Buse Ceren Gül, Antakyalı genç bir mimar. Tam bir Antakya sevdalısı. Covid 19 salgınında kaybettiği dedesinin çocuklukta ona taktığı ismin ardından adlandırdığı Bus•Bus Mimarlık çatısı altında Türkiye’de ve uluslararası alandaki projelerde yer alıyor. Mesleğine tutkusu çok güçlü. Öyle ki, mimar olma hayalleri kurduğu 13 yaşında mimarların sadece tarihi binalar yaptığını sanışını anlatımı beni çok etkiliyor. Bu tutkusu ona Antakya Rum Ortodoks Kilisesi’nin ve Saray Caddesi üzerinde vakıfa ait dükkanların rölövesini çıkarma imkanı da tanımış. İşini öyle severek yapmış ki, bugün elimizde istendiği takdirde kiliseyi ve Saray Caddesi’nin büyük kısmını yeniden inşa etme olanağı var. Röportajı gerçekleştirirken şehrini Buse gibi bu kadar seven, mesleğini tutkuyla yapan daha çok insana ihtiyacımız olduğunu düşündüm. Buse Ceren’le depremi, Antakyalı olmayı, Rum Ortodoks Kilisesi’nin rölövesini çıkarma sürecini ve Antakya’yı nasıl inşa edeceğimizi, nasıl geri dönebileceğimizi konuştuk.
Röportaj: Anna Maria Beylunioğlu
Buse öncelikle deprem gecesini sorarak başlamak istiyorum. O gün neredeydiniz? Nasıl yaşadınız o günü?
Biz Antakya’da değildik, kardeşimle birlikte Dubai’deydik. Sabaha karşı bulunduğumuz yerde Antakyalı biri vardı. Biliyorsunuz yurtdışına gittiğinde Antakyalılar birbirlerini bulurlar. Sabaha karşı o aradı, ciddi büyük bir deprem oldu diye ama tabii ki idrak edemedim ben. Depremin ne boyutta olabileceğini gözümde kestiremedim açıkçası. Sonrasında kız kardeşimi aradım, annemi aradım, ulaşamadım. Başkalarını aradım, birine ulaşayım da öğreneyim ne durumda olduklarını, hiç kimseye ulaşamadım. Aradan biraz zaman geçti, babamla kardeşimi uyandırmak için aşağıya indim. Ama kime ne olduğunu bilmediğim için onları da korkutmak istemiyordum, biliyorsunuz, kalp krizi durumları olabiliyor. En sonunda kız kardeşim bana ulaştı. “Biz iyiyiz” dedi. Annemle o evdelerdi. Ama annemin telefonu çalıyor ama açılmıyordu. Telefonunu evde unutmuş çıkarken. Çünkü bizim bina da ağır hasarlıydı. Sonrasında döneceğiz ama İstanbul’da da kar yağıyor, havalimanları kapatıldı. En sonunda uçak bulduk, İstanbul’a geldik ama uçakta 5 saat kaldık, o 5 saat içerisinde düşünüyoruz “Ne oldu, ne oluyor, acaba indiğimizde başka bir senaryoyla mı karşılaşacağız?” falan diye. Biz indik, niyetimiz Antakya’ya geçmekti ama uçuşlar iptal oldu. Buradan gönüllüleri götürmek için bir araya gelindi ama orada da birçok sıkıntı yaşandı. Anneme ulaştığımızda, “Buraya gelmeyin, hakkımı size helal etmem, bana oradan yardım edin” dedi, çünkü orada hiç kimse birbirine yardım edemiyordu. Kimse kimseye ulaşamıyordu bile. Biz anneannem ve halamın enkaz altında kaldığını da geç öğrendik. Onlar bize geç bildirdikleri için. Sonrasında tabii ki gitmek istiyorsun ama bir yandan diyorlar ki “Gelirseniz daha kötü olacak her şey. Bari birileri bize dışarıdan bir şeyler yapsınlar”. 6 gün boyunca AFAD’a yalvardık, AKUT’a yalvardık. Sürekli “kaydınızı alıyorum” dediler ama alınan bir kayıt yoktu. Sağolsun üniversiteden arkadaşlarım ulaştılar bana. Antalya’dan, İstanbul’dan giden var, onlar ekip kurdular, gittiler. Bu arada insanlar gidiyor ama enkazlar çok ciddi, binaların yıkımı çok şiddetli. Normal bir binanın yıkımını bir mimar olarak hayal edebiliyorum ama günlerce ben binaların yıkım şekillerini inceledim ki, ne olmuş olabilir diye düşündüm ki, benim bile aklım almadı.
Tam onu soracaktım aslında, mimar gözüyle baktığında, neden bu derece bir yıkım olduğuna dair ne söylemek istersin?
