Amanos Dağları’ndan Amik Ovası’na inerken görünen düzensiz renklerin tarih boyunca canlı tuttuğu hayret ve merak duygusu bu günlerde tedirginliğe karışıyor. Asi Nehri ile Akdeniz’in buluştuğu yerde nefes alan Antakya’nın soluğuna karışan toz, işlenmiş tarihin yabancı maddeye dönüşünden başka bir şey değil. Bu tabloda hangi binanın kendisi olmaktan çıktığına dair anlaşmazlıklar da var. Hakkında yıkım kararı verilip iptal davası açılmış bir binanın duvarına kırmızı spreyle “MAHKEME[M] / YIKILMADI, YIKILMAYACAK” diye not düşülmüş.
İhtilaflı bina
Her gün hiç değilse birkaç yıkımın yapıldığı ilçede dozerlere eşlik eden kamyonlar seçme yapı malzemelerini onlardan muntazam ayrılamamış kıyafet ve benzeri kişisel eşyalarla birlikte mecburen istifleyip taşıyorlar. Manzaraya bakınca molozların ise öylece bırakıldığı belli oluyor. Kemal Paşa Caddesi’nden Hasırcılar Çarşısı’na kadarki dört dakikalık kısa yürüyüş bile yıkım çalışmaları arasında bir kamyon toz yutmak demek. Habib-i Neccar Camii ve onlarca apartmanın tozu o caddede birbirine karışıyor. Yine de yolun devamında Uzun Çarşı, toplum olma halini duyuran bir kamu alanı olarak değiş-tokuşu inatla sürdürmeye çalışıyor.
Kemal Paşa Caddesi’nde yürüyüş
Toplanan ve yıkıntı alanında bırakılan materyaller
Bu yazı, depremin yedi buçuk ay sonrasında Tömük’te başlayıp Antakya’da biten, hem duygusal hem coğrafı olarak gelgitli bir haftalık seyahatin notlarından oluşuyor. Görüntüler eşliğinde naçizane bir güncelleme mahiyetinde derlediğim bu yazı, günlük hayatın asgari gereklerine dair Antakya’da konuşulanları sıralayacak.
Öncelikle Uzun Çarşı: "Sen buralı değilsin herhalde?" Yabancılık teşhisi içeren bu soru bana genelde bir uyarı, belki biraz da küçümseme hissi verir. Fakat bu hafta hissettiğim, Antakya esnafı için sorunun bir memnuniyet belirtisi işlevi gördüğü. Uzun Çarşı’nın esnafı misafir oldukları illerden Antakya çevresindeki yerleşkelere dönmüş, dükkanlarını açıp işbaşı yapmış ve müşterilerini bekliyorlar. Dışarıdan birilerinin gelip dolaşması, Antakyalıların iyi bildiği şeyleri sorarak alışveriş yapması onları gülümsemeli konuşmalara gark ediyor.
Ortamı olağanüstü hal olmaktan çıkaran sohbetler var: Benim payıma düşen kerebiçin Mersin’den ibaret olmayan güzergahını tane tane dinlemek. Mersin'den geldiğimi söylemem üzerine katıktan kömbeye, yemeklerdeki farklılaşmaya dair eğlenceli konuşmalar eşliğinde siparişler hazırlandı. Bu rekabete eskiden de aşinaydım zaten. Tanıdık olmayan ise "Mersin'den geldik" diyince çarşının en eski fırıncısı Yunus Bucak’ın "ben de" demesiydi. Ben çocukluğumun Çukurova’daki kısmından, o ise depremden 3-4 gün sonra Antakya'yı terk edişinden bahsediyordu. Deprem ikisine de dokundu gerçi: Mersin’de dört sene okuduğum 24 Kasım İlkokulu da depremden sonra kullanılamaz hale gelmiş, muhtemelen bu seyahatte son kez bahçesinde dolaşmış oldum.
Resmi makamların toparlanma umudunu inşaata endekslediği koşullarda bile Antakya merkezinde göze çarpan bir yeniden yapılanma faaliyeti yok. Yeni konutlar Altınözü-Kansu taraflarında yoğunlaşıyor. Bu aşamada esnaf için umut verebilecek yegane şey çarşıya ulaşımın mümkün ve nispeten rahat kılınması olurdu. Fırınlardan hasırcılara, oyuncakçılardan aktarlara birçok dükkan açılmış, Vedat Milör’ün favorilerinden Pöç Kasabı dahil. Ayakta durmalarıysa kolay olmayacak, zira Antakya içi toplu taşıma yok. Trafik kuralları da levhalardan, ışıklardan ve polislerden çok sürücülerin karşılıklı anlayışı üzerine kurulu. Yollardaki göçük ve molozlar ciddi dikkat istiyor. Bu şartlarda çarşıya dışarıdan günübirlik ziyaretlerin zorlayıcı olduğu farkındalığıyla Türkiye genelinden internet alışverişlerinin teşvik edilmesi gerekiyor. Örnekler mevcut, ancak sınırlı.
