Depremin birinci yıl dönümünde Nehna için kaleme alınan “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra” başlıklı bu yazı, üç kısımdan oluşuyor. İlk kısımda depremden bugüne bazı kavramların değişen anlamları ve Antakya’da depremden önce her şeyin yolunda olduğu yanılsamasının farklı yüzleri inceleniyor. Onu takip eden ikinci kısım okuyucuyu depremden sonra, “bugünden sonraya” giderken yapılanları ve yapılmayanları, bu bir yıllık sürede Antakya’da neler olduğunu açığa çıkarmaya ve “aslında neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet ediyor. Yazının son bölümü ise, depremden bir yıl sonra geldiğimiz aşamada yerel halkı ve gündeminde Antakya’nın iyileşmesine yer olan herkesi, süreci akışına bırakmak ve bırakmamak seçeneklerinin olası sonuçlarını sorgulamaya, bir yılın sonunda “ipin ucunu tutabilmek” için bir asgari müşterekte buluşmaya çağırıyor.
“Museviliğin kutsal kitap metinlerinde nar, çiçekleri, meyvesi ve tadının güzelliği övülerek kutsallığın, doğurganlığın ve bolluğun simgesi olarak kabul edilir.”
“Hıristiyanlıkta nar kutsal sayılır, kilise resimlerinde ellerinde çatlamış nar tutan Meryem Ana ve İsa tasviri, yaşamda çekilen onca acıyı ve yeniden doğuşu sembolize eder.”
“Müslümanlıkta cennet meyvelerinden biri olarak kabul edilen nar, bereketi ve verimliliği sembolize eder.”[1]
Uçsuz bucaksız bir nar bahçesindeyiz. Hepsi birbirinden güzel nar ağaçları bizi çepeçevre sarıyor. Bütün ağaçlar güzel ama içlerinden biri, diğerlerinden daha fazla parlıyor. O ağaca yaklaşıyoruz. Dalından düşmek üzere olan narı usulca koparıyoruz. Şimdi avcumuzun içinde, pek çok inanışın türlü anlamlar yüklediği bir nar tutuyoruz. Narda güzel olan bir sürü şey var; yeşil yaprakların arasından kırmızı, turuncu, “nar çiçeği” renklerinde parlayışı, bize narı sevmek için birçok sebep veriyor. Ama bununla yetinmemize gerek yok. Narın biçimi, canlılıkla parlayan kabuğu, kabuğun dokusu, daha ilk karşılaşmada içindeki olası cevhere dair merak ve heyecan uyandırıyor. Sonra neredeyse bir ritüelle narın kabuğunu yavaş yavaş aralamaya başlıyoruz. Beklediğimize değen ve her biri özgün bir biçime sahip olan nar taneleri organik bir bütünün parçalarını oluştururken, bir araya gelerek oluşturdukları öbekleri birbirinden ayıran beyaz zarın narinliği şaşırtıyor. Bereketin en güzel sembollerinden olan nar, bana hep Antakya’yı hatırlatır.
Tuğçe Tezer, 2023
Benim için oldukça önemli olduğu -ve bu nedenle “hatırlanmaya değer” olmasını istediğim- için Nehna’ya yazacağım yazıya başlamam biraz zaman aldı. Yazının adını aylar önce koymuştuk: “Antakya’da Deprem: Önce, Bugün, Sonra”. Yazıyı o günlerde yazmış olsaydım, “sonra” diye bahsedeceğim zamanda, örneğin depremin birinci yıldönümüne yaklaşırken, bugün içinde olduğumuzdan bambaşka koşullar ve konulardan bahsetmeyi planlıyordum. Doğrusu, istemeden de olsa bu yazıya gecikmeli başlamış olmaktan memnunum. Bu yazıda Antakya’da depremin farklı katmanlarını; benim bakış açımla önce, bugün ve sonraki durumlarıyla anlatmayı deneyeceğim; kaçınılmaz olarak Antakya’nın farklı zamanları arasında dolaşacağız. Uzun bir yazı olacak, vakit kaybetmeden başlıyorum.