Öncelik olarak zemin çok önemliydi. Biz de şöyle bir şey yaşadık, mesela müşteri bazen sizden maliyet artmasın diye sizden çok garip şeyler de isteyebiliyor. Yaptığımız bir villa var, bu villada normalde iki katlı diye başladık, sonra beş kata çıktı çünkü zemin etüdü yaptırdım. Zemin etüdünde dolgu çıktı. Ve dolguyu çıkardık çünkü sert zemine yapmanız gerekiyor temeli. Üç metre çıkardık. Üç metreden daha fazlaydı dolgu, 6 metre dolgu çıktı. Adam normalde bizden üç metre istedi. Ama biz dedik ki, “Bunu bu şekilde inşa edemeyiz, bu riski göze alamayız”. Ve biz onu 6 metre ve iki bodrumla çözdük, yani bina 5 kata çıktı. O günden sonra, herkes iyi mi, bütün inşaatlarımız yerinde mi diye herkesi aradığımızda adam dedi ki, “Sıva çatlağı dahi yok”. Sadece mobilyalar yıkılmış o da zaten olabilecek bir şey yüksek tavanlı evlerde. Sabitlemediğiniz sürece zaten şu an bir abajurun yanından geçerken çarptığınızda bile düşer. Ama bu tarz istekler olduğu zaman hem müteahhittin hem mimarın hem inşaat mühendisinin, herkesin o çizgide durması gerekiyor. Çünkü başından beri söylüyorum: “Biz insanlara yuva inşa ediyoruz, mezar inşa etmiyoruz”. Zaten o öldükten sonra mermeri bile bir yıl sonrasında koyuyorlar. Bizim yapacağımız şey bu insanların orada barınabilmesi. Bunu yapamıyorsak, o zaman bu mesleğin de bir anlamı yok, müteahhitliğin zaten bir anlamı yok. Ben sekiz yıldır mimarım, bugüne kadar hiçbir müteahhitle çalışmadım. Hep şunu söyledim, “Ben onların isteklerini karşılayabilecek biri değilim”. Yapamam, vicdanen de yapamam, tasarım olarak da yapamam. Beklentiyi karşılamak çok farklı bir şey, müşteriyle enerjiyi yakalamak çok farklı bir şey. Uzun bir süre birlikte yürüyorsunuz. Ama müteahhitlerle yapılan apartmanlar maalesef ki öyle değil. Onlar maliyet tarafındalar daha çok, o yüzden orada büyük sıkıntı yaşanıyor.
Son sözü müteahhit mi söylüyor?
Tabii, parayı veren düdüğü çalar mantığı var. Ama bu noktada yapmak istemiyorsa inşaat mühendisi ya da mimar tercih meselesi. Yapıyorsanız, müteahhitten bir farkınız yok zaten. Yapacak müteahhit bulunuyor bir şekilde ama en azından yoruluyor o süreçte ve belki vazgeçiyor. Şöyle bir algı da var, çok demir koyarsak depremde yıkılmaz. Hayır, öyle bir şey de söz konusu değil. İnsanlarda, maalesef ki bizim toplumumuzda, özellikle Antakya’da, yaklaşık 4 yıldır Antakya’da çalışıyorum, her şeyi bilme olgusu vardır. Herkes her şeyi bilir. Mesela mimar olarak biz eğitimliyiz, tabii ki, bunu iyi kullanan da kötü kullanan da var her meslekte olduğu gibi bu. Ama bir kalıpçı da, sıvacı da sizinle aynı işi yaptığını sanıyor. Elektrikçi de sucu da. Siz bir onlarla savaşıyorsunuz, hem de mal sahibi onları daha çok bilirkişi diye görüyor. Hata orada başlıyor zaten. Bu insanların ellerine sağlık, tabii ki iyi ustalar var, biz de onlardan bir şeyler öğreniyoruz. Biz teknik biliyoruz ama saha kısmını tabii ki onlarla yürüyor, ben de çok şey öğrendim bugüne kadar. Ama bunu teknikle birleştirdiğim zaman başarılı oldum zaten. Eğer ki usta bana deseydi ki, “Şunu şöyle yapmak zorundayız”, bilmediğim için tabii ki derim. Ama bir şeyin nasıl olması gerektiğini ancak araştırarak öğrenebiliriz. Bu mimar için de müteahhit için de geçerli. Dünyada her saniye yeni bir şey keşfediliyor, hepsine yetişmek çok zor ama kendi alanınızla ilgili açıp bakabilirsiniz.
Antakya’da şehrin ovaya kurulmuş olmasını etkisi var mı bu yıkımda?
