“Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
Kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün” [1]
En son ne zaman birini Antakya’ya davet edip yemeklerini, tarihini ve doğasını övmüştük 29 Mart’ta mı yoksa Paskalya’da mı boyanan yumurtalar daha renkli geliyordu gözümüze? 10’lu yaşlarda bir kız çocuğunun arkadaşına “Masalların Masalı”[2] şiirini gösterip “bak çok güzel bir şiir, okusana” dediği kitapevi tam olarak nereye denk düşüyordu şimdi? En iyi künefeyi Köprübaşı’nda hangi künefecide ve yaz geceleri saat kaçta yemeliydik?
Bir kentin yası nasıl tutulurdu? Oysa ki sevdiğimiz birini kaybettiğimizde nasıl davranacağımızı öğretmişlerdi bize. Hangi ritüellerin gerçekleştirildiğini, cenaze töreninin mekanı fark etmeksizin, hangi mekanda nasıl var olabileceğimizi biliyorduk. Peki ya hem mekanı hem sevdiklerimizi aynı anda kaybettiğimizde?
Depremin ilk günlerinde bildiğimiz gerçeklerden biri açığa çıkmıştı aslında. Daha önce hiç bu kadar açıktan ve hiç bu kadar dolaysız “yalnız” ve “çaresiz” hissettirilmemiştik sadece. Oluşturduğumuz mekanların, hayatların, sevdiğimiz veya tanıdığımız insanların aniden yok oluşuyla birlikte “yurtsuz” kalmıştık. Nesiller boyu zor şartlarda kendi mekanlarını yaratmış kendi topluluklarını oluşturmuş ve yaşatmaya çalışan kentin sakinleri olarak hiç bu kadar “yabancı” hissetmemiştik gördüklerimizin ve yaşadıklarımızın karşısında.
Bir sene geçti. Her ne kadar görünmez kılınmaya çalışılsa da, gündemin gölgesinde tutulmaya çalışılsa da, hatta koca bir şehrin insanlarının iradesi yok sayılsa da hayatı yeniden kurma mücadelesi burada hiç bitmedi. Aksine kent git gide kalabalıklaştı. Geri dönenler, burada hala temel yaşam koşullarının sağlanamadığını bile bile dönmeye devam ediyorlar. Çünkü yeniden ilmek ilmek kurulması gereken bir arada yaşamların ve mekanların olması gerektiğini düşünüyorlar. Bunun için yeniden bir araya gelmek “devam etmeye” yardımcı oluyor bir çoğumuz için belki de.
En büyük korkumuz unutmak şimdi. Aslında en başından beri, enkazlarda bulunan albümlerin günlerce belki bir tanıdıkları çıkar diye kalıntıların yanlarına bırakılmalarının sebebi de aynı. Kentin depremden önceki halini dolayısıyla geçmişimize dair anılarımızı, kaybettiğimiz insanların kim olduklarını, özelliklerini unutmamaya çalışmak acıyı da pekiştiriyor beraberinde. O yüzdendir ki hala yıkıntıları, dümdüz arazileri birbirimize gösterip mekanlar ve anılar hakkında konuşmaya devam ediyoruz.
Unutma korkusu karşında deneyebileceğimiz şeylerden biri kolektif bellek oluşturmaya çalışmak aslında. Bireysel olarak anılarımızı, kente dair oluşturduğumuz sembollerimizi, ritüellerimizi kısacası inşa etmiş olduğumuz bir arada yaşamı şimdi daha da sağduyulu bir şekilde yeniden bir araya getirmeye ve kamusal olarak erişilebilir kılmaya ihtiyacımız var.
Depremden önce bu kenti ziyaret etmiş olanlar, kentin kendine özgü çok kültürlü sesine ve neşesine şahit olmuştur. Şimdi yasımız kucağımızda yeniden “birlikte” deneyerek bu kentin neşesini ve umudunu uyandırmanın vaktidir.
[1] Kavafis, Konstantinos Petrou, Şehir
[2] Hikmet, Nazım, Masalların Masalı