Uzun yıllardır Antakya’yla ilgili karşıma çıkan her şeyi okuyorum. Antakya’da çıkan gazete ve dergileri, onunla ilgili sosyal medya hesaplarını takip ediyorum. Derken pandemi günlerinde, Twitter’da karşıma yeni bir hesap çıkıyor: “Nehna.biz” Gördüğümde ne kadar heyecanlandığımı hatırlıyorum. Alanımızın birçok açıdan daraldığı, Antakya’ya on senedir ilk defa bu kadar uzun süredir gidemediğim bir dönemde, “çöldeki vaha” etkisiydi Nehna’nın bana hissettirdiği. Birkaç senedir yazdıkları her şeyi merakla okuduğum ve bir aşamada yollarımızın kesişmesini beklediğim Nehna’yla “şahsen” tanışmamız, maalesef 6 Şubat ve 20 Şubat 2023 depremlerinden, Antakya’da deprem olduktan sonra oldu. Antakya’ya depremden sonraki ilk gidişimden hemen önce başlayan ve söyleşiler, buluşmalar, Antakya hasretimizi “memleketten gelen” ürünlerle giderdiğimiz kermesle ilerleyen arkadaşlığımız, uzaktan takip ettiğim Nehna’yla ilgili hislerimde pek yanılmadığımı gösteriyor.
Kavramların anlamı değişirken, masada bir nar
Yazının asıl metnine geçmeden önce, başlıktaki bazı ifadeleri ve yazıyı yazarken durduğum yeri biraz açıklama ihtiyacı duyuyorum. Depremden bugüne kadar geçen sürede Antakya’yla, kentin deprem öncesi ve deprem sonrası süreçleriyle ilgili birçok seminerde, söyleşide, çok sayıda dergi ve kitapta yer aldım. Bu süreçte, “önce, bugün ve sonra” kavramlarının ifade ettiği zaman aralığı ve içeriklerinin, zaman bu hızla akmaya devam ettikçe nasıl değiştiğini şaşkınlıkla fark ediyorum.
Şubat 2023’ü takip eden ilk aylarda “önce” kavramı, 2023 depremlerinden önce olup bitenleri, tarihsel ve yakın geçmiş süreçleri ifade ediyordu. Arkeolojik dönemlerin özellikleri, farklı medeniyetlerin yönetimi ve etkisindeki Antakya’nın farklı yüzleri ve dinamikleri, tarihi Antakya’nın çok katmanlı dokusunun gelişme dönemleri, hatta depremden bir gün öncesi dahi “önce”nin konusuydu. Aynı dönemde yazılarda, seminerlerde geçen “bugün” kavramıyla ise, depremin etkilerinin henüz anlaşılamadığı, Antakya’da her şeyin darmadağın, herkesin endişeli olduğu, o sırada içinde bulunduğumuz zamanı kastediyorduk. İçinde bulunduğumuz zamanı, “bugün”ü bütünüyle kavramaya oldukça uzak, yine de her gün yeniden uyandığımızda başlayan günü “bugün” diye tanımlama eğilimindeydik. Yine bu süreçte “sonra” dediğimizde ise, içinde bulunduğumuz zamanın ertesinde, belirsizliklerin azaldığı, mümkün olduğunca iyileşmenin sağlandığı bir döneme dair öngörüler, hayaller ve önerileri ifade ediyorduk. İçinde bulunduğumuz günlerde, 6 Şubat’ın yıldönümüne birkaç hafta kalmışken, deprem bölgesinde, Hatay ve Antakya’da güzel bir geleceği tüm katmanlarıyla kurabilmenin adımlarını atmanın aciliyeti her an biraz daha artıyor; bütün kavramlar gibi “önce, bugün ve sonra”nın içeriği de ezberimizdeki hâlinden büyük ölçüde farklılaşıyor.
Bugün, Şubat 2024’e yaklaştığımız günlerde “önce” kavramının içeriği artık, daha önce karşıladığı tarihsel ve yakın geçmişteki süreçlerden daha kalabalık. Artık Şubat 2023 depremleri -her katmanda yıkıcı sonuçlarını gördüğümüz büyük artçı etkileri sürmeye devam etse de- “önce”nin bir parçası hâline geldi. Her sabah yeni bir güne uyanmamızla başlayan ve önceden bu açıdan görece güven verici olan “bugün” ise, değişim hızı, bilinmezliği ve tekinsiz hâliyle, her zamankinden daha kaygan bir zemine karşılık geliyor. Aslında bu açıdan “bugün”, bu yazı çerçevesinde biraz “önce”, biraz da “sonra”nın içinde eriyor, her ikisinin de bir parçası hâline geliyor. Bundan önceki tanımına hala biraz benzeyen “sonra” ise, yazdığımız yazılarda, deprem bölgesine dair sohbetlerde yine iyileşme umudunu, buna dair hayaller ve önerileri ifade ediyor. Fakat şimdi burada da büyük bir fark var; Antakya, depremden sonra geçen yaklaşık bir yıl içinde açılan yeni yaraları, sürecin Antakya ve Antakyalılara verdiği fazladan hasarlarla artık bir yıl öncesine kıyasla çok daha yorgun görünüyor. Dolayısıyla “sonra”ya ilişkin tahayyülümüz, artık bir yorgunluğun gölgesinde.
