiyor. Bu sokağın sonundaki dev ahşap kapıların akşamları kapanıyor olmasına çok şaşırıyor. Orada kocaman 1. Kilise Sokak diyorlar – kapılar niye kapalı ki diye kendince düşünüyor. Pazar günü Kındtleft (Zangoç) Ammo Nikola slika dağıtıyor. Hem çok disiplinli hem de çok sevecen bir adam Ammo Nikola. Bayramlarda Abuna Sami’yle evlerine gelmelerinden çok mutlu oluyor. Geçen hafta Ammo Nikola’yı mum dökerken gördü. O acayip kasvetli karanlık odalarda. Neyse ki kilisenin içi aydınlık -ışıl ışıl kristal avizelerde bir sürü lamba var hem de kilise sapasağlam duruyor.
1990’lar– Büyük halası aniden ölüyor. Cenaze kiliseden kalkacak. Cenazelerin nasıl olduğunu çok merak ediyor. Ama annesi gitmesini engelliyor. Yaşlılar bir bir ölüyor ama kilise sapasağlam duruyor.
1997 – Of o nasıl depremdi! Annesine sarılıyor. 5.5 muymuş şiddeti? Antakya’da zaten hep deprem olurmuş. Herkes kiliseye gidiyor. Haftalarca vakıf odasında ve salonlarda oturuyorlar. Çocuk yerde yatıyor. Abuna Sami’nin abisi Ammo Behçet kara kaplı büyük bir defter çıkarıp 1872’de olan depremi, o depremde basit ahşap bir bina olan kilisenin devrilen mumların aleviyle tutuşup yanmasını, genç bir kızın enkazdan kurtarılmasını anlatan yazıları Arapça okuyor. İlgi ve biraz da korkuyla dinliyor. Tüm cemaat kiliseye sığınmış. İki üç hafta sonra hayat normale dönüyor. Kilisede uyuduğu zaman eski bir hatıra olarak zihninde yer ediyor. Deprem oldu ama kilise sapasağlam duruyor.
1998 – Paskalyalarda içeride kalmayı adet ediniyor. Bazı yıllar ahşap kapıların hemen sağındaki boşlukta dışarıda durup papazlarla beraber içeri ilk girenlerden oluyor. Böyle kadim gelenekleri çok sevmeye başlıyor. Hele Büyük Cuma – Büyük Cuma ayini ayrı bir özel oluyor. Kilisenin yıl boyunca hiçbir zaman açılmayan üst galerileri Büyük Cuma ayini çok kalabalık olduğu için açılıyor. O da tüm ayini yukarıdan, hatta kimsenin çıkmadığı taş değil ahşap olan bir üst galeriden seyretmeyi çok seviyor. Kilisenin bu ikinci katı yıllar içinde kullanılmayan eşyaların atıldığı bir depo haline de gelmiş. Tek kişilik uzun ve geniş tahtlara benzeyen kilise sandalyelerine bakıyor. Her biri bir şekil bu sandalyeler hiç aşağıda duvar dibindeki sandalyelere benzemiyor, bazılarının üstüne adlar kazınmış. Kulağa ilginç gelen bir adı zihnine kazıyor, Paskalya ayininden sonra ailesiyle halasına bayram ziyaretine giderken babasına soruyor, “Baba, Vasila Yatros kim?” babası gülüyor: “Dayımın karısının dayısının karısı – e sen bu adı nereden biliyorsun? Bu kadın öleli çok oldu”. “Kilisenin üst katındaki sandalyede okudum” diye cevap veriyor. “Haa,” diyor babası, “doğru ya, eskiden kilisede kişiye özel yerler olurdu, bazılarının kendine özel sandalyeleri vardı, hatta çok kalabalık olduğumuz için biz erkekler alt katta, kadınlar da üst katta otururdu”. Yeni bir bilgi öğrenmenin hazzını o yaşlarda anlayan çocuk bu bilgilerle mest oluyor. İzleyen yıllarda Büyük Cuma ayininin İsa’nın ölümünü ilan eden 33’lük çanının çalacağı sıra Kındleft Razık Abi’yle çan kulesine çıkmaya başlıyor. Kilise sapasağlam duruyor.
