23 Temmuz 2016 gece saat 02:30 suları
Elimde iki koca valizle eski bir kapının önünde kapının açılmasını bekliyorum. Ardında nasıl bir yer olduğunu bilmediğim kapıya ironik bir şekilde çok ses olmasın diye ürkekçe vururken bir yandan da sesini duyurmaya çalışıyorum. Diğer yandan da günler öncesinden konuşup geleceğimi haber verdiğim Melek’i arıyorum. Sola dönüp ilerde duran taksiciye elimle git sen git yapıyorum. Şoför arabadan inip yanıma geliyor.
- Geleceğini biliyorlar mıydı?
- Biliyorlar abi. Açarlar birazdan. Sen git bekleme.
- Olmaz. Bu saatte seni burda bırakır mıyım hiç.
Nihayet açılan kapıdan Barbara’nın misafirhanesine girmemle aslında evim olacak bir şehre yerleşmiş oldum.
Antakya’da gün Fairuz ile doğar. Şehir size bir rutin oluşturma konforu sunar, trafik, kalabalık ve gürültü ile sizi yormaz. Sadece buraya gelmeyi isteyenlerin geldiği, başka bir şehre geçerken yol uğrağı olmayan bu şehirde her girdiğiniz yerden ehlen ve sehlen (hoşgeldiniz) diye uğurlanırsınız.
Kasım 2016
İki arkadaşımla Samandağ’daki Antakya Film Festivali gösteriminden dönmüşüz Antakya Evi’ne doğru Güllü Bahçe’den iniyoruz. Yürürken önünden geçtiğimiz yerden bir müzik sesi duyuyoruz. Yüzümüzü cama yaslayıp içeri bakmamız üzerine içerden biri bizi fark ediyor ve yarı mozaik camlı ahşap kapıyı açıyor. Kaç gündüzü muhabbetle ve türkülerle bağlayıp geceye devirdik, batınilikten girip kara delikten çıkıp bir insan ömrünü neye vermeli dedik bilmem ama dünyanın bir ucundan gelmiş backpacker’lar için bir hostelden çok öte olan Antakya’nın ilk ve tek hosteli Fi, biz müdavimler için bir yuva olmuştu.
“Annecim Antakya’da bizim başımıza bir fenalık gelse gelse depremden gelir”
İş çıkışı Kurtuluş Caddesi’nden yürüyüp baklamı yer, Mahal’e kapıdan selam verip No11’in terasında seyrederdim etrafı. Her 8 Mart, 25 Kasım eylemlerimiz sonrası Mor Dayanışma olarak soluğu adı gibi her daim bize ev sahipliği yapan Ehliddar’da alırdık. Dışarda geçen neredeyse her akşam Mansuroğlu’nda biterdi, bitmeliydi. Eve dönerken tam Kışlasaray’ın köşesindeki yasemin kokusunu ciğerlerime doldurduğum bir dakikalık saygı duruşu ile Sevgi Parkı’nın içinden geçerek eve varırdım.
“Bir kenti sevdim dedim benim olsun demedim ki.
Sevdim dedimse akşam kızıllığını,
Gönlüm gibi akıp giden şu çayı,
Şu ormanı, şu denizi, şu dağı
Benim olsun demedim ki.”