Antakya’yla bundan on yıl kadar önce tanıştım, bunu takip eden on gün içinde Antakya üzerine çalışmak için doktora başvurumu yapmıştım bile. Antakya’nın beni etkisi altına alması hiç zor olmadı, kısa süre içinde baktığım her yerde Antakya görür oldum; uçakta koltuğun cebindeki derginin konusu Antakya, her haftasonu gittiğim sahafta karşıma sürekli Antakya kitapları çıkıyor, derken Antakya’ya ilk defa gideceğim gün geldi. Antep’ten kalkan küçük bir minibüsle güzel ovaları takip ederek Antakya’ya ulaştım. Kentin o zaman pek aşina olmadığım kuzey girişinde ilk dikkatimi çeken, sol tarafta bütün heybetiyle yükselen Habib-i Neccar Dağı’ydı. Yamaçlarına serilen irili ufaklı evlerden hemen önce kadim St. Pierre Kilisesi bizi karşılıyor ve birazdan “neyle karşılaşacağımızı” haber veriyordu. İlk Antakya seyahatimde “Antakya tanrıları” beni Antakya’ya bağlayacak bütün koşulları sağlamıştı. Tarihi Antakya’nın güzel dar sokaklarından yürüyerek ulaştığımız avlulu restoranlarda keyifli kahvaltılar, Antakya’da geçirdiğim ilk akşam tarihi Meclis binasında izlediğimiz tiyatro, Habib-i Neccar Dağı’nı tam karşıdan izleyen terasta ya da Çevlik Limanı’ndaki bir teknede sakince batan güneş, bir de gölgesini kimseden esirgemeyen avlulu evlerle çevrili konut dokusu. Gitmeden önce okuduklarım, izlediklerimle “Antakya’yı gözümde fazla büyüttüğümü” söyleyen arkadaşlarımın endişelerinin aksine, en küçük bir hayal kırıklığına uğramadan ve Antakya’nın artık hayatımın bir parçası olduğunun farkında olarak İstanbul’a döndüm. O zamandan beri Antakya’yla yollarımız hiç ayrılmadı. Antakya seyahatlerinin süresi her sene biraz daha arttı, derken 2019 yılında Antakya’nın kent tarihi üzerine yazdığım doktora tezini tamamladım. “Ya artık Antakya’ya bu kadar çok gitmem gerekmezse” diye endişelenirken, kendimi Antakya’ya daha sık giderken buldum. Antakya tarihiyle ilgili seminer ve eğitimleri, Salt Araştırma desteğiyle bir “Antakya yürünebilir kent tarihi rehberi” olarak hazırladığım “Yürünebilir Tarih”[2] projesi izledi. 2022 yılının Şubat ayında Antakya’nın tarihinde çok merak ettiğim 1910-1960 arası dönemi çalışmak üzere doktora sonrası araştırması için Porto’ya gittim. Giderken aldığım dönüş bileti ve konuyla ilgili bütün resmi yazılardaki geri dönüş tarihi, 6 Şubat 2023’tü. Dönüş uçağım kar fırtınası yüzünden iptal edilince, 6 Şubat gününü komşularımla birlikte Portekiz haber kanallarında depremin ilk gününde Antakya’nın durumunun görüldüğü Türkçe sesli, Portekizce altyazılı haberleri izleyerek geçirdiğim, tarif etmesi epey güç bir günün sonunda, 7 Şubat akşamı İstanbul’a döndüm.