Tabii ki, illa vardır bir etkisi ama Antakya yüzyıllardır var olan bir şehir ve eski antik kente baktığınız zaman yeri zaten belli. Bu şehirleşmeyle ilgili Türkiye çapında maalesef şöyle bir problem var: Biz master plan yapan bir millet değiliz. Ben yurtdışında şehirler inşa ediyorum, şehir planlarına çalışıyorum, öncelik olarak ilk yaptığımız şey şehir planı. Yani buraya bu şehir kurulur mu ya da bu şehir buraya doğru genişletilir mi? Ama Türkiye’de hep çarpık kentleşme dediğimiz şey var, olmayacak yere de biz yapıyoruz. Evet, eski Antakya’yı düşündüğümüzde altından fay geçiyor olabilir, zemin zamanla mukavemetini kaybetmiş olabilir, sıvılaşma mümkün olabilir, geri kalan içinse ayakta kalan binalar var. Deprem yönetmeliğine baktığınızda 9 şiddetine dayanması gerekir diyor. Hasar almaması gerekir demiyor, diyor ki, ayakta kalacak. Yani bu insanlar bu binayı terk edebilecekler. Orada ayakta duran binalar var. Benim de binalarım ayakta durdu. Yani baktığınızda iki bina yan yana yıkılmış üçüncü bina ayakta duruyor ve insanlar oradan çıkabilmişler. Demek ki yapılabiliyor, orada başka bir sıkıntı var, onun irdelenmesi gerekiyor. Zemin kötüyse o zaman zemin etüdünde çıkması gerekiyordu bunun. Temeli belki daha iyi yapmaları gerekiyordu. Mesela biz bir inşaatımızda fore kazık yaptık. Ciddi maliyet artırdı ama binada sadece sıva çatlağı var, yıkım olmadı ve insanlar arayıp teşekkür ettiler. Demek ki yapılabiliyor. Uygun olmayan zeminlerde de çözümler üretilebiliyor, yeter ki bunu isteyin.
Kolon kesme durumu Antakya’da çok var mı?
Şu anki açığa çıkanlarda var gözüküyor. Ben hep onu iskelet sistemine benzetiyorum. Kolon-kiriş sistemi bir insanın omurgası gibi düşünün, siz o omurgadan herhangi bir parçayı çıkardığınızda vücudunuzda hasara yol açar, bu da aynı şey. İnsanlar bunu pek idrak edemiyorlar. “Kolon kestik, zaten 10 tane daha kolon var” diyorlar. Öyle bir şey yok, biz yük dağıtıyoruz. Sen o kolonu kestiğinde diğerlerine yük biniyor. Eğer dengeyi şaşırtıyorsan zaten o binaya geçmiş olsun. Zeminin esnekliği noktasında da radya temel daha sağlıklı, çünkü eşit dağıtıyor. Çok şiddetli bir depremdi, bunda herkes hemfikir zaten. Evet ölümlere de yol açabilecek bir deprem ama yeni yapılan binaların yıkılmasını açıklamıyor. Ama bu tamamen yapımla alakalı. Radya temel maliyeti de artırmıyor. Ondan bir 100-200 lira keseceğine onu koysa değeri daha fazla olacak evin. Antakya’da maalesef ki gayrimenkul fiyatları çok hızlı bir şekilde arttı. Kıyasladığınız zaman, en basiti eski Antakya evlerinde bile baktığınızda İstanbul’da 2 milyona alınan evi biz 4-5 milyona alabiliyorduk depremden öncesine kadar. Yani maliyetlere oranla da artmadı. Orada 1 milyonluk evi 1 milyon 100 bine mal etseydi yine 3=4’e satacaktı zaten. Burada 100-200 bin lira için bu kadar insan öldü maalesef.
Senin için Antakya ne demek? İnsanlarımızı kaybettik, sen de anneanneni ve halanı, arkadaşlarını kaybettin ama her şeyi bütünüyle düşünürsek biz aslında ne kaybettik?
Biz büyük çapta evimizi kaybettik, ben öyle görüyorum. Ben üniversiteyi de dışarıda okudum, meslek hayatına dışarıda başladım ama Antakya çocukluğumdan beri benim için korunaklı bir fanus gibiydi. Tabii, içeride yine sıkıntılar vardı ama dışarıdan gelebilecek her şeye karşı benim güvenli alanımmış gibiydi. Ama şu anda tüm Hatay’da herkes, evini yurdunu kaybetmiş gibi. Evet, Türkiye’de yaşıyoruz ama Antakya bizim için Türkiye’nin kendisiydi. O yüzden çok eksik hissediyoruz.
Depremden etkilenen birçok şehir için “elveda” ifadesini gördük, ama Antakyalılar hep “geri döneceğiz” dediler. Antakya’nın bu anlamda farkı ne sence?
Çünkü biz birlikte yaşamayı bilen insanlarız. İçeride problemlerimiz var ama Antakya bizim için ev. Sadece oturduğumuz yer olan 200-300 metrekarelik alanlar değil. Ev içerisinde nasıl bir rutinin varsa şehirde de öyle bir rutinin vardı. Herkes herkesi tanır, her işinizi çözebilirsiniz. Saygı, sevgi çerçevesinde her şeyi halledebilirsiniz. Bunu büyürken de böyle öğrendik. Aslında hepimiz için bir eve dönme isteği var. Başka yerde yaşayamayız. Bizim kendi rutinlerimiz var, içtiğimiz kahve bile, mesela biz Mehmet Efendi falan içmeyiz. Antakya kahvesi içeriz. Bizim için en değerli şeylerden biridir. Ben geçenlerde kahve makinasında kahve yaparken içime bir acı oturdu. Bir daha “Antakya kahvesi içemeyecek miyim?” diye düşündüm. Ya da acaba “Antakya kahvesi aldığım yer ayakta mı? Sahibi yaşıyor mu?” Bir gelenek bir kültür bu. Bizim için hep Antakya’nın kötü de olsa, eleştirsek de bazı vazgeçilmezleri vardır. Hani kızarsın çocuğuna. Antakya da bizim için hep böyle bir yer.