Antakya’nın merkezi ile Belen Yaylası arasındaki ovada farklı belediyelerin iş bölümü yaparak kurduğu yerleşkeler mevcut. Geri dönen Antakyalıların büyük kısmı buralarda yaşamaya başlamış. Ancak merkezi yönetimin kontrolü dışında oluşmuş kaldırım kenarı çadırlar da mevcut. Bunların tespiti ve taşınması gerekirken konteynerlerde su sızıntısı, elektrik kesintisi gibi sorunların devam ettiği söyleniyor. Saint Pierre Kilisesi’nin hemen aşağısında ise bir çadır alanı kurulmuş. Raporlardan anladığım kadarıyla Şubat ayında on kadar AFAD çadırıyla oluşmaya başlayan yerleşkeye bugün derme çatma çadırlar dahil onlarcası eklenmiş halde.
Belen yönündeki bir konteyner kent
Saint Pierre’e varır varmaz çok sayıda çocuk etrafımızı sardı. Baran özellikle eşlik etmeye kararlı görünüyordu. Sağolsun, geçen aylarla ilgili bayağı bir şey anlattı. Eski girişe, yani merdivenlere yöneldiğimi görünce beni “kafana taş düşer bak” diye panikle uyardı. Birkaç gün önce kendisinin başına gelmiş. Yeni girişi gösterdi. Burada da yürüdüğümüz yerin ötesine dağdan düşmüş kayalara dikkat kesilmiştim bir kere, ama aldırış etmiyor gibi yaparak müze girişine kadar yürüdük. Baran’ın ailesi depremin değil, depreme bağlı olarak dağ yamacına düşen kayaların yıktığı mahalledeymiş. “bizim ev sağlamdı aslında ama taş düştü” dedi. Hal böyle olunca Saint Pierre’in aşağısındaki çadırlardan birine yerleşmiş onlar da. “Depremde millet şu tünellere sığındı” diye, bir zamanlar kilise mensuplarının baskınlardan kaçmak üzere kullandıkları sanılan tünel ve oyukları gösterdi.
Baran'ın elle gösterdiği tünel
Saint Pierre Kilisesi'nin aşağı tarafındaki çadır alanı
Altıncı sınıfa geçmesi gerekirken okulu bırakmış Baran. Mart ayı sonunda %60’ları bulduğu rapor edilen okula devam oranının Eylül itibariyle kaç olduğuna dair güncel bir veri yok. Defne’de geçen sene 36 bin olan öğrenci sayısının bu Eylül itibariyle 28 bine düştüğü Eğitim-Sen Hatay Şube Başkanı Özgür Tıraş’ın sözleriyle basına yansımıştı. Antakya’da ise 50’yi aşkın yerleşkenin üçte birinde kurulan konteyner okulların önce kalabalık sınıflara, sonra da okula devam oranında düşüşe yol açtığı anekdotlara konu oluyor. Okula gidiş yolu da bir başka caydırıcı unsur. Tozlu ve hasarlı yollarda, binaların altından birkaç dakika yürümek bile mesele. Yürüyemeyecek durumda olanlar saatlerce otobüs bekleyip genelde tıklım tıklım kendini gösteren az sayıda otobüsü takip ediyorlar, veya otostop gibi ailelerini tedirgin eden yollarla okula gidip gelmek durumunda kalıyorlarmış.
Sonuç yerine
Doğu Roma tarihçisi Paveł Filipczak, Antakya antik kentindeki hasar görmüş binaları incelediğinde şehrin tarihine isyanlardan ziyade depremlerin damga vurduğunu düşünmüştü. Ona göre seküler ya da dini makamları temsil eden yapılarda gözlemlenebilen fiziksel hasar, çatışan gruplardan değil depremlerden ileri geliyor. Buradan hareketle Filipczak, Antakya’nın “görece barışçıl” bir halka sahip olduğu sonucuna varıyor. Bugünkü Antakya halkı da öncülleri gibi kayda değer bir direnç ve birliktelik gösterirken evlerinde ortak deprem tecellisini görüyor. Şehri daha önce yeniden inşa edenler gibi bugün çabalayan halk da Antakya’nın köklü tarihine bir kayıt düşmüş olacak.
Antakya