Depremden sonra Antakya’yla geçmeyen herhangi bir günüm olmadı. Bir yıla yaklaşan zaman içinde kendimi bazen -Antakya’yı seven pek çok insan gibi- çaresiz bir üzüntü içinde, bazen -ortalama düzeyde şehir planlama ya da teknik konularda eğitimi olan pek çok insan gibi- konuyu araştırdıkça göz göre göre atılan yanlış adımların açığa çıkması nedeniyle öfkeli hissederken buldum. Geldiğimiz aşamada bu yazıyı yazarken, yazının başında anlattığım, bahçedeki en güzel ağaçtan kopardığımız o güzel nar, bembeyaz dikdörtgen bir masanın ortasında tek başına duruyor. Masanın iki ayrı ucunda, iki kişi oturuyor. Bir ucunda şehir plancısı Tuğçe Tezer, diğer ucundaysa “kendinden Antakyalı” Tuğçe Tezer. Kendinden Antakyalı olanın baktığı yerden Antakya narı, bütün güzelliğiyle parlıyor, narın tanelerinin her biri başka bir kültürü, hikâyeyi içinde saklıyor ve bunu parlaklığına yansıtıyor. Şehir plancısı olanın baktığı yerden ise Antakya narı oldukça yıpranmış, ezilmiş, solmuş ve hasar almış görünüyor. Besbelli şehir plancısına görünen sahne, duygusal olmaktan epey uzak bir gerçeklik, apaçık bir hatalar silsilesi. İşte bu yazıda, nerdeyse bir yıldır kendimi sıklıkla içinde bulduğum bu gerilimi, kendinden Antakyalı ve şehir plancısı Tuğçe Tezer arasındaki sürekli farklılaşan, zaman zaman biri diğerine baskın gelse de hep süren Antakya hikâyesini anlatacağım. Zaman zaman kendinden Antakyalı olan, konuyu Antakya tahayyülünü belirleyen duygusal bir kumaş gibi dokuyacak, fakat tam bu sırada şehir plancısı olanın ifadeleri teknik bir zemine çekmeye çalıştığını, odağı ve hayali ortak bir gerilimi takip edeceğiz[3].
Bereketin en güzel sembollerinden olan nar, bana hep Antakya’yı hatırlatır. Dalında olduğu ağaç, ağacın içinde olduğu bahçe tarih boyunca değişmiş olsa da hep “olduğu yerin en güzel meyvesi”, doğası ve yapılı çevresiyle bezeli eşsiz kabuğu, ama en güzeli kabuğun içindeki birbirine hiç benzemeyen ama diğerlerinin sınırını aşmadan bir bütünü tamamlayan taneleriyle çok kültürlü, hoşgörünün temsili sosyal ve ekonomik dokusu. Hepsini anlatacağım, depremi, öncesini ve sonrasını da.
Önceden Bugüne:
Bahçenin en güzel narı Antakya
ve “depremden önce her şey yolundaydı” yanılsaması
- narın kabuğu -
Antakya’yı uzun süredir “dünyada gördüğüm en güzel yer” olarak tanımlıyorum, bunun bazı sebepleri var. Önce narın kabuğuyla başlayalım. Asi Nehri, Antakya Ovası, Amik Gölü, Amik Ovası, Habib-i Neccar dağının varlığıyla doğa, Antakya’ya çok cömert davranmış. Fakat Antakya’da doğanın başına gelenler bize, insanın “nar”ın kıymetini bilmeye pek teşne olmadığını anlatmaya yetiyor. En güzel zeytin, portakal, limon, nar ve defne ağaçları, uçsuz bucaksız tarım alanları Antakya’yı çepeçevre sarıyor. Kentin merkezinde Asi Nehri’nin doğal esintisini hissedebilir, biraz güneye, Harbiye’ye doğru gidince yeşil rengin farklı tonlarının arasında Harbiye Şelaleleri’nin içinde, ya da kentten biraz daha uzaklaşıp, örneğin Yıldırım Şelalesi’ne gidip, orada “o anda sizin için oluştuğu” hissini veren doğal havuzda serinleyebilirsiniz.