1999 – Artık o kadar da küçük değil. Babasından ısrarla Paskalya için takım elbise istiyor. E iyi de babası gömlek terzisi, hadi pantolonu yapar da ceketi arkadaşına yaptırıyor. “Al giy bak kahverengi güzel oldu, hem gelecek ay abin evlenecek, hem düğüne hem Şağnini’ye hem de Paskalya’ya giyersin” diyor. Abisinin düğünü çok güzel geçiyor. On yıl sonra kendi düğünü çok tantanayla olmuyor. Tantanalı şeyleri çok sevmiyor zaten ama kilisenin o dev kubbelerine bakıp hayran olmadan da duramıyor. Kilise sapasağlam duruyor.
2000’ler – Kilise tadilatta. Meğer beyaz yağlı boyanın altında kesme taşlar varmış. Katolik kilisenin rahibi Padri Domenico ona tadilattan bahsediyor. Seneler önce yağlı boyayı sütunlara sürmeden önce sütunlardaki o güzelim taşlara boya tutsun diye yüzlerce küçük çentikler atmışlar. Padri buna üzülmüş ama yine kilisenin saf taş hali beyaz boyalı halinden daha güzel diyor. Kilise açıldığında ilk önce sütunlara bakıyor. Evet yüzlerce çentik var. Seneler boyunca bu çentikleri ne zaman görse aklına Padri’yle olan sohbeti geliyor. Bir de avizeler tabii – Kilise kesme kristal avizeleri eski bulup camilere bağışlıyor. Yerine dövme demir modern avizeler getiriyorlar. Halk bu avizeleri sevmiyor. Halk yeni hiçbir şeyi başlarda sevmiyor ama sonra çok çabuk alışıyor. Kristal avizelerden bahseden kimse kalmıyor. Kilisenin ahşap kapıları sökülüp yerine Petrus ve Pavlus kabartmalı kapılar konulunca da üzülüyorlar. Eski düz kapıyı özlüyorlar. Fakat sonra bu kapılara da alışılıyor. Kilise 100 yaşında – sapasağlam duruyor.
2000’ler – Kilisede herkes her an meşgul. 2000 yılı kutlamaları için bütün patrikler şehre gelecek. Sürekli bir koşuşturma var. Kilise görevlilerden biriyle çan kulesinde sohbet ederken görevli veryansın ediyor: “Kiliseye temizlik şirketi tuttuk, köşe bucak temizlediler, Şamdaki Patrikhane’den gelen kadın beğenmedi ‘eyş heş nişh, eyş heş nişh‘ (bu ne pislik)” deyip durdu. Buna kahkaha atıyor. Ermeni Patriği, Rum Patriği İstanbul’dan gelecekler, şehrin adını taşıyan Patrik ve Süryani Patrik Şam’dan gelecek. Vatikan da önemli bir kardinalini yolluyor. Tabii, bu liderler maiyetleriyle geldikleri için her yerden bir episkopos, bir papaz çıkıyor. Eskinin mum dökülmekte kullanılan odaları son tadilatta yenilenmiş, cemaate ev sahipliği yapan kabul odalarına dönmüş. Herkes patriklerin elini öpmek istiyor. O da o kargaşada bazı patriklerin elini öpüyor. Ama İstanbul’dan gelen patriğin elini hala öpemediği için hayıflanıyor. Ertesi günkü ayinde kilisenin mukaddes bölümüne, İl Heykel’e giriyor. Patrik orada oturmuş. Çevresinde de doğru dürüst kimse yok. Farkında olmadan Patrikle Arapça konuşuyor, halbuki Patrik Gökçeadalı, Türkçe cevap veriyor. Elini öptükten sonra da mutlu mutlu uzaklaşıyor. Kilise sapasağlam duruyor.
2001 – O cuma babası onu çarşıya çağırmış. Köyden gelen sütü ekşimeden eve götürmesi lazım. Buna pek öfkeleniyor ama bir şey de diyemiyor. Çarşıdan elinde sütle eve koşarken 33’lük çanın çaldığını duyuyor. Kaç yıldır ilk defa çan kulesine çıkamadığı için çok sinirleniyor. Eve gittikten sonra kiliseye koşuyor. Büyük Cuma’nın sonuna yetişiyor. Kilise sapasağlam duruyor.