Demedim ama benim oldu. Gören herkesi etkileyen, çok sevmek için bir kere görmenin yettiği cazibesinin ötesinde hani tüm yara, bereleri, salaşlığı, belediyelerin bize reva görmesine söve söve yürüdüğüm, her yağmurda göle dönen köstebek yuvası çukurlu sokaklarını, bir var bir yok elektriğini ve beyin hücrelerimizi uyuşturan Asi’nin kokusu ile sevdim. O Asi ki ters akar ama sakince dinler dertlerimizi. Boğmanın bana verdiği cürretle bir dağa – Cebel-i Akra’ya aşık oldum. Nadir rastlanır güzellikte denize batan gün bile söndüremedi bu aşkı. Bir denize ne kadar uzun bakılabilirse baktım yaz, kış. Dalıp gittiğim için Antakya’ya dönüş otobüsünü kaçırdığımda Kel Sabit’ten muhakkak bir başka keyif eden Antakya yolcusu ile dönebildim. Ne zaman ki ağız sulandırırcasına anlattığım Antakya hayatıma bir arkadaşım kalkıp gelse götüreceğim tartışmasız iki yer için de yorumum nettir. İstersen kahvaltı istersen de meze gömmeye gidelim fark etmez. Vadi Geyik ve Çapa asla şaşırtmaz. Oturduğum her bir sofra için ayrı ayrı şükrediyorum. Tam gün batımı keyfi sırasında kitapsızca saldıran sivrisineklerin döktüğü kan ve kayalıklarında kırdığım ayak parmağımın lafını etmeye bile değmeyecek Meydan koylarına uzun uzun baktığım her bir ana şükürler olsun. Öyle çok şey var ki hangi birini anlatsam…
Bir dönem Suriye sınırındaki harekâtlar zamanı annem benim için endişe etmeye başlamıştı. Ben de güvende olduğumu kendi gözleri ile görmesi için onu Antakya’ya çağırdım. Samandağ’a gezmeye gittiğimizde arkadaşım anneme “şu dağların arkası Suriye teyzecim” demiş. Ertesi günü sabah Sümerler’deki evimin balkonunda kahvaltı yaparken annem “bu evden taşın sen” dedi. “Neden anne?” diye sorunca “E bu dağların arkası Suriye’ymiş Allah korusun bir operasyon bir şey olduğunda direkt karşın” dedi. Annem her gördüğü dağdan endişe ederken ona dediğim tek şey “Annecim Antakya’da bizim başımıza bir fenalık gelse gelse depremden gelir”.
04:17
6 Şubat depreminde Gaziantep’teydim. Bize dakikalar gibi gelen sarsıntılar bittikten sonra geçebildiğimiz güvenli alanda açık televizyonda saatlerce adı bile geçmeyen Antakya’da neler olduğunu, zar zor ulaşabildiğim arkadaşlarımdan öğrendikçe endişelerim artıyordu. Haber alamadıklarıma duyduğum merak ulaşabildiklerime duyduğum şükür hissine ağır basıyordu. Saatler geçmesine rağmen iyi olduklarına dair haber alamadığım iki dostum için eğer herkesin ömründe bir mucize isteme hakkı varsa onların hayatta ve sağlıklı olmaları için kullandım benimkini.
6 Şubat’a gün adeta hiç doğmadı. O gece haber almaya çalıştığım insanların ikisinden beklediğim cevap hiç gelmedi. Hatice Can tıpkı 99 Depremi’nde kaybettiğim babaannem gibi deprem dışında onu hiçbir şeyin yıkamayacağı bir kadındı. Tanıdığım en güçlü, zehir gibi hafızaya sahip, haksızlıklara karşı dimdik mücadele eden, insan hakları savunucusu, feminist, eş, nene, anne, Hatice Hocamız hayat arkadaşı müthiş insan Mithat Abimizle aramızdan ayrıldı. Farklı Yaşam Rende Sitesi’nde kreş yapmak için kaçak şekilde kolon kesmeleri sebebiyle çöken bloktan müdürüm sevgili Myra’yı günler sonrasında çıkarabildiler. Ekibin en genci Faruk ve zamanında Suriye’deki çatışmalardan kaçıp Türkiye’ye sığınmış Hasan’ı da kurtarmak mümkün olmadı. Ekibe daha 6 ay önce katılmış, avukat sevgili Tamer’den ise ne iyi ne kötü haber geldi. Rönesans Sitesi’ndeki kayıp 52 candan biri hala. Kayıplarımız ve acımız saymakla bitmeyecek denli büyük.
Ailesi Katolik Kilisesi’nin orda yaşayan bir arkadaşıma deprem sonrası “sen iyi misin, ailen iyi mi?” diye sorduğumda bana “çekirdek ailem iyi ama akrabalarım, komşularımız o kadar çok insanı kaybettik ki ben şimdi nasıl diyeyim ailem iyi diye” dedi. Bu soruyu sormayı o gün bıraktım. Antakya evimizdi ve kaybettiklerimizin hepsi ailedendi.
Depremin hemen ardından
6 Şubat’tan bu yana bir an yok ki o gece Antakya’da olmadığıma, hemen oraya gitmediğime pişmanlık duymayayım. Orda olmadığım her dakikam orda olanları öğrenmeye, neler yapabileceğimize aitti. Antakya’dan olmayan kimseyle görüşmek, konuşmak içimden gelmiyordu. Hayatın sanki böyle büyük bir felaket hiç yaşanmamış gibi normal seyrinde akabilmesinden müthiş rahatsız oluyordum.