Hatay’da 1950’lerde başlayan, fakat daha önceki yıllardan beri zaman zaman gündeme geldiği Hatay tarihine ilişkin kitaplarda görülen bir projeyle İskenderun bataklıkları, Amik Gölü ve gölün etrafındaki bataklıklar kurutuluyor ve Amik Gölü 1975 yılında tarih sahnesinden siliniyor -ya da böyle sanılıyor. Amik Ovası’nın genişleyen toprak alanı uzun bir süre verimli bir tarım alanı olarak üretim faaliyetleri için kullanıldıktan sonra, 2007 yılında burada Hatay Havalimanı inşa ediliyor. Bu yıllarda önemli karşı çıkışların olduğu bu havalimanı yer seçim kararı, özellikle bu konumda daha önce Amik Gölü’nün bulunması, ilaveten yine bu alanın bölgedeki üç önemli fay hattının kesişim noktası olması nedeniyle uzun süre eleştiriliyor[4]. Bu eleştirilerin etkisi, Antakya’ya Hatay Havalimanı üzerinden ulaşan pek çok insanın havalimanının içinde, etrafında, havalimanına ulaşımı sağlayan yolun iki kenarında ya da üstünde gördüğü su birikintileriyle, zaman zaman “yeniden canlanan” Amik Gölü’yle perçinleniyor. Bu sırada Amik Ovası’nın güney kısmında, Antakya’nın kuzey girişi yakınında ise bir devlet hastanesi inşa ediliyor.
Amik Gölü kurutulurken, Antakya ve çevresindeki su sisteminin önemli bir bileşeni olan Asi Nehri’nin tabanı çöküyor, taban kotu normal seviyesinin çok altına iniyor[5]. Bu işlemle başlayan “doğal nehrin su kanalına dönüşmesi” süreci, nehrin enkesitinin, iki tarafına yapılan dolgu alanlarıyla daraltılması ve doğal organik formunu kaybetmesiyle sürüyor. Bundan yaklaşık elli yıl öncesine dair Antakya yazılarında; yağmurlu günlerde Habib-i Neccar dağının sırtlarından aşağı doğru süzülen yağmur sularının Roma döneminden kalan ve Osmanlı döneminde kullanılmaya devam eden “arıklı” dar yolların içinden geçerek Asi Nehri’ne döküldüğü ve insanların nehir kenarında oturup suya dokunabildiği zamanlar anlatılır. İlerleyen yıllarda o günlerin yerine; nehrin seviyesinin alçaldığı, dolgu alanlarıyla tamamen değişen su-kıyı kotu ilişkisi nedeniyle artık yağmur sularının nehre kavuşamadığı, insanların nehre dokunmayı giderek unuttuğu bir zaman geliyor. Hatta birkaç yıl öncesinin yerel gazetelerinde halkın sürekli nehirden, nehrin kötü kokusu, kirli görüntüsü ve sıklıkla taşmasından şikâyet ettiğine dair haberlere rastlıyoruz.
Antakya’da doğanın en güzel görünümlerinden olan tarım alanları, özellikle zeytinlikler ise kentin ekonomik değer açısından en önemli ve işlenebilir ürünlerinden birinin üretim alanıyken, Asi Nehri’nin batısındaki “Antakya Ovası” olarak adlandırılan alanda yakın döneme kadar süren planlama ve imar faaliyetleriyle yüksek yoğunluklu, çok katlı konut alanlarıyla kaplanıyor. Antakya’nın tarihi dokusuyla herhangi bir ilişkisi ya da uyumu olmayan apartmanlardan oluşan bu konut alanları, önce 20. yüzyılın son çeyreğinde Antakya’nın kırdan kente göçle değişen çehresinin önemli bir temsili oluyor. Tarihi merkezle ve geçmişte burada olan uçsuz bucaksız zeytinliklerle giderek zayıflayan bağ, 2000’den sonra daha yüksek katlı rezidansların inşa edilmesiyle birlikte tümüyle kopuyor.
Kabuğun bir katmanı da Antakya’nın büyük bir özenle örülmüş ve detaylarına hayran bırakan bir danteli andıran tarihi merkezi. İsmini Asi Nehri’nin üzerindeki tarihi Roma köprüsünden alan, dairesel bir meydan olarak biçimlenmesi Antakya’nın 1920’lerdeki Fransız dönemi ve 1939’da başlayan Türkiye Cumhuriyeti döneminde gerçekleşen “Köprübaşı” (Cumhuriyet Meydanı), Antakya’nın kentsel yerleşimi ne kadar genişlerse genişlesin kentin başlıca merkezi olmaya devam ediyor. 1970’lerde Amik Gölü kurutulurken, bu sırada tabanı çöken Asi Nehri’nin üzerindeki kadim köprünün ayakları nehrin içinde, toprağın biraz üstünde kalıyor. Yine 1970’lerde alınan bir Koruma Kurulu kararıyla “Antakya’nın selameti bakımından” yıkılan bu köprünün yerine, betonarme bir araç köprüsü inşa ediliyor.