2000’ler – Artık başka şehirde olduğu için kilisesine pek gelemiyor. Noel’i ve Paskalya’yı içinde cemaati bulunmayan kiliseleri olan üniversite şehrinde yabancı arkadaşlarıyla geçirmeyi tercih ediyor. Seneler sonra gittiği bir Noel’de o müthiş Noel kutlamalarına çok şaşırıyor. Biz çocukken bunların hiçbiri yoktu. Ne güzel yeni adetler getirmişler deyip seviniyor. Kilise sapasağlam duruyor.
2009 – Bir Nisan ayında kilisesinde evleniyor. Abuna Sami çok yaşlanmış ama yine de düğününü diğer iki ve daha yeni olan abunayla beraber yapıyor. Eşi yabancı olduğu için Protestan bir pastör ve çocukluğunun bir parçası olduğu için de Padri Domenico’yu da düğünü kılmaları için çağırıyor. Düğününde beş papaz var. Karısıyla ele ele masanın etrafında evli olarak ilk adımlarını atıyor. Başlarında şehrin 1940’lardaki ünlü Hıristiyan kuyumcusunun kızı evlendiği zaman kiliseye armağan ettiği telkari gümüş taçlarla. Cemaat aslında kilisenin inşa edilmeye başlandığı ilk yıllardan beri kiliseye hep bir şeyler bağışlıyor. 1872’de yıkılan kiliselerini bitirmeleri yirmi yıldan fazla sürmüştü. Şimdi o nesilden kimse yok ama kilise hala cemaatin evi, bayramlar, vaftizler, cenazeler, düğünler… Bizans ve Rus kiliselerini andıran herkesin bir araya geldiği müthiş bir mabet. Kilise sapasağlam duruyor.
2011 – Anneannesi ölüyor. Cenazenin anma ayinlerinden birinde babasıyla yan yana oturuyor. Kilisede sadece aile var. Arka sıralarda bir yerdeler. Babası kilisenin kubbesini işaret ediyor. “Nasıl yapmışlar sence?” diye soruyor. Adam bu soruya çok şaşırıyor. Babasının kendisinin aksine çok konuşkan biri olmadığı biliyor. “Haçı mı diyorsunuz baba?” diyerek İl Heykel’in tepesinde en büyük haçı işaret ediyor. “Evet, bir tarafı kopmuş, umarım restore ederler” diyor. “Hayır,” diyor ihtiyar adam, “kubbeyi söylüyorum. Nasıl yapmışlar sence?” “Bilmem baba” diyor. “Ahşap iskele kurup taşları öyle örmüşlerdir”. Babasının mimariye ilgi duymasına şaşırıyor. “Sizin de dedeniz bahçede taş ustası olarak çalışmıştı değil mi?” diyor. Babası başını sallıyor. Sonra babasının dedesini, kilisenin duvar inşaatında çalışan annesinin dedesini düşünüyor. Tüm bu insanlar artık yok, 1872 depremi şehri çok sarsmış. Herkes elinden geldiğince kilise inşaatına el atmış. Cemaatten o kadar ölen olmuş ki, insanlar Suriye’nin İdlib kentinden şehre yeni göçler olmuş. Bunları düşünüyor. Bugünden tam iki ay sonra da babası ölüyor. Bu defa kubbeye ve haça bakarken babasıyla yaptığı son sohbeti düşünüyor. İnsanlar ölüyor ama kilise sapasağlam duruyor.
2013 – Kilisede ilk doğan kızının vaftizi olacağı için çok sevinçli. Kendisinin vaftiz olduğu kurnada şimdi de çocuğu vaftiz olacak. Abuna Sami çok yaşlı olduğu için artık evinden çıkamıyor. Fakat Abuna Dimitri ve Abuna Jan’ı da çok seviyor. Zaten kilisenin ana papazları artık onlar. Bir asırdır bir sürü insan kiliseye sevgiyle hizmet ediyor, sonra yerlerine başkaları geliyor. Ammo Bedro, ihtişamlı sesiyle İbrahım Bıtı, Kindleft Nikola ya hastalar ya ölmüşler ama yerlerine yine güzel sesli ilahiciler geliyor. Kişiler terki dünya etse de gelenekler hep sürüyor. Kilise sapasağlam duruyor.