Peki geri dönebilecek miyiz?
Tabii ki döneceğiz. Çünkü biz dışarıda yaşayabilecek bir topluluk değiliz, biz yine bir arada birbirini bulmak için çabalayacak bir toplumuz. O yüzden de oraya geri dönmemiz gerekiyor. Herkesin, her şekilde bir anısı var orada. Ve dediğim gibi Antakya herkesin evi. Sadece bizim gibi orada doğup büyüyenlerin değil, oraya dışarıdan gelen insanların da aidiyet hissettiği bir yer. O yüzden bence herkes geri dönecek diye düşünüyorum ben, tek ümidim de bu.
Şehri yeniden nasıl inşa edeceğiz?
Eski Antakya bence olduğu yerde inşa edilmek zorunda. Yüzyıllardır zaten orada şekillenmiş. Antakya Kalesi, o surların içerisinde konumlanmış. O yüzden yine aynı yerde, yine aynı şekilde inşa edilmesi gerekecek. Belki tekniklerde farklılıklar olabilir. Sonuçta bu deprem gerçeği hep hayatımızda ve bir daha yaşanacak, bunu biliyoruz. Antakya 7 kere yıkılmıştı ve 8. kez yıkıldı. Bir daha olabilir, bu doğa olayı sonuçta, bunu engelleyemeyiz. Ama yapıları buna göre inşa edebileceğiz. Yeni Antakya’yla ilgili tabii ki neler planlandığını henüz kimse bilmiyor. Ama başlangıçta bana göre önce şehir planının yapılması gerekiyor. Çünkü bir şehrin nereye, nasıl konumlanacağını, ancak onların tayin etmesi gerekiyor. Zemin etütlerinin yeniden yapılması gerekiyor ki, aynı hataya tekrar düşülmesin. Bu deprem 100 yıl sonra olacak diyemeyiz, ne zaman olacağını bilemeyiz. Ya da 4-5 şiddetindeki bir deprem daha da yıkıcı olabilir, çünkü şu an orası hassas bir yer. Ne kadar enerjisi boşaldı desek de bu bir doğa olayı. Bilimsel açıdan ne kadar araştırılsa da yüzde yüz bilinemez. Ama eski Antakya’yı yeniden inşa edebiliriz.
Bir mimar olarak sana şehrin yeniden inşası ne ifade ediyor?
Ben 13 yaşındayken Halep’e gittiğimde mimar olmaya karar verdim. Eski mimariyi gördüğümde, açıkçası mimariyi o diye düşünmüştüm. “Bu yapıları kim yapıyor?” dediğimde “mimar” demişlerdi, mimarların hep tarihi yapılar yaptığını düşünmüştüm ve benim ondan sonra hayalim mimar olmak olmuştu. Oralarda bir yaşanmışlık olduğunu hissetmiştim ve benim de geleceğe bırakacak, ayakta kalacağına inandığım yapılar hep tarihi yapılardı. Üniversiteye gittiğimde tabii bu kanı değişti, mezun olduktan sonra yeni yapılar yaptım ama eski yapılarda beni çağıran bir şey vardı ki, benim ofisim de önceden bir plazadaydı ama sonrasında eski Antakya beni çağırdığı için o bölgeye yerleştim. Sokak kültürünü orada edindim. Bilgisayarcı vardı -maalesef ailesiyle birlikte ölmüşler-, karşıda berber vardı, otoparkçım vardı, bir mahalle kültürü vardı. Bu hep sevdiğimiz bir şeydi. Daha fazla aidiyet hissettiriyordu. Oraya bir dönüş oldu ve tarihi binalarda iş yapmak, onlara dokunmak. Ben bile bir binaya girdiğimde “Acaba burada kim yaşamıştı, kimler buradan gelip geçmişti?” demek bana bir haz veriyordu. Yapacağım binaların 100-200 yıl ayakta kalabileceğini düşünmek daha tatmin edici bir duygu, sonuçta mimarlık bir tutku.
Buse Ceren Gül'ün deprem sonrası ailesiyle geçici olarak bulunduğu evde Antakya Rum Ortodoks Kilisesi'nin rölövesini incelerken
Antakya’daki Rum Ortodoks Kilisenin rölövesini çıkardın. Bugün bu sayede kilisenin tüm detaylarıyla yeniden inşa edilebileceğini öğrenmek açıkçası bana umut verdi. Bu süreç nasıl gelişti?