Asi Nehri ile Habib-i Neccar dağı arasında kalan ve artık yerinde olmayan tarihi surların görünmez bir çizgiyle sınırladığı “eski Antakya”, Kurtuluş Caddesi’yle ikiye ayrılır. Avlulu evlerinin “kendiliğinden” sıralanışı, bunların bir araya gelerek oluşturduğu organik doku, çıkmaz sokaklar, Uzun Çarşı, cami, sinagog ve kiliselerle bezeli müthiş bir çeşitlilik sunan fiziksel çevre, “Antakya” denilince akla ilk gelen görüntüyü oluşturuyor. Tarihi doku içinde -Uzun Çarşı da dahil olmak üzere- anıtsal niteliği olan pek çok yapı ve farklı dönemleri temsil eden sivil mimarlık örnekleriyle bezeli konut dokusu, yakın geçmişte sıklıkla eleştirilen birçok hatalı restorasyon uygulamasına sahne oluyor.
Tuğçe Tezer, 2023
Tarihi merkez kuzey yönünde (Küçükdalyan) bizi “daha tarihi” olan arkeolojik geçmişe taşırken, Kurtuluş Caddesi ya da Asi Nehri boyunca güney yönünde ilerleyince Sümerler üzerinden Harbiye’ye ulaşırız. Ata Köprüsü’nden nehrin batısına geçtiğimizde ise “yeni Antakya”ya ulaşırız. Burada kuzey ve batı yönünde birer ticaret aksı, güney yönünde ise Köprübaşı’ndan itibaren Atatürk Parkı’yla başlayan yeşil alan, Asi Nehri boyunca bazı kesintiler olsa da büyük ölçüde devam eder. Köprübaşı’nın batı yakasındaki Cumhuriyet Meydanı’ndan, yani önemli kamu yapılarının, eski müze binası, belediye binası gibi önemli yapıların etrafını sardığı bir daire biçiminde olan odak noktasından batı, kuzey batı ve güney batı yönünde ilerledikçe, -yukarıda da kısaca ifade edildiği üzere- Antakya’nın tarihi dokusuyla herhangi bir benzerliği bulunmayan, Türkiye’nin herhangi bir kentinde rahatlıkla rastlanabilecek, yüksek apartmanlar, sıra evler ve yer yer müstakil konutlardan oluşan, zaman içinde yüksek yoğunluklu rezidansların da eklendiği, Antakya’ya özgü olmayan bir dokuyla karşı karşıya kalırız. İşte bu doku, 2014 yılında Hatay Büyükşehir Belediyesi kurulmadan önce, “belde belediyeleri dönemi”nde doğal alanların, ağırlıklı olarak zeytinliklerin imara ve yapılaşmaya açılmasıyla oluşuyor. Büyükşehir belediyesinin kurulması ise bütünsel, şehircilik ilkelerine ve planlama hiyerarşisine uygun bir planlama sürecini -ne yazık ki- beraberinde getirmiyor. Önceki dönemin köy ve belde planları “olduğu şekliyle” kabul edilerek sayısallaştırılıyor ve bu tekil planların uyumlulaştırılarak birleştirilmesiyle, Çevre Düzeni Planı elde ediliyor. Başka bir deyişle Hatay-Antakya’da; şehir planlama disiplininin öngördüğü doğal yapı, fiziksel yapı, sosyal ve ekonomik yapı, zemin durumu ve yerleşilebilirlik konularının analitik inceleme ve analiz süreçleriyle incelenmesi, bunların anlamlı ve faydalı bir planlama sistematiği içinde değerlendirilerek sentezlenmesi, buradan planlama kararlarına ulaşılması süreçleri ıskalanıyor. Bunun yerine, Antakya’nın senelerdir kemikleşmiş kentsel sorunlarını yasallaştırarak kalıcı hâle getiren bir yaklaşım sergileniyor. Bu çerçevede, Antakya’nın deprem öncesi yerleşik alanının tamamına yakınının “en zayıf zemin”, “zayıf zemin” ve “az sağlam zemin” niteliğinde olduğunu, bu bilginin kamu kurumları ve meslek odaları tarafından hazırlanan Hatay ve deprem raporlarının tümünde yer aldığını; bugüne kadar yapılmış bütün planlama, uygulama, yapılaşma ve denetim süreçlerine bu açıdan bakılması gerektiğini belirtmek gerekiyor[6].