Büyükçat merkezli depremin hemen ertesi günü gittiğimde Samandağ merkez adeta savaş ortamıydı. Dostluğun, dayanışma ve örgütlenmenin gücünü hissettiğim, doğmadığım ama doyduğum, dünyada en iyi bildiğim ve sevdiğim şehrin bir gecede toz duman olmasını kabullenmekte çok zorlandım. Geçtiğimiz kapkaranlık yollardan nereye gittiğimizi anlamamız çok zordu. Samandağ’da Pazar yerine, Bedi Sabuncu’ya, Harbiye’ye, Sevgi Parkı’na kurulan, diğer deprem illerinin hiçbirinde rastlamadığım dayanışma çadırları bu kentin ruhuydu işte. Gezi zamanı direnişin ismi olmuş Armutlu’nun dar sokakları moloz yığınları ile kaplıydı artık. Kalan duvarların da üzerinde Geri Döneceğiz yazıyordu.
Gören herkesin bu deprem değil adeta savaş, patlamalar sonrası hal gibi dediği Antakya için, yıllarca savaştan, çatışmalardan dolayı vatanından ayrı düşmüş insanlar için Fairuz’un söylediği hasret şarkıları artık daha derinden anlamını buldu.
“Döneceğiz ey aşk, döneceğiz.
Ey gariplerin çiçeği
Aşkın evine, aşkın ateşine
Döneceğiz.
Gidiyoruz deriz fakat dönüyor oluruz.
Aşkın evine doğru, hiçbir şey bilmeksizin”
“Ma rıhna nıhna hon – Gitmedik buradayız!”
Hatırı sayılır sayıda Antakyalı ise zaten hiç gitmedi. Depremden bu yana bir gün bile şehir dışına çıkmamış tanıdıklarım var, özellikle de Samandağ’ın köylerinde yaşayan aileler hem başka yerde bir yaşam ihtimalini bile düşünemediklerinden hem de evlerini, bahçelerini, hayvanlarını bırakamayacakları için hiç gitmediler. Pek çoklarının önemli bir endişesi orada bulunanların bile ellerinden tarlaları, evleri alınırken bir de gidenlerin başına neler gelmezdi ki. Ve “Antakya hayalet şehre döndü, kimse kalmadı” açıklamalarında bulunarak elektrik, altyapı, ulaşım, çöp toplama gibi en temel hizmetlerin bile sağlanmamasını normalleştirenlere inat Antakya halkı haykırdı:
“Ma rıhna nıhna hon – Gitmedik buradayız!”
Bir binada pencere önündeki saksı dururken hemen yanındaki binanın adeta erimiş olduğunu kabul etmek hepimiz için çok zordu. Bizi böyle darma duman eden, yıkıp geçen deprem değil gözünü rant hırsı bürümüş müteahhitler, buna göz yuman belediyenin ve bürokratların olduğunu 99 Depreminden sonra yeniden çok acı şekilde yaşamış olduk. Anadolu’da meydana gelen en büyük depremlerden her seferinde nasibini almış Antakya’nın yeniden inşası için şehrin hem topoğrafyası hem kültürel hem de demografik yapısı göz önünde bulundurulmalı. Mesele sadece bir konut problemi olmadığı için bu felaketin yarattıklarının üstesinden bir an evvel toplu konutları bitirmekle gelinmez. Halkların hassasiyetleri, ihtiyaçları, doğa koşulları, kültürel yapıya rağmen değil bilakis tüm bunları ince eleyip sık dokuyarak, yerel dernekler, sivil inisiyatifler ve uzman bilim adamlarının işbirliğinde Antakya’yı yeniden inşa edebiliriz. Umudumuzu kaybedemeyiz, bu artık aramızda olmayan sevdiklerimize, güzel anılarımıza, bu şehrin tarihine ve geleceğine büyük bir kötülük olur. Depremin etkilerini unutmadan ama Antakya’yı depremsiz hatıralarımızla diri tutabiliriz. Matthew Schultz “bir kent, en iyimser yorumla ortak bir düş, en kötümser yorumlaysa ortak bir kabustur” der, Antakya bizim için her zaman güzel bir hayalden ötesi olacak.
“Mevlam köyüne getirdi seni
Uzun bir ayrılık sonra geldin bana
Dönüşünle mutlulukla doldum tekrar
Seni o kadar özledim ki, sonlardır acılarımı
Uzun bir ayrılıktan sonra kavuştuk ve kalbim mutlu yine”