Rum Ortodoks Kilisesi, Antakya’nın, Hatay’ın en büyük tarihi binalarından biri. Alan olarak, Saray Caddesi üzerindeki dükkanları, müştemilatları, yemekhanesi da hesaba katarsak, yaklaşık 5 bin metrekareye tekabül ediyor. Saray Caddesi’nin de yüzde 90”ının çizimleri elimizde var. Süreç şöyle gelişti. Saray Caddesindeki dükkanlar arasında dönercisi de var, kitapevi da var, bir sürü işletme var orada ve ihtiyaçlarına göre farklı uygulamalara sebep oldular. Tarihi bir alan ve sit alanındasınız, bu yapıya dokunmak yasak. Bu fark edilince suç duyurusu ve şikayetler oldu. Böyle olunca Anıtlar Kurulu buranın rölövesinin çıkarılmasını yaklaşık 4-5 yıl önce istemişti. Biz 2021’de projeye başladık. Kilise vakfı olduğu için de kendi bütçelerini ayarlayıp ona göre yola çıktılar. 2021’de Antakya’da birçok mimar var ama mimarlık biraz güven de sağlamalı. Ben işimi severek yapıyorum, özellikle eski Antakya söz konusu olunca gerçekten severek yapıyorum. Kilise vakfı da destekledi beni ve biz o şekilde projeyi aldık. İlerleyen süreçte de bir nevi aile gibi olduk. Kendimi de ait hissettiğim bir yer. Evet, ibadethane ama ben mezun olduğumda ilk yaptığım proje camiydi. Katar’da yapmıştım. Buraya döndüğümde de kilise yapmak benim alanım gibi geldi zaten. İçeriye girdiğim zaman bende yarattığı duygular zaten çok başkaydı. 2021’de proje onaylandı. Sağ olsun, orada Hatay Kültür Valıkları Koruma Anıtlar Kurulu başkanı Ahmet Selbesoğlu Hocamız var. O da bu projeyle ilgili bana hep “Bu binanın başına bir şey gelirse tekrar inşa edilebilecek şekilde çizmen lazım” derdi. Ve gerçekten biz çok detaylandırdık projeyi, malzeme analizi de yaptık. Ahşabından, taşından numune aldık. Bunu da İBB’ye gönderdik, onlar rapor hazırladılar. İçerdeki tahtlarından, kapıların içindeki oymalardan, taşlardaki kırılmalardan tutun da ikonastasisine kadar bütün ikonları detaylı kaydettik, çünkü ikonları çizmek doğru değildi, biz onları çizmedik, onun yerine numaralandırıp hepsini fotoğraf albümü yaptık bundan. Hepsinin yerini, konumunu, bütün her şeyini belirttik başına bir şey gelirse diye. Ama biz bu kadar yakın bir şey olabileceğini tahmin etmezdik, böyle taş üzerinde taş kalmayacağını hiç aklım hayalim almazdı. Elimizde aslında oranın inşası için birçok şey var. Deprem sonrası kilisenin ve birçok yapının taşlarının korunması için de bastırıldı. Üzerlerine şu anda bu taşlar kaldırılamaz diye yazılıyor. Çünkü o taşları kullanmamız gerekiyor. Un ufak olan taşlar da var ama içinde seçilebilecek taşlar da var. Bunları özenle biz ayıracağız.
Bilmeyenler için soracağım. Rölöve çıkartılmasının amacı nedir?
Restorasyon projeleri üç aşamadan oluşuyor. Rölöve, restitüsyon ve restorasyon. Bunun için de farklı parçalar da var. Bunların hepsi rölöveye, restitüsyona ve restorasyona hizmet eden parçalar. Rölövede şu anki halini belgeliyorsunuz. Zaten bizim için önemli olan şu anki haliydi. Biz şu anki, yani yıkılmadan önceki halini birebir belgelendirdik. Restitüsyon aşaması bu binanın eski hali yani ilk inşa edildiği dönemdeki belgeleri. Onların araştırılmasıyla yani bir sanat tarihçisiyle birlikte yapılması gerekiyor ki, sonrasında restitüsyon çizimleri yapılabilsin. Üçüncü aşama da restorasyon projesi. O da eğer bir yapıyı fonksiyonlandıracaksanız, ona yönelik yapılır ya da restitüsyonda bulmuşsunuzdur, yeniden inşasının yapılması gerekir. Bu amaca yöneliktir. Aslında o yapıyı yüzyıllar boyunca korumaya gerekli olan belgelerdir bunlar.
Antakya Rum Ortodoks Kilisesi'nin rölövesinin bir kısmı
Bu Antakya’da başka tarihi yapılar için de yapılmış mıdır?