Kentin tek merkezli (Köprübaşı) biçimsel gelişimi ve -ilerleyen yıllarda açılan birinci çevre yoluyla araç trafiği yükü kısmen kentin dışına taşınsa da- esasen bir karayolu aksına (Kurtuluş Caddesi) temellenen ulaşım yapısı ise, kapsamlı bir planlama sürecinde ele alınma imkânı bulamıyor ve Antakya’yı bir “dirençli kent” olma ihtimalinden biraz daha uzaklaştırıyor. Bu sırada 2018 yılında son defa “imar barışı” ismiyle ilan edilen ve başvuruları 2021 yılına kadar devam eden “imar affı” kapsamında -mühendislik hizmeti almamış olan, ağırlıkla niteliksiz konutları yasal hale getirmek üzere- Antakya’da çok sayıda başvuru yapılıyor. Kentin farklı bölgeleri için farklı dönemlerde konu olan “kentsel dönüşüm” projeleri ise, değişen nedenlerle hiçbir zaman uygulanma imkânı bulamıyor.
- narın taneleri -
Narın kabuğunun içinde birbirine hiç benzemeyen ama diğerlerinin sınırını aşmadan bir bütünü tamamlayan nar taneleri; Antakya’nın çok kültürlü, hoşgörü timsali sosyal ve ekonomik dokusundan oluşuyor. Son yıllarda Antakya’ya herhangi bir nedenle gitmiş olan insanların pek çoğunun ortaklaştığı bir his, “kendiliğinden” bir dahil olma, içerilme hâlidir. Nüfusun çok kültürlü hâli, Mimarlar Odası Hatay Şube Başkanı Mustafa Özçelik’in deyişiyle, “tek potada eriyerek biricik Antakya kültürünü oluşturur”. Antakya’nın fiziksel çevresinde ise bu sosyo-kültürel yapının pek çok tezahürüne rastlanır. Kendiliğinden bir güvenlik ve kentlilik hissi tesis etmesinin yanında, farklı kültürlerin bileşenleriyle bezeli ticaret mekânları, üretim ve zanaat kültürü ve mekânları, bunların yalnızca bir kısmıdır.
Yılın önemli bir bölümü, Antakya’daki farklı inanç gruplarının dini bayramlarına karşılık gelir ve bu güzel halk bu özel günlerin tümünü hep beraber kutlamaya çok uzun süredir alışıktır. Antakya’ya geldiğiniz ilk gün tarihi merkezde yürüyüş yaparken sizi avluda kahve içmeye davet eden sıcacık yerel ses ise, içselleştirilmiş ve samimi bir misafirperverliğin tipik seslenişidir. Üretim kültürü ve çeşitliliği Antakya’nın çeperindeki kırsal alanlarda yapılan tarımsal üretimle ilişkilenir, zanaatle bütünleşir ve kentin merkezindeki ticaret faaliyetinin bir parçası hâline gelir. Bu ekonomik döngü, bunun farklı mekânlarla, kültürlerle beslenmesi ve ilişkilenmesi de, Antakya’da olan pek çok şey gibi kendiliğinden gerçekleşir. Türkiye’nin ve dünyanın pek çok kentine kıyasla daha “kentli” bir nüfusu olan Antakya, yerel halkın anlatımlarına göre son on yıllarda kültürel çeşitliliğe dair bazı özelliklerini yitirmiş de olsa, yine de yukarıda anlatılan tüm nitelikleri içinde barındıran bir sosyal dokuya sahip ve bu açıdan eşsizdir.
Antakya’yı uzun süredir “dünyada gördüğüm en güzel yer” olarak tanımlıyorum[7]. Bunun, bir kısmını yukarıda anlattığım çok fazla sebebi var. Böyle bir kentle ve onun sizi her defasında heyecanlandıran sürprizleriyle karşı karşıya kaldığınızda, 6 Şubat 2023’te gerçekleşen ve birçok şeyi geri dönüşü imkânsız şekilde değiştiren deprem gibi büyük bir “afetin etkileri”ni anlama çabası, hiç bitmeyen -ve ne kadar süreceği belirsiz- bir düşünce mesaisine dönüşüyor.