2016 – Batı dünyasına temelli taşınacağı için içi buruk. Taşınmadan bir hafta önce diğer iki çocuğunu mutlaka vaftiz ettirmek istiyor. Kızını ve oğlunu yine sevinçle vaftiz ettiriyor. Adlarının kendi adının, babasının, dedesinin adlarının olduğu vaftiz defterine kayıt edilmesini gurur ve sevinçle izliyor. Birkaç ay önce Paskalya ayinine de katılmıştı. Hatta Büyük Cuma’da galerideyken Kındleft Razık Abi’yle karşılaşıyor. Razık Abi ona “Hatırlar mısın? Çocukken yıllarca büyük çanda hep benimle kuleye gelirdin” diye soruyor. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle “Hatırlamaz mıyım hiç?” diyor. Çocuklarını ve eşini alıp kilisesinden ve memleketinden ayrılıyor. Çocukluğunu, kentini, ilk gençlik yıllarını arkasında bırakıyor – gitmeden de fermanların altında sergilensin diye eski bir Yunanca İncil’i kiliseye veriyor. Kilise sapasağlam duruyor.
2022 – Her yıl Paskalya ayinini Facebook’tan canlı izliyor. Hatta bazen ekranda Büyük Cuma’da kilisedeki hemen hemen her üye gibi hep aynı yerde oturan annesini görüyor. Kilisede adettir, herkes hep aynı yerde oturur, erkekler babalarının kadınlar ise kaynanalarının oturduğu yeri kendi yerleri olarak görürler diye yıllardır tekrarlanan bu adetleri düşünerek gülümsüyor. Artık koltuklara kimse isim yazmasa da herkesin yeri bellidir. Kilisesini Kuzey Amerika’nın bazen can sıkıcı ve sürekli kar kaplı bir şehrinden Facebook aracılığıyla takip ediyor. Bir gün heyecanla eşine üç dakikalık bir video gösteriyor. “Baksana! Bütün ikonaları restore etmişler. Hepsine yeni çerçeveler yapmışlar. Yılların mum ve buhur dumanından kararan o güzel sanat eserlerinin hakiki renkleri ortaya çıkmış, İl Heykel’in ahşap bölümlerini de restore etmişler. Vay be! Ne güzel olmuş. Bir dahaki gidişimizde bunlara mutlaka yakında bakayım” diyor. Kilise sapasağlam duruyor.
2023 – Soğuk bir Şubat akşamı. Ülkesinde deprem olmuş. Aslında depremin merkezi uzak bir şehir. “Bizimkiler biraz sallanmışlardır. Eğer çok kötüyse kiliseye sığınmışlardır” diye içinden saf düşünceler geçiyor. Almanya’daki kuzeni de kendi ailesine ulaşamadığı için içinde hala küçük bir çocuk olan bu adamı arıyor. “Abi kiliseye sığınmışlardır” diye teselli ediyor. Ertesi gün depremin şiddetini anlıyor. “Hep acaba kilise nasıldır?” diye öğrenmeye çalışıyor. Herkes “yıkıldı” diyor ama buna inanmak istemiyor. “Hasarlıdır ya” diye düşünüyor. Sonra çan kulesinin yere yan yatmış bir halde olan fotoğrafını görüyor. Gözleri doluyor. Birkaç gün sonra da bazı kanallar dronela kilisenin üstünden geçerek bir video yayınlıyor. Ağlıyor. Elinden ağlamaktan başka hiçbir şey gelmiyor. Gözünü kapatıp çocukluğuna, çan kulesine, bayramlara, vaftizlere, cenazelere gidiyor, çocukken her Pazar gidip arkadaşlarıyla oynadığı bahçeyi, kilise görevlilerinden ders aldığı talim saatlerini hayal ediyor. İkonaları, İl Heykel’i, gür sesli ilahicileri, mumları, bahhur kokularını düşünüyor. Elinde büyük nenesinin ikonasıyla devrede tur atmasını. Şağnini’deki balonları hayal ediyor. Paskalya’da herkes gittikten sonra son İncil okumasına kalıp elimde mumla papazın önünde durduğu anları düşünüyor.
Lakin tüm bu hatıralara rağmen ağzından yıkım, ölüm, acı ve keder kelimelerinden başka kelam çıkmıyor. Bu kelimeleri yazan adamın çocukluk kilisesi artık yok. Bu adam yıllar önce çok küçük bir çocukken kilisenin bahçesinde bulduğu bardak altlığına bakarak hüzünleniyor.
Bu çocuk yas tutuyor. Antakyalı yüz binlerce insan gibi…