Sivil mimari örnekleri de var, onların da aslında tekrar yapılması gerekiyor. Ama bana göre şehrin, eski Antakya’nın yapılaşması için öncelikle bu ana binaların yapılması gerekiyor. Buna Ortodoks Kilisesi, Protestan Kilisesi giriyor. Katolik Kilisesi’nde çok hasar yoktu ama son depremden sonra o da muhtemelen hasar almıştır. Antakya Sinagog’u, Ulu Camii, Habibi Neccar Camii, bunlar Anadolu’nun en önemli yapıları arasında. Onların yeniden aynı yerlerde inşa edilmesi gerekecek. Umuyorum vardır. Çok önceden çizilmiş projesinin olması bile bizim işimize yarayacak şeyler. Vardır diye düşünüyorum, düşünmek istiyorum belki de. Ayrıca Antakya’da tescili yapılmamış fakat nitelikli yapılar mevcut. Aslında onlar bölgenin ara sokaklarının sahipleri. Bu nedenle enkaz çalışmalarında tescilli tescilsiz ayırt etmemek lazım. O bölgenin derhal bölge bilirkişileriyle incelenmesi ve belgelenmesi lazım. Her sokağını, birçok yapısını bildiğim bu sokakları kaybetmek en büyük korkum insanlar depremlerden uyuyamazken ben bir de bu yapıların kaybının korkusunu yaşıyorum.
Bu söylediklerin Antakya’nın tekrar aslına uygun olarak yapılabilmesi için umut yaratıyor. Peki bu süreçte sen ne kadar yer alacaksın? Ya da bu çizimler üzerinden çalışılmaya ne zaman başlanabilir?
Orayla ilgili bir kamuoyu oluşturuldu. Bu yapıların aslına uygun yapılması için özen gösterilmesi gerekiyor. Ama şu an çok yeni, daha iki haftalık süreçteyiz. Herkesin çok kaybı var, kilisenin de çok kaybı var. Daha cenazeleri çıkmayan insanlar var tabii ki. Burada, İstanbul ve Ankara’da orayla ilgili ne yapılacak konusunda bir çaba var. Ben kiliseden kaynaklı projenin içerisinde yer alacağım. Çünkü Saray Caddesi’nin neredeyse yüzde 90’ı zaten bizim çizimlerimizde var. Bir de ben proje müellifiyim buranın. Proje müellifliği ölene kadar sizde olan, öldükten sonra da ailenize devrolan bir şey. Bu proje biz olmadan yapılamayacak durumda, bu nedenle her türlü biz o alanda olacağız. Ama henüz kiliseyle bir görüşme sağlamadık. Bu özel bir kilise ve bütçesini nasıl oluşturacaklarına dair önce bir plan yapılması gerekiyor. Önümüzde yaklaşık 3-4 yıllık bir süreç olacaktır diye düşünüyorum. Büyük bir kiliseydi. Çok detay var. Biz ne olur ne olmaz diye ofisimden çıkarttırdık. Ofisimi de kaybettim depremde ama içeriden iki tane haricimiz ve kilisenin dosyalarını aldırttık. Çünkü hiç kimsenin hiç kimseden haberi olmadığı için, biz “arşive bir şey olmuş olmasın, yağmur altında kalmasın” diye biz sadece kilisenin projelerini çıkartabildik ofisten. Rica ettim birinden, hayatını tehlikeye attı, hiç istemezdim ama bu bir nevi görev aslında. Tarihe karşı sorumluluklarımız var, ne kadar çok bina yaparsanız yapın, tarihi bir yerde bu gelecek nesle bırakacağınız bir yapı burası. Ayrıca bir cemaatin devamlılığını da sağlayacak. O nedenle önemli bir yapı olduğu için ilk kurtardığımız şey o oldu. Şükür ki, başına bir şey gelmemişti.
Aslında kendi aileni de kaybetmiştin ama bir de mesleki bir kaygın oldu bu süreçte. Bu anlamda depremi nasıl yaşadın?
Ben burada olduğum için oradaki yıkımın boyutlarını bilmiyordum ama bana kilise vakfı başkanı bir fotoğraf gönderdi. Sonuçta hep görüştüğümüz insanlar olduğu için ister istemez direkt ulaştım. Fadi Bey de bana “kilisemiz yerle bir oldu” dedi, fotoğraflarını gönderdi. Öncelikle idrak edemedim oranın gerçekten kilise olduğunu. Algılayamadım. Ben onu o haliyle çizmedim. Onu gördükten sonra dedim ki, “Demek ki burada bir problem var, eğer burası yıkıldıysa benim ofisim de yıkılmış olmalı”. Yıkılmış, dışarıdan ayakta gözüküyor ama arka parçası komple diğer binaların üzerine düşmüş. Ama başka nerelerde hasar olduğunu bilmediğim için benim kurtarmam gerektiğini düşündüğümden oraya bir arkadaşımı gönderdik. Benim en büyük korkum yağma meselesiydi. İçeride bilgisayarlar falan da var ama onlar önemli değil. Belgeleri almak önemliydi. Sadece bunları, bir insanın taşıyabileceği şeyleri çıkartabildik. Onun dışında her şeyi orada bırakmak durumunda kaldık. Ben de tabii ait olduğum bir yeri bıraktım orada ama en azından şu an kilisenin dosyalarını kurtarmanın rahatlığını yaşıyorum.
Bir mimar gözüyle sence bu tarihi kilise neden yıkıldı? Yıkılmaması için neler yapılabilirdi?