Bazı zamanlarda kendimi Antakya’nın güzelliğinin bazen apaçık sorunları saklamaya neden olan bir aşırılığı olduğunu düşünürken buluyorum. O kadar güzel ki, sorunlarını ilk bakışta görmek, fark etmek mümkün olmuyor. Antakya’da Şubat ayından beri izlediğimiz bütün sorunların depremle beraber oluştuğu düşüncesi de bana, tam da buradan kaynaklanan bir yanılsama gibi görünüyor; “depremden önce her şey yolundaydı” yanılsaması. “Antakya’da depremden önce her şey yolunda mıydı?” sorusunun cevabı, Antakya’da bir doğa olayı olan depremin bir doğal afete dönüşmesi sürecinin failleri dışında hepimiz için oldukça açık: “Hayır.” Antakya’da depremden önce pek çok şey hiç yolunda değildi. Hatta depremle beraber birçok yönünü gördüğümüz büyük yıkımlar, senelerdir atılmış olan yanlış adımlardan kaynaklandı. Fakat Antakyalılar -pek çok şeyin yolunda olmadığı- bu koşullar altında, gündelik hayatının çoğunlukla neşe içinde geçtiği ve uzaktan bakınca bir ütopyayı anımsatan bir hayat kurmayı başarmışlardı.
6 Şubat 2023’te ve devamındaki büyük depremlerin ardından neredeyse bir yıl geride kalmışken, “bahçenin en güzel narı” Antakya darmadağın. Kabuğu öyle çok yıprandı ki, artık eskisi gibi parlamıyor. İncecik zarı yırtıldı ve narın her biri bambaşka renklerde parlayan taneleri etrafa saçıldı. Şimdi cesaretimizi toplayalım ve Antakya’da depremden sonra, bugün hala içinde bulunduğumuz duruma beraberce bakalım.
Üç kısımdan oluşan bu yazının yarın yayınlanacak olan “Bugünden Sonraya: Öğrenmeye direnme ve ‘neler yapılabilirdi?’ sorusunun ağırlığı” başlıklı ikinci kısmında; depremden sonra yapılanlar ve yapılmayanlar, bu bir yıllık sürede Antakya’da olanlar bir “öğrenmeye direnme” süreci olarak okunuyor ve okuyucular “aslında bu süreçte neler yapılabilirdi?” sorusunun ağırlığını paylaşmaya davet ediliyor.
[1] Cenk Durmuşkahya, “Dünyanın İlk Meyvesi, Nar”; Tübitak Bilim ve Teknoloji Dergisi, Ekim 2008 sayısı.
[2] Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi’ne ilişkin iki blog yazısı için bkz.: https://www.tasarimrehberleri.com/diyalog/antakya-yurunebilir-kent-tarihi-rehberi/; https://saltonline.org/tr/2583/antakyanin-tarihini-adimlamak-once-sonra-depremden-sonra-antakya-yurunebilir-kent-tarihi-rehberi
[3] Kendinden Antakyalı” ve şehir plancısı Tuğçe Tezer arasındaki gerilimi hatırlatan Kaan Emek’e, “kendinden Antakyalı” tanımı için Sibel Sular’a çok teşekkür ederim.
[4] Emre Özşahin, 2010, Hatay Havaalanının Jeomorfolojik Özellikler ve Doğal Risk Açısından Değerlendirilmesi, https://www.researchgate.net/publication/259298541_Hatay_Havaalaninin_Jeomorfolojik_Ozellikler_ve_Dogal_Risk_Acisindan_Degerlendirilmesi
[5] Elif Ovalı, “Doğu’nun Kraliçesinin Tacı, Antakya Köprüsü”, Hatay Büyükşehir Belediyesi, 2017.
[6] İl Afet Risk Azaltma Planı (İRAP), https://hatay.afad.gov.tr/kurumlar/hatay.afad/HATAY-I%CC%87RAP-2022.pdf ; Fay Üzerinde Yaşayan Kentlerimiz: Hatay Raporu-6, https://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/13b431eb47cf5fe_ek.pdf
[7] Antakya’nın sosyo-kültürel dokusu ve diğer katmanlarıyla birlikte ne kadar güzel ve anlatılmaya değer bir yer olduğuna dair bir görüş yazısı için bkz.: https://bi-ozet.com/2023/09/28/ayin-yorumu-tugce-tezer-subattan-eylule-antakyada-deprem-kavramlar-arasinda-bir-yolculuk-denemesi/