Bizim zaten ikinci ve üçüncü aşama dediğimiz süreçler olacaktı. Ayrıca bizden statik raporu istenmişti. Bu yıl onları yapacaktık. Eğer bir güçlendirmeye ihtiyacı varsa zaten bunlar uygulanacaktı ama böyle bir fırsatımız olmadı. Neden orada oldu? Burada fay hattının geçtiği yerler önemli, eğer eski Antakya’nın olduğu yerden fay hattı geçiyorsa, bu yıkım zaten olacaktı. Çünkü bu yapılar kagir dediğimiz yapılar. Yani iki katlı, altı taş üstü bağdadi dediğimiz. Kilise kubbeyle birlikte yaklaşık 14 metrelik bir yükseklik ve taştan yapılmış, kolonları var. Tabii ki, böyle bir şiddete dayanmayabilirdi. Ama şöyle bir durum da var, kilise inşa edilirken 1870’li yıllarda yanıp yok olduğu için yerine ahşap değil, taş bir bina yapılıyor. Bu taş bina projelendirilmiyor, proje olmadan yapılıyor. 20 yıl sürüyor ve insanların bağışlarıyla yapılıyor. Birileri para verecek ve onun bir kısmı yapılacak şeklinde ilerliyor. O nedenle bir yerde gördükleri planı muhtemelen, klasik bir Ortodoks kilisesinin nasıl olması gerektiğini birileri söylemiştir, onlar da o şekilde inşa etmiştir.
Peki o zamanlar rölöve çıkarmak yok muydu?
Tabii ki var. Baktığınızda camiler var, onların hala çizimleri belirli yerlerden çıkıyor. Aslında bizim şu an teknoloji dediğimiz ve binalarda yapmamız gereken şeyleri insanlar yüzyıl öncesinde zaten yapmışlardı. Amerika’yı tekrar keşfetmiyoruz aslında. Biz onların yaptıklarını, manüeli daha dijital bir ortamda sergiliyoruz. Yoksa bizim çizdiğimiz projeler normalde elle çizilen projelerdi. AutoCAD çıktı, biz AutoCAD üzerinden çizdik. Sonuç olarak bunlar zaten vardı. Önemli olan bizim tarihi yapıları koyduğumuz yer. Bir tarihi yapı aslında dünyadaki en önemli şey. Biz gidiyoruz kazı yapıyoruz da heykel çıkıyor, bir kalıntı çıkıyor. Mesela, şimdi ben İzmit’e gideceğim, işim de devam etmek zorunda. Bir adamın arazisinde 200 metrekarelik bir yerde bir parça çıkıyor inşaata başlanacakken. Tarihi bir şeyin üstü kapanmış, biri gelmiş kepçeyi atmış da ortaya çıkmış. Antakya’nın altında 7 kat şehir var. Bizim bunları korumamız gerekiyor. Biz sekizinciyi yaşadık, sekizden sonra dokuza gideceğiz. Depremler devam edecek. Buna kimse engel olamaz. Depremin şeklini yerini değiştiremezsiniz. 500’lü yıllarda yaklaşık 300 bin kişinin öldüğüne dair kayıtlar var. O en şiddetlisi diyorlar ama bana kalırsa bu deprem de aynı şekildeydi. O belki çok yıkıcı bir depremdi, çok katlı yapılar yoktu. Ama şu anda bizdeki ölümlerin sebebi maalesef ki yanlış uygulamalar, yanlış inşaat alanları. O daha fazla insanın ölümüne sebep oldu. Belki Eski Antakya’da kurtulma oranı daha yüksek olurdu iki katlı yapılar olduğu için.
Peki şimdi bu yıkımın üzerine şehir yeniden yapılanacak, belki de sonraki yaşanacak depremlere karşı dayanıklılığı belirleyecek. Bu süreçte insanların ölmemesi, bu yapıtların kaybolmaması için sence hangi adımların atılması, nelere dikkat edilmesi gerekiyor?
Teknolojiyi kullanmak gerekiyor. Bilim ve teknoloji denilen şeyi gerçekten kullanmak. “Buradan ne kısabilirim?” diye düşünmemek gerekiyor. Dediğim gibi tarihi yapılar yüzyıllar boyunca sizin kültürünüzü geleneğinizi aktardığınız yerler. Bu kiliseler için de, camiler için de geçerli, her yer için geçerli. Sonuç olarak yapı kalıyor, insanların ömrü gidiyor. Mesela, siz de bir Ortodokssunuz, sizin çocuğunuz da öyle. Siz orada bu yaşa kadar oraya nasıl girildiğini, nasıl çıkıldığını, kültürünü, geleneğini biliyorsunuz. Sizin çocuğunuzun da bunu görmesi gerekiyor, yoksa ona nasıl aktarabilirsiniz ya da o kendi nesline nasıl anlatacak? O yüzden bizim bu yapıları korumamız gerektiğini, öncelikle sadece burası için değil, Türkiye’nin her yerinde bu yapıların projelendirilmesi gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Bunun akabinde ne yapılabilir konusunda her şey ortada. Bir inşaatın nasıl yapılması gerektiği, bir restorasyonun nasıl yapılması gerektiğini zaten biliyoruz. Sadece bunu yapmak istemek lazım.
Düzgün yaptıktan sonra da sanıyorum mimari açıdan kayıt altına almak da önemli.
Şimdi şöyle düşünün biz mimarlık tarihi dersi de alıyoruz. Ben mobilya tarihi dersi de aldım. Yani ta oradaki tahtlara kadar onların da bir tarihi var. Mimarlık tarihinde kazılarda çıkan binaları inceliyoruz. Eski kalıntılarıbularak öğreniyoruz, onların üzerinde çalışarak. Şimdi bizimki de aynı şey. Bu çizimler o zamanlar olsaydı, belki de onlar tekrar inşa edilebilirdi. Şu anda mesela kalıntılar çıkıyor. Toparlıyoruz rölövesini, onun tarihini araştırıyoruz, yani restitüsyon dediğimiz aşama ve daha sonra rekonstrüksyon ya da restorasyon projesini yapıyoruz. Bu zaten yapılan bir şey, biz yoktan bile var edebiliyoruz bu yapıları. Ama önemli olan şu an günümüzde, bizim şansımız 2021 yılında o bina bizim önümüzdeydi, biz onu yapmak istedik, onlar da yaptırmak istediler, bu şekilde bir enerjiyle yapıp bitirdik orayı. Ama yapmamış olsaydık, ertelenmiş olsaydı, şu an elimizde hiçbir şey olmayacaktı, sadece fotoğraflar olacaktı. Şu anda da en büyük sıkıntımız bu, belki fotoğraflar üzerinden birçok yapı yapılmak zorunda kalacak ama ne kadar orijinal olabilecek? Bu noktada rölöve alınması için geç ama binaların dijital ikizlerini almak için geç değil. Şu an yıkılmış ama kaybedilmemesi gereken yapılar için dijital ikiz çıkarma yöntemi ile gönüllü olarak bu alanları taramayı istiyoruz.
Şimdi bir süre Antakya’ya gidemeyeceksin. Başka bir şehre yerleşeceksin. Bu nasıl hissettiriyor sana?
Bu evi kaybetmek demek. Ev kaybetmek çok ayrı bir şey. Şehri kaybetmek bizim için acı verici bir şey. Şu anda tek istediğim şey eski Antakya’ya dahil olabilmek. Başka bir şehirde olsam da Antakya için çalışacağım. Ben geri dönmek istiyorum. Ben yine işimi orada yapmak istiyorum. Mimarlıkta gidip başka yerlerde de çalışabilirsiniz, “bir süreliğine Antalya’da bir projem var ve onun için oradayım” diyebilirim. Bunu kendime bu şekilde anlatabilirim ama beni çağıran bir yer var orada. Siz ne kadar başka yere giderseniz gidin, Antakya sizi çağırdığı sürece zaten oradan kopamayacaksınız. Ve ben dönmek istiyorum. Benim yine dinlenmek istediğim yer orası. Hayat koşuşturmacasının içinde de evde olma hissi çok başka bir şey. Ben 8 yıl yurtdışında yaşadım, geri döndüğüm zaman hissettiğim o rahatlık, o ait olma isteği hep özleyeceğim bir şey, şu anda da özlüyorum. Ben oradan bir proje amaçlı çıkmıştım ve geri dönemedim. Evimin anahtarı bende ama bir evim yok. Antakyam yok.
Birçok insan gitmek istiyor şu anda. Sence başka bir yerde yaşam kurabilir mi Antakyalılar?
Bence yapamazlar. Hep bir ait olamama hissi ömürleri boyunca devam edecek. Eğer ki Antakya’yı bir şekilde yeniden şekillendirip yapabilirsek, insanları geri dönmesini sağlayabiliriz. Bir de şöyle bir şey var, malları mülkleri her şeyleri orada, bunları bırakıp da çıkmış olmak bir eksikliğe sebep olacak. Ve Antakya farklı bir şehir. Herkesi bir şekilde döndüren bir şehir. Ben hiç döneceğimi düşünmezdim, üniversiteyi dışarıda okudum, iş hayatına dışarıda başladım, hep “niye Antakya’ya döneyim ki?” algısı vardı. Dönünce önce bir bocaladım ama sonrasında seni öyle bir sarıp sarmalıyor ki, “burası benim korunaklı alanım” diyorsun. Ne olursa olsun ben orada kendimi bir şekilde koruyabilirim. Bence insanların çoğu bu algıda olduğu için, o Antakya sevgisini içlerinde, köklerinde hissettikleri için elbet dönecekler. Belki bir yıl gelmezler ama bir yılın sonunda şartlar sağlandığı zaman Antakya deyip bence geri dönecekler.
Bizi kardeşi Buse Ceren Gül’le bir araya getiren yazarlarımızdan Bora Selim Gül’e teşekkürlerimizle…
Fotoğraflar: Bora Selim Gül